- 472 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Söğüt Ağacı 4.Bölüm
Esen rüzgârın, yüzünü okşayan serinliğine aldırış etmeyen Çetin, Aysel’i görmeye gittiğinde çalı süpürgesiyle avluyu temizliyordu. Çöpleri dereye doğru süpürdükçe çıkan tozlar komşuları Cevo’nun Hasan’ın evine doğru savruluyordu. Hasan’ın hanımı Güllü, tozların evlerine doğru savrulduğunu görse bile sesini çıkarmazdı. Mülayim bir kadındı. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadığı gibi olur olmaz konuşmayı sevmezdi. Belki de bu sebepten, Lal Güllü diyorlardı. Kızı Cadı Kadriye annesine benzemiyordu. Tozların evlerine doğru savrulduğunu görseydi kıyameti koparırdı. “Camlarımız kirlensin diye kasıtlı yapıyorsun” derdi. Bu ve benzer sebeplerden geçmişte çok dalaşmışlardı. Cadı evlenip başka eve taşınınca dalaşmaları son bulmuştu.
Tozlar Hasan’ın evine doğru savrulmakla kalmıyor; Aysel’in üstüne başına bulaşıyordu. Belki farkındaydı toz toprak içinde kaldığı belki de değildi. Üstü başı toz içinde olmasına rağmen belki de yüzünü birilerinin görmesini istemediğinden rüzgâra karşı süpürüyordu. Belki Hasan’ın evine doğru süpürmek istemiyordu.
Çetin üç dakika kadar Aysel’i seyretti. Kendi kendine “Aysel’im keşke Cevo’nun Hasan’ın evi sizin olsaydı” dedi. “Şimdi sessizce yaklaşır sana dokunurdum. Bu evin önünden geçip sana gelemem. Ya biri çıkarsa…”
Yolda ve evin yakınında kimseler yoktu. Çetin, her zamanki ıslığıyla sesini duyurmaya çalıştı. Islığı tanıyan Aysel başını kaldırıp baktığında Çetin’in bahçeye gel işaretini gördü. Tamam demeden önce odanın penceresinden içeriye baktı. Uykucu Ayşe öğlen uykusundaydı. En az bir saat belki de daha fazla uyuyacaktı. Buda bir saatliğine de olsa yavuklusuyla hasret giderebilecek demekti. Baş işaretiyle “geliyorum” dedi.
Aysel elindeki süpürgeyi bir köşeye bıraktı. Açık olan kapıyı kapattıktan sonra çevreyi göz ucuyla tekrar kontrol etti. İçerde uyuyan Uykucu Ayşe’yi saymazsak in cin top atıyordu. Lal Güllü de yoktu. Abilerinin evi hemen karşıda olsa da avlusu Güney’e bakıyordu. Bu durumda dereyi birlikte geçebilirlerdi. Ancak kapıyı kapattığı esnada Çetin çoktan arka tarafa gitmişti.
Aysel’in babası Hüsam’ın Hüseyin, zaman zaman bahçeye gitmek için beş metre uzunluğunda yirmi beş cm genişliğinde üç kalası yan yana bırakarak köprü yapmıştı. Aysel bu köprüden geçerek kavak ağaçlarının arasından söğüt ağacının altına gitti.
Çetin’in, arka taraftaki iki komşu evinin kuzeyinden dolaşarak bahçeye geçmek için üzerinden atlayacağı dere o gün, önceki günlere göre daha farklı akıyordu. İki gün önce aşırı şekilde yağan yağmur sularından olacak suyu yükselmiş her zaman rahatlıkla atladığı dar alan genişlemişti. İlk başta karşıya geçemeyebilirim düşüncesiyle içini korku sardı. Ancak Aysel, bahçede söğüt ağacının altında bekliyordu. Daha fazla bekletmeden bir şekilde karşıya geçmek zorundaydı. Beş metre kadar geriye çekildi. Bu mesafeden koşup atlarsa dereyi geçebileceğini düşünüyordu. “Bismillah” diyerek koştu ama derenin kıyısında durmak zorunda kaldı. Birinci deneme başarısız olunca bu kez on metreden fazla geriye çekilerek hızla koşmaya başladı. Derenin kenarına geldiğinde var gücüyle zıplayarak karşı tarafa geçmeye çalıştı. İstediği gibi zıplayamamış olacak ki sağ ayağı suyun içine doğru kaydı. Sol ayağı da kayarsa dereye gömülebilirdi. Ani hareketle sağ dizini suyun üstünde kalan toprağa bastırdı. Ellerini uzatarak çayıra tutundu. Derin bir nefes aldıktan sonra kendini bahçeye atmayı başardığında gömleği, pantolonu hatta saçları çamur içindeydi. Aysel için daha fazla çamura bulanmaya razı olduğundan önemsemedi.
Söğüt ağacının altında bekleyen Aysel’in gözleri Çetin’in geleceği Kuzey yönündeydi. Kavak ağaçlarının arasından geldiğini görünce kahkahalarla gülmemek için kendini zor tuttu.
Çetin, çamur olan pantolon ve gömleğini temizledikten sonra dağılan saçlarını düzeltmeye çalışırken eline bulaşan çamuru yüzüne sürdüğünün farkında değildi. Ne kadar temizlese de pantolonu, gömleği hala çamur içindeydi. Bununla da kalmamış saçlarını arkaya itince kesik kulağı da ortaya çıkmıştı. Aysel kesik kulağa değil yüzüne ve kıyafetine bulaşan çamura gülmemek için kendisini zor tutmuştu. Kulağından dolayı lakabının Kulağı Kesik oluğunu bilen Aysel Çetin’i bu haliyle seviyordu.
Kulağının üst tarafında, mercimek tanesinden biraz büyük kesik oluşu hakkında çeşitli söylentiler vardı. Kimilerine göre çocukluğunda örtmede uyurken fare kemirmişti. Kimilerine göre küçük köpek ısırmıştı. Kimilerine göre de kavga anında kavga ettiği kişi tarafından kesilmişti. Ancak bu kişinin kim olduğunu bilen yoktu.
Çetin uysal olduğu kadar gözü kara korkusuz biriydi. Çocukluğunda da gençliğindeki gibiymiş. Tuttuğunu koparmadan bırakmazmış. Bir gün kavga anında, elinden kurtulamayan çocuk çareyi kulağını ısırmakta bulmuş diyenler vardı. Güya, çocuk Çetin ile baş edemeyeceğini anlayınca bir şekilde kulağını hafiften ısırmıştı. Ancak Çetin buna aldırış etmeyince bu kez var gücüyle dişlerini bastırarak koparmıştı. Doğrusu, Çetin kendini bildi bileli kulağı kesikti. Ne biriyle kavga anında kesilmiş ne bir hayvan tarafından ısırılmıştı. Doğuştan böyleydi.
Söğüt ağacı bir kez daha aşklarına şahitlik ediyordu. Bir kez daha Aysel sırtını söğüt ağacına dayayarak oturuyordu. Bir kez daha Çetin başını Aysel’in dizlerine bırakarak boylu boyuna kilimin üzerinde uzanıyordu. Kış aylarında sığınamadıkları söğüt ağacına baharın gelişiyle altıncı kez mi-safir oluyordular. Kim bilir, yaz boyunca kaç defa daha söğüt ağacına misafir olacaklardı. Kim bilir daha kaç defa başını Aysel’in dizlerine koyacak, mavi gözlerinin içine bakacak mest olacaktı. Söğüt ağacı onlardan, onlar söğüt ağacından memnundular. Memnuniyet devem ettiği sürece ayrılmayacakları muhakkaktı.
Söğüt ağacının altına uzandıklarında uzun süre konuşmadılar. Sessizlik hoşlarına gitmiş olacak ki Aysel, dakikalarca konuşmadan kesik kulakla oynadı. Çetin, kesik kulakla oynayan o narin elleri dudağına götürerek öptükten sonra sessizce göz göze bakıştılar. Çevrede de sessizlik vardı. Geçmişte, ara sıra söğüt ağacına selam veren, ötüşleriyle aşklarına renk katan serçeler yeni mevsimde hala görünürde yoktular. Belki de hiç gelmeyeceklerdi. Onlar veya onların yerine başka kuşların gelip gelemeyeceği de belli değildi. “Aşkınıza bir tek ben şahitlik edeyim” der gibi duran Söğüt ağacı serçelerin yokluğuna aldırış etmiyordu. Bahçede, bir bakışta sayılamayacak kadar kavak ağacı vardı. Âşıklar hiç birinin altını tercih etmediklerine göre aşklarına şahitlik ediyor sayılmazlardı. Duyulan tek ses esintiye direnemeyen söğüt ağacının yapraklarının sesiydi ki bu ses aşklarını anlatan şarkılar gibiydi. Şarkılara ilk eşlik eden Aysel “biz ne zaman evleneceğiz” diyerek sessizliği bozdu.
Her kızın, evlilik hayali kuracağına inanan Çetin, bu soruyla er geç karşılaşacağını biliyordu. Sevgilisi olan bir kızın, evlilik hayali kurmasından; gizli gizli buluşmak yerine her sabah gözlerini kocasının yanında açmayı düşünmesinden daha doğal ne olabilirdi. Hiç düşünmeden cevap verdi:
-Üç yıl sonra.
-Üç yıl ha!
Üç yıl ha dediğinde öğle bir ses tonu vardı ki insanın içini parçalayacak gibiydi. Aysel için çok uzun bir zamandı. Üç yıl daha söğüt ağacına sığınabilecekler miydi? Sığındıkları aşk yuvaları deşifre olursa ne yapacaklardı. Neden bir iki yıl değil de üç yıl… Aklındakini sormadan Çetin açıkladı:
-Son Bahar’da askere gideceğim. İki yıl askerlik yapacağım. Tezkere alışımda Son Bahar’a dek gelecek. Geldiğimde fazla beklemeden seni istetsem bile ağız arama, isteme, nişan, şerbet, düğün derken İlk Bahar aylarını bulur.
-Askerden önce… Neyse…
Aysel, askerlik öncesi evliliği konuşmaktan vaz geçti. Kısa bir sessizliğin ardından damdan düşer gibi “bir oğlumuz iki kızımız olacak” dedi. Bir oğlumuz, iki kızımızın olmasını isterim dese anlaşılabilirdi. Olacak demesi kafa karıştırdı. Çetin “anlamadım” dedi. Aysel’de fazla uzatmak istemedi:
-Yok, bir şey…
-Ne demek yok bir şey. Bir oğlumuz iki kızımız ola-cağını nerden biliyorsun?
Bana su veren adamın yanında bir erkek iki kız çocuğu vardı diyemedi. Senin elinden su içmedim; bana su veren başkasıydı demek kolay değildi. Hüzünlendi. Belli etmemek için nemlenen gözlerini kaçırdı. Sözlerini doğrulamak adına bir şeyler demesi gerektiğini düşündü:
-Gece rüyamda, aşkımıza tanıklık eden bu söğüt ağacının altında testiden desenli su bardağına koyduğun berrak suyu bana uzattığında yanında bir erkek iki kız çocuğu vardı. Üç çocuğumuzun olacağına yordum.
Bu kez hüzünlenen Çetin oldu. Dili damağı kuruma-sına rağmen su vermeyen Aysel zamanla sevgisinden vaz geçebilir miydi? Düşüncesi bile korkutucuydu. İçinden “bana hiç kimse su vermedi ama ben Aysel’ime su vermişim” diyerek kendini avuttu. Karganın, kokayı Aysel’in evine doğru getirmesi yetmez miydi? Dama bırakacak değildi ya. Hem büyükler, “kısmetinin olduğu yöne götürür” demiyorlar mıydı? Karganın kokayı kısmetinin olduğu yöne götürdüğünü yengesi görmüştü. Aysel’in çocukları bile görmesi Çetin’de kıskançlık hissini uyandırdı. Zira anlatacak rüyası yoktu. Yengeme uydurduğum rüyayı mı anlatsam diye düşünse de anlatmadı. Uyduruk rüyayı anlatmak, Aysel’i Aysel’e anlat-maktan başka şey olmazdı. Başka bir şey uydurmalıydı ama ne? Bunları düşünürken Aysel sözlerine devam etti:
-Üç çocuk istemiyor musun? Yoksa ikisi kız olacak diye mi üzüldün. Anlattığım rüyamdan ibarettir. Rüyalar ger-çek midir? Belki kokada yalandır. Kafamıza taktığımızı şuur altında gizlediklerimizi görüyor olamaz mıyız?
Çetin’in kalbinde Aysel’den başkası yoktu ki şuur al-tına yerleşsin. Su veren birisi olsaydı belki Aysel’in gelecek-teki görüntüsü diye düşünebilirdi. Dili damağı kurumasına rağmen kimseyi görmemişti. Koka, geçmişten gelen gerçekle alakası olmayan adetlerden biri olabilirdi. Kafasındakilere cevap bulamıyordu. Çetin bunları düşünürken, Aysel; koka yedin mi, rüyana geldim mi, su verdim mi, gibi sorular sormadan “sana su verirken nasıldım” dedi. Görmediği birisi nasıl olabilirdi. Bir şeyler uydurmak içinden gelmediğinden “bu halinden daha güzeldin” demekle yetindi.
Rüya konusu açıldığından beri Çetin’in konuşmaktan kaçındığı Aysel’in dikkatinden kaçmıyordu. “Rüyanı anlatmıyorsun” diyecek olduğunda Çetin, “ben çocukları görmedim” dedi.
Sıkıcı sohbet ilerledikçe suratların asıldığına tanıklık eden söğüt ağacı “üzülüyorum” der gibi yapraklarını kıpırdatmaz oldu. Oysa ilk başta aşklarını yaşarken, bedenlerini ateş sardığında yapraklarını kıpırdatarak âşıkları serinletmek istermiş gibi duruyordu. Vakit ilerledikçe sohbetin daha tatsız hale geleceği kaçınılmazdı. Söğüt ağacının daha fazla üzülmesini istemiyormuş gibi Aysel noktayı koydu:
-Neyse, bunları daha sonra yine konuşuruz. Annem uyanmadan gideyim. Sen…
-Geldiğim yerden gidemem. Dereyi atlayayım derken ne hale geldiğimi gördün. Bu taraf koşarak atlamaya uygun değil. Olduğum yerden atlamak çok zor gibi. Mecburen kar-şıya geçebileceğim yeri buluncaya kadar yürüyeceğim. Gözümün önüne getiriyorum da sanırım epey yürümek zorunda kalacağım.
-Dur bakalım, çözüm bulacağız. Beni uzaktan takip et. Derenin kenarında işaretimi bekle.
Aysel aynı yoldan kalasların üzerinden ağır adımlarla avluya doğru yürüdü. Evin içini kontrol etti. Uykucu Ay-şe’nin namaz kıldığını görünce şaşırdı. Namaz kıldıktan sonra uyuyan Ayşe tekrar namaz kılıyordu. Uyumadan namaz kıldığından çok emin olan Aysel, ya vakitleri karıştırdığını ya da öğle namazı kıldığını unuttuğunu düşündü. Önemli olan namaz bitmeden Çetin’i yolcu etmesiydi. Bir koşuyla komşu eve ve yola baktı. Sakinlik istediği gibiydi. İşareti alan Çetin müstakbel kaynanasına görünmeden avludan yola doğru koş-tu. Yolda birileri görse de önemli değildi. Niye bu yoldasın diyecek değillerdi ya. Purul’uda dâhil edersek üç köyün kullandığı yolda ne işin var demeye kimsenin hakkı yoktu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.