- 291 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Leyla kanı içerek Mecnun olunmaz
Arkadaşım, “Halimiz nedir?” diye soruyorsun, anlatayım: Sultan, sofrasına davet etmiş, ama biz sofraya âşık olmuşuz. İkramlarsa zamanla mukayyet. Bitiyor. Sonra Sultan bizi başka odaya aldırmak istiyor. Misafirlik hep sofrada geçmez ya. Başka ihsanlar da olacak. Korkuyoruz.
Bu korkunun ismi nedir peki? “Sofra âşıklarının sofradan kalkma korkusu.” Sultanın hatırını kırma cür’eti. Her yerde bulur bizi. Ölümden korkarken de böyle. Gençlik giderken de böyle. İşte zor yazdığım günlerde kalemle misalim böyle. Sanki tabağımın sonuna geldim gibi.
Kalemden kaşığımla dibini dövüyorum. Çıkmıyor. Kolay yazma nimeti elimden çekilmiş gibi. Birkaç günlüğüne? Daha fazla bir zaman için? Kimbilir. Yoksunluk, o nimetin zatî bir özelliğimiz olmadığını, dolayısıyla onun için de ayrıca Allah’a borçlu olduğumuzu hatırlatıyor. Senin anlayacağın: Gaflet de perde perde. Varolduğun için borçlanmak her defasında yeniden borçlanmak değildir. Yaratılış big-bangden ibaret değildir. Halık ismine borcumuz Kayyum ismine borcumuz gibi değildir.
Hatırlayış şükrün madenidir. Hem hatırlayış azgınlıktan da korur. Evet. Hatırlamaktan memnunum. Fakat, neden açıkça diyemeyeyim, Hz. Musa efendimin duasında dediği gibi ‘otuziki kısım tekmili birden’ dilenciyim: Allah’ın vereceği her hayra muhtacım. Çünkü yaratılışım bu açlık üzerine. Birşeylerin sonuna gelmekten karanlıktan korktuğum gibi korkarım. Her ayrılık daha büyüklerinin kabuslarını çağırır.
Ölüm korkumun kaynağı budur. Yaşlanmak da bu yüzden üzer beni. Saçlarımın dökülmesiyle değil sorunum. Günlerimin de dökülmesi. Sevdiklerimin de günbegün dökülmesi. Hazan, sonbahara özgü değil, sofradaki hiçbir şeyi ıskalamıyor. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Dökülmek ciddi bir çağrışımdır. Ve der ki: Dökülüş istisnası bulunmayan bir kanun-u ilahîdir. Şecere-i hilkat herdem yapraklarını döker. Varlığına ölüm, korkusuna fena, yokluğuna beka deriz.
Yalnız yaprakların kaderi değil hepimizin kaderi dökülmek. Varlığımın bağlamından/dalından kopup yavaş yavaş bir kenara doğru itildiğimi görmem. Bir kırık oyuncak hikayesi. Ayaklar altında kalmam. Eskimem. Önemsenmez oluşum. Önemsediklerimin de önemsenmez oluşu. Sesimin çatlaklaşması. Zor duymam ve zor da duyulması. Lisanımın tuhaf bulunmaya başlanması. Daha az hayran olup daha çok acımaları bana insanların. Daha az fikrimi sorup daha çok duymazdan gelmeleri.
Beraber söylendiğim ve ancak onunla anlamlı olduğum cümleden uzaklaşıyorum. Tabaklar bitiyor. Kaşıklar boş dönüyor. Sahipleri korkuyor. Yabancı bir gezegende gibiyim. Gözüne girebileceği kimse kalmayınca insan neden göze görünmek istesin? Hani diyor ya mürşidim: “İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile, akran ve ahbabım ve akaribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazin bir gurbeti hissettim.”
Memleketinde gurbetçi eder zaman insanı. Yakınları içinde yabancı eder. Mutluluk paylaşmaktır. Paylaşmak ancak aynı şeyleri değerli bulmakla mümkün. Bu payda yok oluyor en çok yaşlanınca. Esprilerini anlayamam. Hızlarına yetişemem. Dinledikleri müzikleri sevemeyişim de cabası. Gittikleri yeri özlüyorum. Anlaşılacağım ve anlayacağım o yeri özlüyorum. Ölüm önce sevdiklerimi almakla kendisini bana özletiyor.
Gitme zamanı yaklaşıyor. Anlıyorum. Hiçbir şey katamıyorum dünyaya artık. Dillerin farklılaşması, anlaşmazlık, rüzgarın insanları savurması… Babil kulesinde başa gelen birşey değil yalnız bu tefrika. Her çağın başında. Çok konuşan ihtiyar neden sevilmez hiç düşündün mü? Konuşmak gitmek istemediğinin işaretidir çünkü. Bir varolma çabasıdır.
Yaşlılardan beklenen daha çok susmaları. Gidiyorsun zaten. Daha fazla tutunmaya çalışıp yer işgal etmek niye? Çocukluğumu özlüyorsam o zamanlar sonun bahse değer olmayışından. Ne diyor Ian Mcewan Zamanın İzlerinde’de: “Çocuklar için çocukluk sonsuza dek sürer.” Aynen öyle. Herşeyin daha başındaydık. Yaratıldığımız noktaya daha yakındık. Eskitemiyordu o günlerde bizi hiçbirşey. Gün bizim günümüzdü. Bağlam bizim bağlamamızdı. Şakalarımız yeniydi. Yorumlarımız orijinaldi. Duyduğumuz her espriye gülerdik. Çünkü kendimizden sıkılmamıştık.
Bediüzzaman bir yerde insanı ‘yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu’ olarak tarif ediyor. Yorulmadığımız ve tok olmadığımız doğru. Ancak bir sınırımız da var. Doymanın sınırı değil de yutabileceğimiz lokmanın sınırı. Birşeyleri arkamızda bırakmak zorundayız yeni şeyleri hayatımıza sokmak için. Rengini unuttuğumuz gözler olmalı yeni gözlerin aklımızda kalması için. O sınırın farkındalığına vardığımız anlarda canımız yanıyor işte. İnsan sonsuz olana âşık yaratılmış. Neyi sevse sonsuz olmasını istiyor.
Hayır, dikkat et, aşk da bir ikram gibi kaçıyor burada. İkram değil halimiz. Muhtaç olan biziz. İnsan sonsuza aç yaratılmış. Bu yüzden doymak bilmiyor. Monotonluk yürümekten yılmayanın yolun sonunun geldiğini sandığı yerde gerçekleşiyor. Bitti sanıyorsun ve canın sıkılıyor. Yüreğinde güç var halbuki. Hem fıtratın da müsait değil bitene. Hz. İbrahim efendim “Batıp gidenleri sevmem!” derken neyin altını çiziyorsa sen de monotonluktan şikayet ederken aynı şeyin altını çiziyorsun.
Peki nasıl aşacaksın? Aşmak ancak Kasas sûresinin verdiği dersle mümkün: Neyin içinde ona bakan yüzü bulsan, işte, o yok olup gitmeyecek. Şunu da yanlış anlama: Ona bakan yüzü bulmak salt ’saf bir niyetle onun için yapmak’tan ibaret değil. Ona dair olan aynı zamanda ’ondan ona, ondan ötekine, ötekinden daha bir başkasına’ geçilecek bir ’birbirine bakar şe’n ve namlar’ ülkesidir. Daha doğrusu: Koridorudur. “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi ona başlarız…” Allah’ın ismiyle başlamak Allah’ın hakkında başlamaktır. Allah hakkında (bakmaya, görmeye, bilmeye, yorumlamaya… vs.) başlarsan sonsuz bir yolculuğa çıkmış olursun:
“Öyle de, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü’l-Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe’n ve namları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnümâ icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temessül ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var.”
Sevdiklerimiz ölünce yanıyoruz. Yapraklar dökülürken hüzünleniyoruz. Çocuklar büyürken gamlanıyoruz. Tabağımızın dibine geldiğimizde üzülüyoruz. Çünkü sofraya âşık olduk biz. Çünkü tabaktakini tüketiyoruz. Tükenebilene âşık olmak bizi böyle bedbin yaptı. Tüketirken aslolanın o olduğunu düşünüyoruz. Azap veren çelişki burada: Leylasının kanını içerek mutluluk arayan Mecnunlar gibiyiz.
Yemek-içmek değil asıl problem. Ya? Nimeti yol kılmamak sorun. Onu onda bitirmek asıl israf. Onu onda bitirmesen elbette israf olmaz. Çünkü o bilmekle bitmeyecek olandır. Çoğu insan sanıyor ki ’besmele’ ile başlamış ’elhamdülillah’ demekle nimetle işimiz bitmiştir. Ne münasebet. ’Elhamdülillah’ demekle o iş yeni başlamıştır. Çünkü kafamız daha yavaş çalışır, ’fikir’ o kadar kısa süreye sığmaz. Sırası üçüncüdür. Hatırası bizde kalandır. Hatırlanandır. Hatırlandıkça yaşayandır:
”Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta ’Bismillâh’ zikirdir. Âhirde ’Elhamdülillâh’ şükürdür. Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad, Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.“
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.