- 541 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
556 - ISLAK YILDIZ
Onur BİLGE
“Islak Yıldız,
Kaptan Allah diyordu, ben seni sayıklıyordum. Nasıl bir dayanma gücü varsa adamda… Nasıl bir sabır!.. Yılmadı arkadaş!
“Yağmurlu bir günde, dünyamın karanlığında, binlercesinin içinden, gür siyah saçlı, ay yüzlü, masmavi gözlü ıpıslak bir yıldız takıldı gözüme, pırlanta gibi ışıl ışıl ışıldayan. Takılış o takılış, abi! Bir daha gözlerimi alamadım şahsından da hayalinden de… Söner mi dersin? Uğraşsam söndürebilir miyim? O kadar bekledim, o kadar bekledim ki! Döner mi dersin? Döndürebilir miyim?”
“Her mecazi aşk söner. Sönmeye mahkûmdur. Sönmeyen yalnız ve ancak Allah aşkıdır. O aşk, yıldızlar arasındaki güneş gibidir. Nasıl güneş doğduğunda, gökyüzünde yıldızlardan ve aydan eser kalmıyorsa, o aşk belirdiğinde de diğerleri silinir gider.”
“O gittiğinden beri her güneş doğduğunda defalarca lanet ettim, gözyaşlarıyla sonlandırdığım gecelere. Günümün nerede başlayıp nerede bittiğini bilemedim, başım yastık yüzü görmedi. Hasret, yine hasret, hep hasret…”
“Dünyevi sevgilerin, aşkların sonu hüsrandır. Çünkü hepsine menfaat karışır. Tamamında az veya çok beklenti vardır. Bir de şeytan vardır arada. Onun işi gücü ara bozmaktır. Görevi odur. Allem eder kalem eder, bir çaresini bulur, muradına erer.”
“Aynen öyle hep. Ne zaman başımın göklere erdiğini hissetsem, ellerimi uzatsam değmek için güneşe, kollarıma vurdu kader, bileklerimi kırdı! Kahrettim, nefret ettim yaşamaktan, paramparça etmeye çalıştım hayallerimi, kalbimi!”
“Ne kadar aşk varsa başlar tırmanmaya, belli bir seviyeye geldi mi rampayı döner. Daima artan tek aşk, Allah aşkıdır. O aşk hissedildiğinde dünya ve içindekiler değerlerini kaybetmeye başlarlar. Öyle ki göz ne para görür, ne mal mülk, ne eş ne evlat… Bu yolda kelle koltuktadır. O denli güçlü bir duygudur. Bedeli, seve seve can vermeye kadardır!”
“Öyle olmuş olsaydı, benim canımdan başka verecek hiçbir şeyim yoktu. Biliyorsun çoktan sıfırı tükettiğimi, dibe vurduğumu.”
“Biliyorum. O da can istemiyor zaten. Can kutsaldır. Ne pahasına olursa olsun korunmalıdır. O kadar ki o zaman bazı yasaklar kalkar. Haram edilenlerden, hayatta kalacak kadar yenilip içilebilir. Ölmemek için öldürülebilir. Nefsi müdafaa… Düşün! Can da O’na ait… Kime ait olanı kime feda ediyoruz sanki!”
“O zaman, uğrunda can vermek dahi kâfi değil…”
“İlk iman edenlerden bazıları, her şeyi kabul ettiler de Kıtal ayeti nazil olunca kıvırmaya başladılar. Canlarına kıyamadılar. Savaşa yanaşmadılar. Halbuki kimin ne zaman, nerede, nasıl öleceğine ezelden karar verilmiş. Birisinin cenk meydanında can vereceği yazılmışsa, o neredeyse bulunur gelir, o kararlaştırılan anda orada can verir. Kimin eceli kimin eliyle, bilinmez. Hasılı Ondan kaçış yok! Yaratan da O, yok edecek olan da… Beden de O’ndan, can da… Bizim neyimiz var ki! Yahut neyin kararını verme hakkına haiziz?”
“Ne kadar da kadercisin, Kaptan! Zaman zaman benim de kendimi kaptırdığım oluyor ama en çok bu hususta zorlanıyorum. Madem kader var, mesuliyet neden var?”
“Kader bahsi, en hassas husus, azizim! İmanı zedeleme ihtimali olduğundan olsa gerek, tartışılması uygun görülmemiş. Seninle sonra konuşalım bu bahsi, olur mu? Henüz çok erken… Daha fidan dikerken budamaya başlamak gibi… Hele diktiğimiz fidana bir sene boyunca bakalım! Önce yanına sağlam bir dayanak bulalım, çevresini engellerle çevirip korumaya alalım, sonra sulayalım, gübreleyelim, dibini çapalayalım, biraz eselsin, şöyle boy atsın bir görelim, sonra gerekeni yaparız Evelallah!”
“Nasıl istersen ama beynimi kemirip duran bir kurttur o, bilesin!”
“Güldürme beni yahu! “Islak Yıldız” diye başladın, konuyu sulandırdın. Hani ben şoförle biletçiyi anlatacaktım da sen de dinleyecek, pay kapacaktın! Binlerce yıldızın arasından seçmişsin birini, dikmişsin gözünü, şartlamışsın kendini, adına aşk demişsin hayranlığın, yaptığın efsunun, büyü dönmüş, seni tutmuş!”
“Aşk o değil midir zaten! Ormanda ısrarla tek ağaca bakmak değil midir!”
“Mecbur musun kardeşim! Çevir gözünü başka yere! Bütün o eziyeti sen ettin kendi kendine. Akıl var, mantık var… Olacak şey var, olmayacak şey var.”
“Yani şimdi diyorsun ki sen bana: “Sen bir garip çingenesin, nene gerek gümüşlü zurna!” Anladım abi, anladım. Boş ver sen benim aşkıma meşkime! Haydi anlat şu hikâyeyi, Allah aşkına!”
“Çok şükür, müsaade çıktı! Ben senin ruhunun huzura kavuşması için çırpınıyorum. Aşkını körüklememi mi bekliyorsun benden? O bir illet! Yakana yapışmış, bırakacak gibi değil! Yaşını başını almışsın. Kaldı ki şöyle bir dörtlük var, mutlaka duymuşsundur:
“Bu gününü düşünme
Dün geçti, yarın var mı?
Gençliğine güvenme
Ölen hep ihtiyar mı!”
“Ölüm, her evin önüne çöken bir kara devedir.”
“Bütün yazarlar, ne yazarlarsa yazsınlar, aslında kendilerini yazarlar. Kendilerini yazanlar, hayatı yazar gibi an be an yaklaşmakta olan ölümü yazarlar. Yazarlar, yazdıkları hayat hikâyeleriyle okuyacak olanları ölüme hazırlarlar. Bazıları dünyaya yönlendirir, bazıları ukbaya… Erenler evliyalar da bir nevi Peygamber varisleridir. Onun için onlar da yazarlar gibidirler. Sohbetleriyle etraflarındakileri ölüme hazırlarken ahreti işaret ederler. Gafletten uyarmaya gayret eder, öte dünyaya doğru dümdüz ve Allah aşkına ulaştıracak en kısa yolu tarif eder, çıkacakları yolculuk için azık tedarik etmelerini öğütlerler.”
“Şoför de posta oturunca bunu mu yapmış? Yani hep ölümden mi bahsetmiş dinleyenlere?”
“Kitaplar ve Peygamberler de, o da öyle yapmış. “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” demiş Hazreti Ali. O zaman uyanmanın ne faydası olacak! Mühim olan buradayken uyanmak ve ayağını denk almak! Son pişmanlık ele geçmez! Birilerinin bunu sık sık hatırlatması lazım. Aksi takdirde insan, dünyanın alına yeşiline aldanır, kanar ve yanar!
Gelelim bizim şoföre! Emekli oluncaya kadar, sohbet için genişçe bir yer bulmak konusunda epey güçlük çekmiş. Bazen kirada oturmakta olduğu evin bir odasında, bazen de evlerine davet eden arkadaşlarında iyi kötü idare etmiş. Bütün istediği, kendisine ait geniş, iki katlı bir evmiş. Ahşap ya da betonarme… Nasıl olursa olsun ama mutlaka herkesin rahat edebileceği kadar geniş ve kullanışlı olsun!
Emekli olur olmaz arzusunu gerçekleştirmiş. İki katlı, geniş bir ev satın almış. Üst kata taşınmış, alt katı da gelen giden için tahsis etmiş. Salon olarak kullandığı geniş odaya büyük bir halı sermiş, etrafını yer minderleriyle donatmış. Duvarın birini boydan boya kitaplık yapmış. Bir soba kurmuş köşeye, bir de rahle koymuş kenara, konfor tamamlanmış.
Mutfağında ocağı, çok miktarda mutfak malzemesi… Orası, ihtiyaca rahatça cevap verecek tarzda hazırlanmış.
O işine koyuladursun, gün gelip biletçi de emekli olmuş. O da onun yaptığını yapmak, Allah yolunda emek sarf etmek istiyormuş. Ona da iki katlı bir ev nasip olmuş ama hanımı arkadaşının hanımı gibi anlayışlı ve fedakâr değil, aksine titiz ve geçimsiz, bencil biriymiş.
“Ben başıma adam madam toplamak istemem. Kim çekecek onların dertlerini! Çay yap, kahve yap, yemek hazırla! Benim başka işim yok mu! İki kat bana ancak yeter. Ne yaparsan yap! Nereye giderseniz gidin! Bana ne!” diye isyan bayrağını çekmiş.
Bu yol öyle bir yol ki ne olursa olsun kimseyi incitemezsin! Dileseydi o da tavrını koyar, istediğini yapmaya kalkardı. Neticede onca yıl o çalışmış, o hak kazanmış o paraya. Parasını o vermiş evin ama yıkmış boynunu gitmiş, bahçedeki yaklaşık bir buçuğa iki buçuk ya da üç metre kadar olan kömürlüğü boşaltmış. Evin yanına yaptığı küçük, derme çatma bir kaydırmanın altına odunu kömürü taşımış. Kömürlüğü temizlemiş, sıvamış, badana etmiş. Kapısını penceresini elden geçirmiş, oturulacak hale getirmiş. İçeriye bir kilim sermiş, birkaç küçük minder atmış. Ortaya bir mangal koymuş. Başlamış mahallenin çocuklarına Kur’an öğretmeye. Arada sırada ziyarete gelen arkadaşlarını da karısının şerrinde evinde ağırlayamamış, oraya almış. Küçük tüpü kapının önüne koyuyor, çayı kahveyi onun üstünde yapıyormuş. Çocuklar acıkınca tencereye su koyuyor, çorba pişirmek için içine bir avuç pirinç atıyormuş, bakıyormuş ki pilav olmuş!
“Haydi kaşıklayın bakalım, çocuklar!” diyormuş.
Onlara abdest namaz öğretiyor, hayata hazırlanmaları için gereken tavsiyelerde bulunuyor, hisse kapmaları, içlerinden ders çıkarmaları için eğitici öğretici hikâyeler, kıssalar, fıkralar, masallar anlatıyormuş. O memnun, mahalleli memnun… Hanım çok daha memnun… Günler böyle geçiyormuş. Bir gün şoför arkadaşı da ziyarete gelmiş.
“Sen de ev almak istiyordun ve aldın. Ne yaptın? Nasıl yaptın, merak ettim de bir göreyim diye geldim.” demiş.
İhtiyar mahcup, üzgün… Kızarmış bozarmış. Eve doğru yönelen arkadaşını kömürlüğe yönlendirirken tevekkülle cevaplamış:
“Ben burayı yapabildim. Vaktiyle kömürlüktü. İşte gördüğün gibi… Çok dar ama idare ediyoruz. Gönüllerin sığdığı yere insanlar sığabiliyor. Biraz sıkışık mıkışık ama olsun! Az da olsa “Hak yolunda emeğim var!” diyebileceğim ben de. Nasıl? Olmuş mu?”
“Olmuş olmasına da çok dar değil mi?” diye kollarını dua eder gibi iki yana açarak karşı duvara dayamış. Karşı duvar, duvar değilmiş zaten, kayalıkmış. Afyonun sert kayalarını belki bilirsin. İşte öyle kayalara dayalıymış o kulübe. Öyle kolay kolay kırılacak parçalanacak gibi değilmiş. Haydi buraların kayaları olsa, portaş… Daha dokunmadan ufalanır. Kalkerli arazi… Hemen her yer zir- i zemin…”
“Antalyalılar zerzemin diyorlar, abi. Yerin altı oyuk oyuk… O kadar yağmur yağıyor, sular seller… Beş dakika sonra hiçbir şey kalmamış!”
“Başlamış duvarı ittirmeye… Bir iki metre gitmiş duvar. “Tamam mı? Yeter mi?” diye sormuş. “Yeter yeter!’” diye cevap alınca durmuş. “Böyle daha iyi oldu, değil mi?” demiş. Olmaz mı! Aşağı yukarı üçe üç bir oda halini almış.
Dudak büküyorsun. Şimdi sen inanmadın. Fizik kurallarına aykırı, diye düşündün ama İsmail gidip görmüş ihtiyarı da yeri de. Hatta dedi ki:
“İnanmazsın, tavanda eklenti yeri bile belli. Sıvanmış boyanmış ama kapanmamış. Gözümle gördüm. Hareket eden duvar, bahçe duvarının iki metre kadar içinde.”
“Nasıl oluyor bu böyle?” diye düşündüm de… Allah için imkânsız diye bir şey var mı! Yeri göğü nasıl yarattıysa, yeri ve göklerdeki koca koca kütleleri direksiz, dayanaksız boşlukta nasıl tutuyorsa, o da öyle olmuş. Yeter ki O bir şeyin olmasını dilesin ve “Ol!” desin! Güneşi nasıl yana yana döndürüyorsa, yarattıklarını nasıl ışıtıyor, ısıtıyor, yaşatmak için gerekenleri verdiriyorsa, onca gök cismini akıl almaz süratle döndürüp, gezdirip, birbirlerine çarptırmadan birbirinin içinden geçiriyorsa, onu da öyle yapmış.”
“Onu şoför yapmış. Nasıl yapmış?”
“Ona, onu yapabilme iznini ikram etmiş. Bizim için yapacağımız her iş emek ister. Allah için dilemesi emretmesi kâfidir. Her şey o şekilde olmuştur ve O’na dönecektir.”
İyice aklım karıştı. Tam inanmaya başlamışken keramet meramet… Akıl ermez işler… Hayret edilecek olaylar… Gel de inan şimdi!”
Kül Yutmaz”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 556
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.