- 294 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kadersiz tevhid olur mu?
“Zünnun’u da (Yunus’u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: ‘Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!’ diye niyaz etti.” (Enbiya sûresi, 87)
Bugünlerde şunu farkettim arkadaşım: ‘Kader’ ile ‘tevhid’ arasında bir denge ilişkisi var. Bu denge ilişkisi aynı zamanda tenzih ve tevhid arasında da geçerli. Nasıl tarif etsem? Belki şöyle demeli: Bu mübarekler beraberce çalışırken kalpte, insana, ’istikamette kalma’yı da öğretiyorlar. Bir münacat-ı Yunus aleyhisselam sırrı bu. Mürşidim bu ilişkiye dikkatimizi şurada çekiyor:
“Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü’min, herşeyi hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için, cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor; ona ’Mes’ul ve mükellefsin’ der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: ’Haddini bil, yapan sen değilsin.’”
Allahu’l-a’lem kaydıyla zikredelim. Bu bahsin bana çağrıştırdığı kanaat o ki: ’Haddini bilmek’ insanın tevhid ile olan ilişkisine işaret eder. Yani Allah’ın birliğine imanımız bize haddimizi de bildirir. Durduğumuz asıl yeri gösterir. ’Teklif ve mesuliyetten kurtulmamak’ ise kaderle ilişkimize bakar. Yani kendimizi ‘sorumluluktan kurtulacak kadar’ önemsiz bulmamızı engeller. Çünkü bu tavır da günahlarımızı Allah’a bırakma tavrıdır. Aşırıdır. Yanlıştır.
Bunu biraz daha açarsam: Tevhide olan imanımız bizi herşeyin yaratışını/mülkiyetini Allah’a vermeye zorlar. Elhamdülillah. Bu tevhidin kaçınılmazıdır. Allah birse mülk de elbette o birindir. Fakat bu verişi eylerken insan nerede duracaktır? Yahut da şöyle sormalı: Durması gereken bir yer var mıdır? el-Cevap: Evet. Vardır. Duracağı yer irade ve ihtiyarıdır. Çünkü onu da Allah’a verirse, bu sefer imtihanının bir hikmeti kalmayacağı gibi, Allah tasavvurumuz da ‘açıklanamayan kusurlardan dolayı’ onulmaz yaralar alacaktır. Mesela: Allah, eğer özgür bir irade vermemişse kuluna, zalim kullarına verdiği cehennem azabı bir zulüm olmayacak mıdır?
Bu noktada, arkadaşım, tevhid ile başlayan iman esaslarının kader imanla hitama ermesi, yani kemalini bu iki nokta arasındaki altı rüknün bütünlüğünde bulması, ayrıca hikmetlidir. Nitekim, Mutezile’nin sapıttığı ’şerrin hilkati’ meselesi, Bediüzzaman’ın da altını çizdiği üzere, takdise/tenzihe yaptıkları vurguda istikameti koruyamamalarından kaynaklanmaktadır:
“Sual: Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ’Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar. (…)
Elcevap: (…) Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünkü, halk ve icad umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibarıyla hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar, sû-i ihtiyarıyla ateşi kendilerine şer yapmakla, ’Ateşin icadı şerdir’ diyemezler. (…) İşte Mutezile bu sırrı anlamadıkları için, ’Halk-ı şer, şerdir; ve çirkinin icadı çirkindir’ diye, Cenâb-ı Hakkı takdis için, şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler, ve bi’l-kaderi hayrihî ve şerrihî olan bir rükn-ü imaniyeyi tevil etmişler.”
Bu metinlerden hareketle diyebiliriz ki: Biz Allah’a tevhid ile iman ederiz, fakat bunun sınırı tenzihi, takdisi ve tesbihidir. Onun subhaniyeti/kusursuzluğu bir noktada bizi durdurur ve der ki: “Buradan ileriye geçemezsin. Çünkü buradan ileriye geçersen, kusurları da Allah’a vermiş olursun ki, ilah kusurlu olamaz.”
Evet. İnsan mahlukattaki kusurlar üzerinden Allah’a benzetme yapamaz. Ancak mahlukatta (gölgesinin gölgesi şeklinde) tecelli eden isimler/sanatlar üzerinden onların kemalini niyet ederek bir esma ve şuunat okuması geliştirebilir. Tam olarak ‘ne olduğunu’ anlayamaz, ancak ‘olduğunun’ farkına varır. Subhaniyet hakikati bu noktada bize ’tevhid tefekkürünün istikametini’ öğretir. Mizanımızı adalette tutar.
“Madem faaliyet bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü’l-Vücud, zât ve sıfât ve ef’âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmidir. Elbette, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır.”
Münezzeh/mukaddes gibi tabirleri kullanmamız, varlık üzerinden Ona dair yaptığımız okumalarda, istikameti şaşırmamamızın tek yoludur. Evet. Tesbih tevhide olan imanımıza istikamet katar. Onu aşırılıklardan korur. Şu tesbihin beşerdeki boyutu, insanın iradesine ve ihtiyarına, imtihanının sonucu olarak gideceği yere ’bu seçimleri/seçim kusurları dolayısıyla gideceğine’ iman etmemize bağlıdır. Nazarımızdaki kusurları Allah tasavvurumuza bulaştırmadan doğru bir şekilde açıklama şeklimizdir bu. Fakat seçimleri insana verirken de, onu Allah’a ortak koşmamamızın, yani tevhide yara aldırmamamızın sırrı, ’hilkate kader şeklinde bir iman’dır. Kader yaratılışa, ama salt bidayette değil her an devam eden bir yaratılışa, nasıl iman ettiğimizi söyler bize. İşte, o denge, yukarıda da geçen şu ifadelerde saklı: ’Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir.’ Halk/yaratış Allah’ın, kesb/kazanma senin, kendini de Allah gibi kusurlardan tenzih edemezsin.
Kader konusunda kafası karışanların bu iki daireyi ayırmakta da zorlandığını görüyoruz ki bu da tesadüf değil. Tevhid ’halk/yaratılış’ dairesine bakar. Kader ’kesb/kazanma’ dairesine bakar. Yani, arkadaşım, Allah’a ‘Allah’ gibi iman etmen için kadere imanını tevhide imanından ayırmaman gerekiyor. Yoksa arkasını toparlayamazsın. Tevhidde zirveye çıkayım derken tesbihe zarar verdiğin gibi (Cebriye misal), tesbihi koruyayım derken de tevhide zarar verirsin (Mutezile misal). Ne diyelim? Allah bizi ehl-i sünnet ve’l-cemaatin istikametli çizgisinden ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.