- 616 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Dost giderken yüzünü de götürür
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Montaigne’nin erken yaşta vefat eden dostu La Boetie hakkında söylediği şu cümle bana pek dokunaklı gelir: "Benim gerçek yüzümü birtek o gördü ve bu yüzü kendisiyle birlikte götürdü." Neden öyle gelir peki? Çünkü bu cümleden ’dostluğun mahiyetine’ dair de hikmetler çıkarırım. Evet. Demek ki: Dost, yanında iyi vakit geçirdiğimiz değildir sadece, bizi iyiliğimize de inandıranımızdır.
Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İnsan kendisi hakkında ümitsizliğe düştüğü vakitlerde dahi dostunun gözünde böylesi bir karanlık görmez. Görmedikçe ona ’dost’ der. Varlığına daha sıkı sarınır. Tesellisine daha sıkı sarılır. Hep yanında olmayı ister. Zira yanında olmak ruhuna salt kendisiyle kalmaktan daha iyi gelir. İşte, arkadaşım, bu pencereden bakarak diyebiliriz ki: Dostumuz dünyamızı içten dışa güzelleştirenimizdir. Bizi ’bizim dahi bazen hakkında şüpheye düştüğümüz’ bir güzelliğe inandıranımızdır. ’Olabilirliğin aşkına’ düşürendir.
’Olabilirliğin aşkı’ her fiilinin öncesi bir tahayyüle dayanan âdemoğlu için pek kıymetlidir. Hatta diyebiliriz ki: Hayalin yapıtaşı ümittir. Ümidin yapıtaşı ise ’imkanat bilgisi’dir. O bilgiye yönlendiren hissediştir. Sürükleyici aşkıdır. Sezgisel bir dokunuşla mümkünlere, yani şahid olunandan da öteye, yani ’gayba’ uyandırılmaktır. İman etmektir. Görmeden evvel inanmaktır. Duymadan evvel hakvermektir. Koklamadan evvel sevmektir. Tatmadan evvel lezzet almaktır. Dokunmadan evvel hoşlanmaktır.
İnsan ’ihtimallerin aşkı’na düşürülmeden ümit sahibi olamaz. Ümit sahibi olmadan hayal sahibi olamaz. Hayal sahibi olmak da fiil sahibi olmanın öncesidir. Demem o ki arkadaşım: Her emeğin öncesi bir çeşit aşktır. Varoluşa daha vuslatına hiç ermeden evvel duyulan bir hasrettir. Bir farkediştir. Bir heyecandır. Bir seziştir.
İşte biraz da bu nedenle bizi ’olabilirliğin aşkına’ düşürebilecek dostlara ihtiyacımız var. Yani: Görmediğimizi bizde görecek gözlere muhtacız. Gözlerinden kendimizi görmeye muhtacız. Dillerinden kendimizi duymaya muhtacız. Kendimiz hakkındaki aşkınlığa ancak bu türden dürtmelerle inanabiliriz. Yalnız kalırsak en açık/ortada hünerlerimiz hakkında dahi yeise düşeriz. Emniyet edemeyiz. Peşinden gidemeyiz. Dikkat ederseniz, Montaigne, kendisine ait olan bir yüzü de beraberinde götürdüğünü söylüyor arkadaşının. Boşuna bir söz değil bu. Evet. Pencere uzaklarda kaldığında manzaranın güzelliği de ardından koşar. Seyredilmeyene itimat azalır.
Kitabında da geçiyor muydu, doğrusu emin olamadım, ama çizgifilm versiyonlarından birisinde şöyle bir sahne vardı: O kadar uzun bir süre yalnız kalıyordu ki, Robinson Crusoe, konuşmayı hatırladığından emin olamıyordu. Bağıra bağıra sözler söylüyordu. Fakat sonra şüpheye düşüyordu: "Acaba doğru mu söylüyorum? Yoksa konuşmak nedir unuttum da bunları konuşmak mı sanıyorum? Çıkardığım seslerin insan sözleri olduğunu kim doğrulayabilir? Belki de delirdim. Köpek gibi havlıyorum. Ama kafamın içinde bunların ’söz’ olduğunu sanrılıyorum."
Kimi psikolojik rahatsızlıklarda da bu türden algı bozulmalarına rastlanır. Bazıları hayal ettikleriyle yaptıklarını birbirinden ayıramaz. Bazıları da aklından geçenlerin tamamını yaptığını sanır. Vesvese problemi de biraz bununla ilgilidir. Her neyse. Konudan sapmaya başladım. Sadede bağlayıp bitireyim: Ben Kur’an’da Cenab-ı Hakkın kendisini ’dost’ olarak tanıtmasında da buna bakar hikmetler seziyorum. Elbette birçok vecheleri var ancak bir tanesi de sanki bununla ilgili. Allahu’l-a’lem.
Peki neden böyle düşünüyorum? Zira Kur’an da bizi kendimiz hakkında düşebileceğimiz yeislerden kurtarıyor. Evet. Kur’an bir ’ümitveren’dir. En çok da asl-ı insan hakkında. Özümüz hakkında. Günübirlik yaşadıkları, değmemeler, tadı kaçmalar, düştüğü hatalar, kendisine yapılan ihanetler, boşa gitmeler, hayalkırıklıkları vesaire. İşte bütün bunlardan bunalıp ’kendilik uçurumu’nun kenarına yaklaştığımızda "Öyle değilsin dostum!" diyerek bizi kolumuzdan tutan bir Kur’an’ımız var bizim. Elhamdülillah. O an inanmakta zorlandığımız bir güzelliğe, değere ve ümide (yani ki fıtratımıza) inandıran bir ’gayb bilgisi’ var onda. Bir tanımlama var. O tanımlamadan neşe alan bir teşvik var. Yani Kur’an bize sadece ’yapmamız/yapmamamız gerekenleri’ söylemekle kalmıyor. Gündelik yaşamda tutunmaya muhtaç olduğumuz aşkın şekillerde de tanımlıyor bizi. "Sen böyle harika birşeysin aslında!" diyor. Şunun iyi gelmediği bir insan evladı olabilir mi?
Hani; Aleyhissalatuvesselamın, ümmetini ateşe koşan pervanelere, kendisiniyse onların eteklerinden tutup gitmelerini engellemeye çalışan birisine benzettiği bir hadis-i şerifi vardır. Ben bu hadisi sadece ahiret nokta-i nazarında düşünmüyorum artık. Daha bu dünyada kendiliğimi tarif hususunda (yani ’olabilecekler’ hususunda) mübarek ellerinin tutuşunu hissediyorum onun. Evet. Ben sadece konuşan bir hayvan değilim. Kendimi bu kadar sığ bir varoluşla tarif etmiyorum. Kimin sayesinde? Eteklerimden tutan sayesinde. O, cehenneme doğru uçarken eteklerimden tuttuğu gibi, daha bu dünyada cehennem yaşatacak kendilik tariflerine doğru uçarken de eteklerimden tutuyor. "Dur!" diyor. "Kendini böyle aşağı görme. Sen Allah’ın pekçok güzellikler ektiği bir tarlasın. Boşuboşuna değilsin."
İnsan gözlerinden kendisini böyle seyrettiği bir dostu sevmez mi? Heyhat ki heyhat! Montaigne dostunu bir sevdiyse bizim bin sevmek hakkımızdır. Hem dostumuz buna layıktır. Çünkü değerimizi sözlerinde bulduk. Yokluğunda, Allah esirgesin, yüzümüzü dönmemecesine yitiririz. Cenab-ı Hak bu dünyada eteğimizi tutan mübarek elleri ahirette öpebilmeyi nasip eylesin. Âmin.