- 671 Okunma
- 2 Yorum
- 3 Beğeni
Söğüt Ağacı (2.Bölüm)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Dört kişi bir adım kadar yakınına gelerek yan yana sıralandılar. Sol başta duran mavi gözlü, karakaşlı, kulaklarının bir bölümünü kapatacak kadar uzun saçlı sağ yanağında gamzesi olan kumral altı yaşında çocuktu. Onun elinden su içmesi mümkün değildi. Kendisinden on üç yaş küçük birinin elinden su içmek ne kadar doğru olabilirdi. Senin elinden su içmem demek istese de diyemedi. Konuşamıyor, içindekilerini dışa vuramıyordu. Sol baştan ikinci sıradaki dokuz yaşında kız çocuğuydu. Bu çocuğunda sağ yanağında gamzesi vardı. Gözlerinin rengi değişiyordu. Bazen mavi, bazen kahverengi, görünüyordu. Simsiyah saçları, omuzlarının üstünde adeta dans edercesine uçuşuyordu. Oysa yaprağı kıpırdatacak kadar dahi esinti yoktu. Esintisiz havada saçlarının uçuşuna anlam veremediği bu kız çocuğu su verecek değildi. Soldan üçüncü de kız çocuğuydu. Bu çocuğun saçları diğer çocuğun saçlarına göre çok daha uzun olmasına rağmen kıpırdamıyordu. Tombul yanaklı olduğundan dikkatlice bakılmayınca gamzeli olduğu anlaşılmıyordu. Gözlerinin yeşil olduğu net olarak seçiliyordu. On üç yaşındaki bu çocuğun sağ omuzunda su testisi, sol elinde çiçek desenli su bardağı vardı. Aysel, “senin elinden mi su içeceğim” dedi. Cevap verme gereği duymayan kız çocuğu gülümsedi. Gülümseyişi “kız kızın elinde su içer mi” der gibiydi. Gözlerini Aysel’den ayırmayan sağ baştaki erkek en az kırk beş yaşındaydı. Göz kapaklarının altındaki kırışıklığa bakıldığında belki de ellisine merdiven dayamıştı. Saçları çok kısaydı. Alnın üstünde, her iki yanda hafif açıklık vardı. Aysel’in beklediği kulaklarının bir kısmını kapatacak kadar uzun saçlıydı. “Beklediğim sen değilsin” diyecek olduğunda kelimeler boğazında düğümlendi. Benden en az yirmi altı yaş büyüksün diyemedi.
On üç yaşındaki kız çocuğu testiyi omuzundan yavaş, yavaş indirerek kırk beş yaşındaki adamın işaretini bekledi. Gelen işaretle birlikte testiden suyu bardağa boşaltmaya başladığında bardak dolmak bilmiyordu. Sanki su bir taraftan akıp gidiyordu. On beş dakikada dolan bardağı kırk beş yaşındaki adama uzattığında Aysel “oh be bana değilmiş” dedi. İçini bir sevinç kapladı. Çünkü bu adamın elinden su içmek istemiyordu. Ancak küçük kız adına üzüldü. Aralarında bu kadar yaş farkı olan birine su bardağını uzatması hoş değildi. Acıma duygusu hissetse de yapabileceği bir şey yoktu.
Adam, kız çocuğunun elinden aldığı bardağı havaya kaldırdığında suda renk değişimleri oldu. Bulanıklaşan berrak su kısa sürede önce yeşillendi sonrasında kızıllaştı. Aysel, adamın kızıl renkli suyu içeceğini sandı. Suyun kızıl renge dönüştüğünü gören sadece Aysel’di. Oysa Adam suyun berraklığına bakıyordu. Yeterince berrak olduğuna kanaat getirince ağır hareketlerle suyu Aysel’e uzattı. O ana kadar adamın elinden su içmeye hiç niyeti olmayan Aysel tereddüt etmeden elini uzatarak bardağı aldı. Üç yudumda içtiği sanki kızıl renkli mide bulandırıcı su değil çeşitli meyvelerden yapılmış şerbeti. İçinde bir ferahlık hissetti. Bütün susamışlığını gideren içtiği suyun ferahlığıyla gözlerini kapattı. Kapalı gözlerle, gönül okşayıcı sesle “kimsin, adın ne” diye sordu ama cevap alamadı. Aynı soruyu iki defa daha sordu. Yine cevap alamayınca gözlerini açtı. Ne çocuklar ne adam ne de ağaçlar vardı. Var olan tek ağaç, olduğundan çok küçük görünen, boynu bükük, üzgün halde Aysel’i takip eden söğüt ağacıydı. Aysel ise tahtından inmiş sonu görülmeyen yola girmişti. Yol, Aysel’i, yerlerde sürünen beyaz elbisesi ve başındaki tacıyla Batı’ya götürüyordu.
Aysel, gözlerini ovarak uyandığında güneş hayli yükselmişti. Bu kadar geç uyanmasına şaşırdı. Başka zaman olsa Uykucu Ayşe uyandırırdı. Nedense bu kez dokunmamıştı. Yapacak bir şey yoktu. Hemen geceliğini çıkararak günlük kıyafetini giydi. Yatağının altındaki kokayı avucunun içine alarak mutfağa gitti. Tanımadığı, kim olduğunu öğrenemeden kaybolan adamın elinden içtiği bir bardak su yeterli gelmemiş olacak ki gözleri su testisini aradı. Oysa testi her zamanki yerinde duruyordu. İki yudumda testiden içti. Artık dilinde damağında kuruluk yoktu. İçi ferahtı ama su veren adamı unutamıyordu. Kimdi bu adam? Tanımadığı adamın elinden su içmek neyin nesiydi? Kaderinde Çetin’den başkası mı vardı? Gördüğü Çetin’in gelecekteki görüntüsü olabilir miydi? İyide kulağı pürüzsüzdü. Ya o çocuklar… Belki aşklarının meyveleriydi. Çocuklar mavi gözlüydüler. Sağ yanaklarında gamzeleri vardı. Aysel’de mavi gözlüydü ve sağ yanağında gamzesi vardı.
Daha fazla düşünecek zamanı yoktu. Ev halkı kahvaltı bekliyordu. Mustafa abisi ile Ahmet abisi de geleceklerdi. Gazlı ocağı üç dört defa pompaladıktan sonra kibritle tutuşturdu. Üst kısmı beyaz alt tarafı isli çaydanlığı ocağın üstüne koydu. Biraz daha gür yanmasını düşünmüş olacak ki iki üç defa daha pompaladıktan sonra ocağın başından ayrıldı. Terekten indirdiği on beş tane lavaşı tek tek ıslattı. Bir koşuda tandır evinde, kuma gömülü küpten büyük parça otlu peynir çıkararak bir gün önceden kalan murtuğa ile birlikte yer sofrasına koydu. Çayı demledikten sonra aceleyle yedi yumurta kırarak kayganak pişirdi. Bardakları, şekerleri de sofraya koyunca ahırdaki işler bitmeden kahvaltıyı hazırlamış oldu.
Aysel’in aklı hala gece su veren adamda ve kilerdeki kokasında olduğundan abilerinin kahvaltı sonrası bir an evvel işlerine gitmeleri için içinden dua ediyordu. Babası da evden çıktığında annesi ile baş başa kaldığında kokasını dama bırakacaktı. Ne var ki kahvaltı uzadıkça uzuyor, bitmek bilmiyordu. Aslında, ilk defa bu kadar çok uzadığını düşün-düğü kahvaltı değildi. Kahvaltının uzadığını düşündüren içindeki duyguydu.
Aysel için çok uzun süren kahvaltının ardından erkekler evi terk ettiler. Mustafa, Ahmet ve Selman Haçlar mevkiindeki tarlada çapa yapacaklardı. Adnan, eksik erzakları almak üzere Erciş’e gitti. Erzakları alıp geldikten sonra tarlaya yardıma gidecekti. Babası Hüsam’ın Hüseyin bahçeden dolaşarak köy meydanına geçecek, akranlarıyla biraz çene çaldıktan sonra öğlen namazını kılacaktı. Namaz sonrası çocuklarına yemek götürecekti.
Aysel aceleyle sofrayı topladı. Ana kız el ele vererek dağınıklıkları toparladılar. Uykucu Ayşe akşamdan hazırladığı çılbırı ocağa koyduktan sonra odaya çekilip divanda ayaklarını uzatırken Aysel ahşap merdivenin basamaklarını bir, bir çıkarak yarım kokayı dama bıraktı. Aynı ahşap merdivenden aşağı inerken gözü kokadaydı. Gökyüzünde uçan, kokaya yaklaşan tek kuş yoktu. Bir süre gözleri dama dikili halde avluda bekledi. Ne kadar beklediğinin farkında değildi. Çok uzun süre beklediğini düşündüğünden umudunu yitirdiği esnada gözüne ilişen karganın hareketlerini heyecanla izledi. Adeta gökyüzünden süzülerek yaklaşan karga dama konacakken tuhaf bir şey görmüş gibi havalandı. Gökyüzünde bir tur attıktan sonra kokanın olduğu yere kondu. Kokayı almakta tereddüt eder gibiydi. Bir dakika kadar kokaya dokunmadı. Bu bir dakika Aysel’e bir saat gibi geldi. Çünkü bir an önce sonucu görmek istiyordu. Karga kokayı gagasına alıp havalandığında kalbi yerinden fırlayacak gibi olan Aysel’in heyecanı çok fazla sürmedi. Güney’e doğru uçmasını beklediği karga kokayla Batı’ya yönelerek gözden kaybolduğunda gönlünü hüzün kapladı. Yüreğindeki sızı, kalbindeki acı gözlerine vurdu. Kargayı gördüğü anda içini kaplayan heyecandan eser yoktu artık. Düşündükçe çıldıracak gibi oldu. Gecede sonu görülmeyen yol Batı’ya doğru uzamıştı.
Neden Güney değil de Batı… Belki de gelecekte Batı’ya yerleşeceğiz düşüncesiyle teselli olmaya çalıştı. Bu saatten sonra yapabileceği bir şey yoktu. Eve girdiğinde avluya açılan kapıyı açık bıraktı. Kaç dakika evde oyalandığını bilmeden birinin sesini duyar gibi oldu. Sesin nerden geldiğini öğrenmek için dikkatlice dinledi. Tandır evinin damından geliyordu. Kendi kendine “ne zaman geldiniz de dama çıktınız” dedi. Seslenen ısrarla sözlerini tekrarlıyordu:
“Hıdır Nebi Hıdır Geylaz
Çiçeklendi geldi yaz
Verenin bir oğlu olsun
Vermeyenin kızı olsun”
Uykucu Ayşe’de sesi duymuştu. “Aysel, kızım, bakıver” dedi. Tandır evine geçen Aysel bacadan uzatılan torba-nın içine üç yumurta koyduğunda damdaki seslendi:
-Aysel abla sende mi yumurta…
Ses yabancı değildi:
-Müco sen misin?
-Aysel abla ben Mücahit…
-Ha Müco, ha mücahit, ne fark eder.
-Ha sümüklü, ha Aysel…
Sümüklü ha… O dilini koparırım. Merdiveni alayım damda kal da aklın başına gelsin.
-Arkada tayadan kalan yoncanın üzerine atlarız.
-Başkası da mı var?
O ana kadar, nedense kendini gizlemeye gereği duyan ikinci kişi cevap verdi:
-Bibi, ben Veysel…
Veysel, Mustafa’nın oğluydu.
-Bibi kavurga yok mu? Senin üstüne kavurga yapanı tanımam. Anamda nenemde yapamaz.
-Veyso, bibi kurban, yumurtayı yukarı çekin, damdan inin. Söz, ben sana bol çedeneli kavurga kavuracağım. Erik çekirdeği de katacağım.
-Bibi üç yumurta daha koy. Ere gidende Allah sana aslan gibi bir oğul versin.
Üç yumurta daha torbaya koyan Aysel gülümseyerek kendi kendine “bir oğlan iki kız” dedi.
Yumurtaları ve kavurga sözünü alan çocuklar başka bir damın bacasından torba sallamak üzere tayanın üzerine atlayarak gözden kayboldular.
YORUMLAR
Devamını merakla bekleten bir çalışma olmuş. Kaleminize, kelamınıza bereket.
Tebrik ve selam ile.
Erol ÇELİK
bölüm olduğunu fark etmeden okudum..
geriye gtmem gerek
ve sonraki bölümü de beklemek
umarım fazla ara verilmez..
yerel edebiyatta bu detayları bilmek iin yaşamak ŞART..
güzel anılarınıza bereket dilerim..
küçük not: bilemeyeceğimiz özel kelimeler iin dipnotlandırmalısınız
teşekkürler
saygılar
Erol ÇELİK
İbrahim Çelikli
saygılarımla,