- 523 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Söğüt Ağacı
Haftalık lavaş yapmak için, Uykucu Ayşe’nin yoğurduğu hamurdan kokaya yetecek kadar gizlice alan Aysel, hamura bir yemek kaşığı tuz karıştırdı. İyice yoğurduktan sonra dil ucuyla tadına baktı. Hamura eklediği tuzu az bulmuş olacak ki bir miktar daha ekledi. Tekrar tadına baktığında yeterli miktarda tuz eklediğine kanaat getirdi. Kokanın hamuru hazırdı. Ancak pişirmek için lavaşların bitmesi gerekiyordu. Kendim için hazırladığım kokayı lavaşların arasında pişirelim diyerek annesi Uykucu Ayşe ile Geveze Kamile’nin ağzına sakız olmak istemediğinden hamuru örtmenin bir köşesine sakladı.
Geveze Kamile acele ediyordu. Lavaşlar öğlene kadar bitmezse Uykucu Ayşe’nin uykuya dalacağından işin tamamen kendisine kalacağından korkuyordu. Daha evine gidecek tandırını yakacak akşama çörek ve yemek hazırlayacaktı. Ertesi gün lavaş yapacağı eve şafak vaktinde gideceğinden erkenden uyuması gerekiyordu. Belki de bu sebepten gevezeliği üstünde değildi. Az konuşuyor, çok iş yapmaya çalışıyordu. Uykucu Ayşe’yi de daha hızlı olsun diye zorlu-yordu. İstediği oldu. Uykucu Ayşe öğlen uykusuna dalmadan lavaşları pişirdiler. Bundan sonrası Aysel’e kalıyordu. Etli patatesle hazırladığı çömleği tandıra koyacak pişmesini bekleyecekti.
Geveze Kamile evine doğru yol alırken Uykucu Ayşe namazını kılmış uykuya dalmıştı. Namazına çok dikkat ederdi. Her zaman öncelikle namazını kılar ardından uykuya dalardı. Namaz kılmadan uyursa vaktinde uyanamayacağından, namaz vaktini kaçıracağından korkardı. Korkusuna rağmen o güne kadar hep vakti geçirmeden uyanmıştı. Bazen tereddüt ettiğinde ikinci defa namaz kıldığı olurdu.
Aysel elini çabuk tutmak zorundaydı. Oyalanırsa tan-dır ateşinin küllenmesi bir tarafa anası uykudan çabuk uyanabilirdi. Zaman zaman çok çabuk uyandığı olmuştu. Aysel, çömleği ateşe koymadan, sakladığı yerden çıkardığı koka hamurunu tandıra yapıştırdı. Ardından çömleği gür ateşin üzerine yerleştirdi. On dakikada kokası hazır oldu. Sıra gece uyumadan önce yiyeceği kokayı kimsenin bulamayacağı yere saklamaktaydı. Mevsim, yemeklerin örtmede pişirilmesine müsait olduğundan mutfak fazla kullanılmıyordu. Gerçi mutfak demekte doğru değildi. Büyük bölümü kiler olarak kullanılıyordu. Kışlık erzaklar, her zaman kullanılan torba dolu-su, şeker, bulgur, çay ve benzeri şeyler burada saklanıyordu. Turşu ve otlu Peynir için tandır evinde yer yapılmıştı. Aşağı, yukarı bir metre boyundaki dört küp, turşu için hep aynı ye-rindeydi. Turşu küplerinin hemen yanında Peynir için yer ayrılmıştı. Peynir küpleri burada kuma gömülüyor kışın çıkarılıyordu. Kokayı saklamak için en uygun yer mutfakta kullanılmayan kap kaşığın dizili olduğu raftı. Aysel raftaki kap kaşığın arasına kokayı saklayıp çıkarken annesi seslendi:
-Kızım çömleği tandıra koydun mu?
Aysel’in aklına gelen başına gelmişti. Uykucu Ayşe on beş dakikalık uykuyla yetinmişti. Kendi kendine “inşallah kokayı görmemiştir” dedikten sonra cevap verdi:
-Koydum anam…
-Tandırda ateş varken pişsin de çocuklar akşama aç kalmasınlar. Senin gürültüne uyandım. Biraz daha uyuyayım.
Aysel ilk defa koka yiyeceğinden, içinde garip bir his vardı. İleride evleneceği kişinin elinden su içmenin nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyordu. Kendince evleneceği kişi belliydi. Merak ettiği bu kişinin suyu nasıl sunacağıydı.
Geceyi sabırsızlıkla beklerken gündüz mümkün olduğunca az su içmeye gayret etti. Akşam saatlerinde susama-sına rağmen su içmedi. Yemekten sonra ailece içilen çaydan bir yudum bile almadı. Uyku saatinde herkes tek tek yatağına çekilirken Aysel hala ayaktaydı.
İçinde, abisi Köse Selman’a, babası Hüsam’ın Hüseyin’e hatta kardeşi Bücür Adnan’a yakalanma korkusu vardı. Bu korkuyla uyumalarını beklemişti. Herkesin uyuduğundan emin olunca kap kaşığın arasına gizlediği kokayı alarak oda-sına çekildi. Evin tek kızı ve gelinlik çağında olduğundan tek başına kalıyordu. Selman’la Adnan aynı odayı paylaşıyordu. Bir oda da gelebilecek misafirler içindi.
Yatağa girmeden önce kokadan bir ısırık aldı. Yenilemeyecek kadar aşırı derecede tuzluydu. İlk lokmayı yüzünü buruşturarak yedi. İkinci lokma boğazından aşağı inecek gibi değildi. Yüzü bu kez daha çok buruştu. Yediği ekmek değil adeta tuzdu. Üçüncü lokmayı ağzına götürürken kendi kendine “tuzu çok fazla mı koydum” dedi. Kokanın tuzu az-da, çokta olsa bu yola bir kere girmişti. Kendi kendine söylene söylene yarısını yedi. Diğer yarısını yatağının başucu ta-rafının altına koyarak uyudu. Ne kadar uyuduğunun farkında olmadan uyandığında çok susamıştı. Tam manasıyla dili damağı kurumasına rağmen su veren olmamıştı. Susuzluğa da-yanacak gücü yoktu. Yatağından doğruldu su içmek için mutfağa gitti. Su dolu testiye elini attığında içindeki ses “biraz daha sabır” dedi. Bu sese kulak vererek testiyi elinden bıraktı ve yatağına döndü.
Susuzluk içini kavurduğundan uyuyamıyor sağa sola dönüp duruyordu. Epey bir zaman kıvrandıktan sonra uyku-ya daldı. Ne kadar uyuduğunun farkında olmadan kendisini; sol tarafından derenin aktığı yemyeşil çimlerin üzerinde oturuyor buldu. Hemen önünde boylu boyuna uzanan kumsal, kumsalı üç taraftan çevreleyen kavak ağaçları vardı. Denizin sessiz dalgaları, arada bir kabararak ses çıkarıyor, kumsalı okşarcasına yokluyor, tekrar mecrasına çekiliyordu. Derenin tatlı suyuyla denizin sodalı suyunun buluştuğu noktada balıkutanlar arada bir dalarak yakaladıkları inci kefalleri gagalarından aşağı indiriyor, bayram ediyorlardı. Bu manzara fazla devam etmedi. Kendi kendine “burası daha çok Yekmal sahiline benziyor” dediğinde deniz suları kumsalı da içine alarak Batı’ya doğru hızlıca uzaklaştı. Bir anda yeşilliğin yok olduğunu gören Aysel, denizin hızla uzaklaştığını bembeyaz bulutların üzerinden izledi. Çok uzaklarda kara bulutların arasında, hayatında hiç görmediği, tanımadığı bir yerde mola verdi. Kulağına gelen bir ses “senin kaderin burada” dedi. Yaşadıklarının hiç birinin Purmak’la ilgisi yoktu.
Önce bembeyaz sonra kara bulutların üzerinde hızlıca yapılan gezinti bir anda sona erdi. Deniz, kumsal, çimler, tanımadığı yer ve bulutlar kayboldular. Tüm bunlar yaşanmamış gibi kendisini, evinin önünde halılarla döşeli tahtın üzerinde buldu. Güneşten korunmak için tahtın üzerindeki gölgeliğin altından kavak ağaçlarıyla dolu bahçeye baktı. İlk bakışta gözlerine ilişen evin önünden akan dere ve derenin ötesindeki kavak ağaçlarıydı. Kavak ağaçlarının arasında tek başına duran söğüt ağcı çok üzgün görünüyordu. Çok kısa bir süre sonra dere kayboldu. Ağaçlar tek tek tahtın dibine kadar geldikleri halde söğüt ağacı yerinden kıpırdamadı. Biraz daha dikkatlice bakınca ağaçların arasından dört kişinin yaklaştığını gördü. Kişiler yaklaştıkça belirsiz yüzleri daha da netleşti. Yüzleri netleşince söğüt ağacı boynunu büktü. Netleşen yüzler arasında beklediği yoktu. Belki de bu yüzden söğüt ağacı yerinden kıpırdamamış, boynunu bükmüştü. Aysel, “beklediğim sizler değilsiniz” diyecek olduğunda dili tutuldu. Konuşamadığından sadece izlemekle yetindi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.