Kaç Tavşan Kaç
Telefonunun zili bilmem kaçıncı kez çalıyor. Sessiz olmalı. Kurtuluşunun buna bağlı olduğunu düşünüyor. Hadi tut nefesini. Ve usulca ayır gözünü kapı dürbününden. Parmak uçlarında geri geri ilerle. Kapıdan yayılan her tık, yavaşlayan zamanda güm oluyor, evi titretiyor. Kalbi kontrolden çıkmış, ter damlaları gürültüyle düşüyor yere. At kendini açık kapıdan içeri. Uzan yatağa. Yorganı üstüne ağır ağır çekiyor, sessizce. Cenin pozisyonu alıyor. Gözleri açık. Karanlık. Çıt yok. Gözlerini yumuyor. “Merhaba” diyor bir kadın. O şimdi heykel. Bir “Merhaba” daha… Bir, bir, bir ve birkaç “Merhaba” daha… Ağır ağır sıyrılan yorgandan ürkek iki mavi göz beliriyor. Sonra sevimli bir burun… Tavşan Kadın uzun koltukta. Ve küçük, titrek ağızdan, “Sen de kimsin?” dökülüveriyor. “Ben Emel’im” diyor kadın, “Ya da bir başkası…” O arada ardı ardına tam altı yavru doğuruyor. Ve doğurmaya devam ediyor. “Kim olduğumun ne önemi var?” Gözleri, düşen kulaklarına kayıyor. Parmaklarıyla, son şeklini almak üzere olan uzun, tüylü yeni kulaklarını yoklarken, mini mini tavşanlar, “baba” nidalarıyla üstüne atlayıveriyor. Bir fırtınadır kopuyor. Kadının kocaman karanlık ağzına sürüklenirken, havada havuç kokusu. Beyninde, “Ben senin geleceğinim Orhancığım. Benden kaçamazsın!” yankılanıyor.
Kan ter içinde uyanıyor. Telefon zilini, parmağını telefon ekranında hızla kaydırarak sustururken ayakta. Arayan Emel.
“Artık telefonlara da cevap vermiyoruz bakıyorum!”
“Uyuyordum.”
Yatağın köşesine oturuyor.
“Hem sen beni niye aramıyorsun bakayım?”
Emel bunu çok sert söylüyor.
“Arayayım mı?”
“Ara.” Emel’in sesi bir yavru kedi. “Arada bir, mesela saat başı arasan…”
“Peki.”
“Peki… Ara ha!”
Telefonunu sessize alarak önündeki sehpaya sertçe koymadan önce saate bakıyor. “Sabah sabah!” Sırtüstü uzanıyor. Tavandaki ayakkabı izi, 45 numara. Derin bir nefes alıyor. Tutuyor. Hay diyor içinden nerden kapıldık bu akıma. Daha geçen hafta 43 numaraydı, der gibi bakıyor. Nefesini bırakıyor. Arkadaş çevremi bir gözden geçirmeliyim, der gibi sallıyor başını. Bir süre sonra uyuyakalıyor.
Sehpadaki titreşime uyanıyor. Başını o yöne çevirdiğinde ekranda bulanık bir “Emel Arıyor.” Telefonunu üç denemede açmayı başarsa da bir şeyi yine başaramıyor: Emel’le olan konuşmalarında, arasa da aransa da ilk lafı söyleyen olmayı.
“Ya Orhan, bak aramıyorsun! Ne bir mesaj ne bir çağrı…”
“Uyku” diyor. “Uyku, uyku…”
“Başlarım uykuna ha! Akşam olmuş, hem hafta içi, ne uykusu bu!”
Ağır ağır doğruluyor. Yatakta bağdaş kurarak oturuyor.
“O işi bıraktım” diyor. “Bir hafta oldu. Artık bir rock barda hafta sonu geceleri gitar çalıp şarkı söylüyorum.”
“Beleş maaşı bıraktın yani. Aferin sana” diyor Emel. Sözünü, “Salaksın” diyerek bitirecek ki, “Sal” deyip, duruyor. “Ya niye aramıyorsun oğlum sen beni?”
Orhan, bir an on gün öncesine gidiyor. Emel’in acil görüşmeliyiz çağrısı. Buluşma. Bir masada karşılıklı oturuyorlar. Gözleri Emel’in masaya ritmik bir şekilde inen uzun ince parmaklarında. Kız birden konuşuyor. “Olmuyor, ayrılalım!” “Peki” diyor o da, başını omuzları arasına alarak. Emel şaşkın. Nasıl peki ya? Peki işte. Pekiyse peki, hoşça kal, hoşça kal sırasıyla bitiyor muhabbet.
“Peki” diyor yine. “Ararım.”
“Tamam, ayrılalım dedik ama, ya nasıl diyeyim… Araman lazım ya da mesaj atman, en azından çağrı bırakman…”
“Peki ya… Ararım,” diyor telefonlar karşılıklı kapanmadan.
Telefon ekranındaki, üstünde turuncu renkle 1 yazan mesajlar simgesine tıklıyor. Emel’den gelen mesajı okuyor: “Acmicanmi teli?” Aklından lise yıllarındaki fen dersleri geçiyor. Gülümseyerek kalkıyor. Tuvalet ihtiyacını gideriyor. Duş alıyor.
Yatak odasına üstünde bornozla dönüyor. Pencere açık. Perdeyi çekiyor. Rüzgâr saçlarını dalgalandırırken geriniyor. Gözleri, karşıki tepelerin ardında kaybolmakta olan güneşin bulutları boyayışına odaklanmışken iyi ki tekrar taşınmışım buraya diye düşünüyor. Neydi öyle birinci katta? Üç kuruş fazladan para için… Hele geçen sene bu ayda; şehir gürültüsü ayrı, bütün gece mır mır sevişken kediler…
Birden aklına geliyor. Yan odadaki masanın çekmecesinden anahtarı kapıp yatağının başında duran kasayı açıyor. Para tomarlarının üstünde bir kâğıt. Yedi dairelik kira tablosunu inceliyor. Beşinci kat dışında bu ay ödemesini aksatan yok. Adamın bir kaç ay önceki sözleri dün gibi aklında: Bir süre, idare, para, patron, maaş… Babam olsa ne yapardı acaba? Diye düşünüyor. Ne yapacak, daha ilk ay çoluk çocuk demez kapının önüne koyardı. Hayattayken çok küfür etmişti babasına. En çok da rahmetli annesine davranışları yüzünden… Sırf onun hatırına ondan kalan bu Cennet Apartmanı’na, kendi içinde Cehennem adını vermemiş miydi? Yedinci katında da kendisi oturuyordu işte.
Karnı gurulduyor. Orada bir mutfak var uzakta. Uzun süredir çok sık gitmese de pek görmese de var işte. Gidiyor. Bir kuru ekmekten başka bir şey yok. Yine dışarıda yiyecek. Hazırlanıyor. Çıkmadan önce salonun bir köşesinde duran klasik gitar gözüne çarpıyor. Tıngırdatıyor. Sesler bir türlü istediği gibi değil. Bir basmayı becerebilse… Gitarı bırakırken, başını sağa sola sallıyor. Ben ve rock barda geceleri gitar çalıp şarkı söylemek, der gibi bir kez daha sallıyor başını.
Binadan dışarı adımını atar atmaz duruyor. Sigara yakıyor. Elindeki paketi buruşturup yandaki açık çöp kutusunu nişan alıyor. Fırlatacakken vazgeçip, yere bırakıveriyor. Başını kaldırıyor, birkaç metre ilerde beşinci katta oturan kadın. Göz göze geliyorlar. Kadın onu görür görmez geri dönüp köşeden kayboluyor. O yöne yürüyor. Bakınıyor. Kadın ortalıkta yok. İlerdeki marketlerden birine giriyor. Yine o yaşlı adam var kasada. Ve görünürde küçük iki kız dışında müşteri yok. Arka raflara doğru ilerliyor. Bir şeyler arıyormuş gibi orta raflara kadar geliyor. İki gofret çalıp ceketinin iç cebine koyarken, adama, ustası oldum ben bunun bakışı fırlatıyor. O, o pısırığa benzemez. Bir O beceremedi bunu. Peh! Pısırık! Bir gofret daha kapıp hızla dışarı çıkarken, bir anda dönüyor.
“Unutuyordum amca ya” diyor, “kusura bakma, aceleden…” Elindeki gofreti uzatıyor. “Ne kadar bu? Ha, bir de şu sigaradan versene, kutu, bir paket!”
Paranın üstünü uzatırken, “Ne o, manita mı bekliyor? Düğün ne zaman yakışıklı?” diyen adamı gülüşüyle baş başa bırakarak çıkıyor. Gofreti diğerlerinin yanına. “Düğünmüş, Allah korusun” diye söylenirken, beşinci kattaki kadın yolun karşısındaki marketten etrafına bakınarak çıkıyor. Paketi açıp bir sigara daha yakıp, yürüyor.
Cebinde titreme. Arayan Emel. Açmayacak. Şehrin, hatta memleketin trafiğe kapalı en işlek caddesinde. İnsanlar akın akın… Birden ortalığı sis basıyor. Sis içinde iki parlak göz. Dev tavşan ağır ağır beliriyor. Gökten kocaman ağzını açarak eğilip herkesi yutuyor. Sis dağılırken evler, iş yerleri, arabalar ne varsa yok oluyor. Sonra sessizlik. Bir o kalıyor, bir de dev tavşan. Tavşan karşısında sırıtıyor, doğurmaya başlıyor. Birer ikişer, üçer altışar, yüzer derken, biner… Binlerce yavru üstüne atılıyor. “Baba!” O artık bir havuç. “Baba, baba!” Her yanında ısırıklar... Fast food denen lokantalardan birine girerken kendine geliyor.
Mekânın içi de dışı gibi lacivert ve kırmızı renklere boyalı. Çalışanlarınsa sarı hâkimiyetindeki üniformaları, önünde kalın siyah harflerle CB yazan beyaz şapkalarla tamamlanmış. Sıraya giriyor. Emel öğretti ona. Kısacık birlikteliklerinde. Yirmi altı yıllık hayatında, ilk onunla girdi bu tarz bir yere. Çekip kolundan sokuverdi. Bana bir Cartozella Burger, bir de içecek Zubizerat suyu alırsın, sen ne yicen? Ha? Ne burger? Bak, şu iyidir; şu resimdeki: Curtillazor… Saf patates, ama süper bir şey... Haaa… Sen söylesen? Aaaay, bu ilişkide bana çok yük biniyor! Dağıl geçmiş. Sırası geldi. Kampanyadaki menülerden içinde köfte olanlardan birini seçiyor. Boş yer var mı? İlerle arkalara doğru. Arada kalmış bir masaya oturuyor.
Yemeye başlamadan cebinden telefonunu çıkarıp bakıyor. Emel’den mesaj var. Okumadan siliyor. Yemeğinden bir ısırık alıyor. Derdi ne bunun diye geçiriyor içinden. Yoksa bana âşık mı oldu? Hiç sanmam. Ya ben? Şu ufak ekranda bile kokusunu duyuyorum. Yoksa? Yok canım. Yüz yüze ilk görüştükleri günü düşünüyor.
Sevgililer gününden üç gün önceydi. Can sıkıntısından girdiği bir sohbet sitesinde tanışıp konuştukları iki haftanın ardından Emel, “Ben senden çok hoşlandım ama” ile başlayan ısrarlı bir teklifte bulunmuştu. Ekranda yemyeşil parlayan gözlerinden, çıtı pıtı kadınlığından yayılan gizemli kokunun, Orhan’ın yıllar öncesine dayanan kadına hasretliğiyle birleşmesi bu buluşmayı reddedilemez kılmıştı. O kafede karşılıklı oturuyorlardı işte. Nasıl buldun beni ve sen beni nasıl buldun sorularını ikisi de “iyi” ile yanıtlamıştı. Havadan sudan konuşmuşlar, bir ara temas eden parmakları, Emel’in “Hangi devlet dairesi senin şu iş yerin?” sorusuyla ayrılmıştı. “Söylemem” demişti yine, kızarmış bir suratla. “Bütün gün oturup, arada katları dolanıp para kazanıyorum işte. Çalışmayanları rapor edip beleş maaş alıyorum.” Bazen yalanlarına kendisinin bile kaptırıp gittiği oluyordu. Emel şüpheli bakışlar atsa da pek üstünde durmuyordu. “Ah nerede” demişti sadece, bize nerede öyle kıyak iş? Şu biyolojiyi bir bitirsem…” Ertesi akşam yine buluşmuşlar; birkaç mekân dolaşıp, çene çalmışlardı. Bir ara, “Selfisiz olmaz ama” demişti Emel. Onu hazırlıksız yakalamıştı. Gecenin sonu uzun bir öpüşmeyle süslenmişti. Sevgililer Günü ise, “Önemsiz günler bunlar” demişti Orhan. Sonraki buluşmaları tam iki hafta sonraydı. Sevişmek için. Bir pansiyonda. Berbat bir geceydi. Tam en heyecanlı yerinde, Emel’in ağzından, “Hadi, tavşanlar gibi yavrulamak istiyorum” gibi, sonradan düşündüğünde kendisinin de anlam veremediği bir cümle dökülünce, Orhan’ın o acayip korkusu hortlamıştı. Sevişmeyi bırakıvermiş, bir sürü çocuk etrafında çember olup, “baba” diye dolanırken giyinmişti. Hızla uzaklaşırken de, ezik bir Kusura bakma ile Noldu ki şimdi bakışlı biri kalmıştı ardında. Emel’in acil görüşme çağrısına kadar da, telefonda birkaç kısa, soğuk diyalogdan öteye gidememişlerdi.
Köfteli yiyeceğinin son parçasını da midesine indiriyor. Kapağını çıkardığı içeceğini kafasına dikecek ki bardağın dibinde sırıtkan tavşan. İrkiliyor. O sesi de o anda duyuyor: “Abarttınız ama.” O mu bu? Bu koku... Hadi bak çaktırmadan… Emel… Sırt sırta oturuyorlar. Eğ başını. Kapa yüzünü ellerinle. Şapkası yüzünden, hep şapkası yüzünden, der gibi kapa yüzünü. İçine bir kurt düşüyor: Ya hamileyse… Daha neler… Dönüp bakması, kontrol etmesi için onu zorlayan bir güç var sanki. Yok canım, bir şey yapmadık ki… Masada üç kız. İkisi oldukça neşeliyken Emel’den cılız sesler çıkıyor. İşte benimki yine arıyor, diyor biri. Anlamıyor hödük ya, ayrıldık işte, bitti dedik anlamıyor. Hiç pes etmiyorlar di mi? diye soruyor diğeri. İşte benimki de arıyor… Ya insanı güzel olduğuna pişman ediyorlar var ya. Sırf sevgililer günü için maceraya giriyorsun, iki dalga geçeyim diyorsun; kurtulması bir dert. Sonra ikisi de Emel’e dönüyor, biri, Aramızda kolaylıkla kurtulanlar da var, derken biri, Noldu kız seninki aramıyor mu? Kahkahalar patlıyor.
Ne yapmalı şimdi? Hızla dışarı çıkıyor. Onuncu adımı atarken zaman ağır. Durup, derin bir nefes alıyor. Cebindeki gofretlerden birini çıkarıyor. Yiyor. Yerken telefonu elinde. Mesaj yazıyor: “Emel, sevgilim lütfen…” Cebinden bir gofret daha çıkarıp etrafına bakınıyor. Köşede küçük bir kız. Çiçek satıyor. O tarafa yöneliyor.
YORUMLAR
olricx
hörmetler, dememiştim epeydir:)
dün Orhan'ın o acaip korkusuna çok gülmüştüm:) bu arada bi kitap yazmayı düşünüyor musun oli?
...
olricx
Öyle işte.