''Çok Başkayız gerçekten ve o kadar da yalnızız..''
“Bunca yaşamda ve ölüme bunca yakın,
o yüzden hesaplaşamıyorum kimseyle,
koparıp alıyorum yeryüzünden kendi payımı;
Tarçın kokusu yükseliyor çatıdaki kuşlarla!
Esrikliklere ve maviliklere sığınıyoruz birlikte.”
Elbette her şey bir döngüde akıyor, su.. zaman ve hayat...
Tanımlayamadığımız, anlamlandıramadığımız ne çok ayrıntı, soru işareti nasıl da yorgun düşürüyor ruhumuzu ve zihnimizi..
Konuşuyoruz, yürüyoruz, uyuyoruz, gülüyoruz ama o saklı his hep içimizde, bırakmıyor bizi, içimizde bir yerde öylece yaşıyor bizimle, en derinlerden bizi yok ederek.
Hayatın birçok noktasında pek çok eylemde, duyguda, düşüncede mutlak hükmümüz yok adeta, bizden ayrı bizim dışımızda akıyor gibi her şey…Üzüntüler, sevinçler, düşler, hayal kırıklıkları, yanılgı, umut, umutsuzluk...
Korkunç bir çağın yansımasıdır belki bu yaşanmışlık, Modern çağın hastalığı bu belki de…Kalabalıklar içinde nereye baksak korkunç yalnızlık..
Kiminle konuşsam telaşlı, aceleci… sonsuz bir ağrı yaşıyoruz topluca, sanki hiç gitmeyecekmiş hep taşıyacakmışımız gibi duruyor adeta içimizde...
Ve yaşıyoruz işte..
Okuyoruz, yazıyoruz… her şey öyle... kendi halinde..
Dışarıdan bakılsa aslında bazen çok imrenilecek bir hayatın resmini çizdiğimiz de doğrudur.
‘’Bir ölüyüm ben, dolaşıp duran
artık hiçbir yerde kaydım yok
bilinmiyorum mülki amirin görev yerinde
sayı fazlasıyım altın kentlerde
ve yeşeren taşra yörelerinde
Vazgeçilmişim çoktan
ve hiçbir şeyle anımsanmamışım
Yalnızca rüzgarla ve zamanla ve sesle
ben insanlar arasında yaşayamayan..’’
İngeborg Bachmann’ın şiirini sesinden dinlerken şu sözlerini düşünüyorum:
”Bildiğim tek şey, artık eskiden olduğum gibi olmadığım, saçımın tek bir telini bile şimdi daha iyi tanıyor değilim ve ben kendime eskiye oranla tek bir adım bile yaklaşamadım. Arkamdan hep meçhul bir kadın izledi beni.”
Nasıl bir yalnızlıktır bu?
Frida’nın çektiği acıları düşündüm sonra o resimlerinde yüzüne,bakışlarına yansıyan derinliği…Ve Diego’ya aşkını..
Modigliani’nin sevgilisinin gözlerinde hissetmek istediği ruhu arayışı,
Van Gogh : “Yıldızları ve göklerdeki sonsuzluğu fark edin. O zaman hayat neredeyse büyülü gözüküyor” derken hangi yitirişinin sancısını çekiyordu yıldızlara bakarken..
Caravaggio’nun gölgelere düşürdüğü yüzleri, Rembrandt’ın yaşamını…
Nazım’ın ‘’Meğer ne çok sever mişim’’ şiirinde akşamın inişini sevdiğini fark edip o şaşkınlığını:
‘’akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer.’’deyişini..
Turgut Uyar’ın Göğe Bakma durağı’nı…
Nasıl güzel bir çığlık ve sesleniştir : Göğe bakalım.
Fernando Pessoa’nın ’’Huzursuzluğun Romanı’’nı, Cesare
Pavese’nin ’’Yaşama Uğraşı’’nda acıyı benimseyişini ve iç hesaplaşmalarını, yaşama adım adım uzaklaşması, Ondan etkilenen Tezer Özlü’nün ’’Yaşamın Ucunda yolculuk’’ eserini yaşamdan kopuşunu anlatışını..Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ’’Huzur’’adını verip ’’huzursuzluğumun kitabı’’ dediği eserini...
Ve Nuri Bilge’nin filmlerinde yarattığı insanı düşünüyorum...Kış Uykusu’nda Aydın’ ı…Ahlat Ağacı’ndaki babayı..
O duyarlı ama varoluşsal anlamda yalnız, topluma yabancı ve kalabalıklarda kimliğini arayan herkese göre ’uyumsuz’ ya da ’sıradışı’ insanları ve o insanların öykülerini..
İçimizden olanların öyküleri işte..
Bizi anlatan…Yaşadığımız çağla ilintili yaşamsal gerçekliğimiz belki de.
Her insan yazdıkça tarihini de yaratacak belki de…Eserleriyle çağına ışık tutan sanatçılar gibi..
Thomas Bernhard bir söyleşisinde modern insana dair çok çarpıcı sözler söyler:
"İnsan sadece kendi başına gelişebilir. Kendi içinden çıkamadığı bilinciyle insan daima yalnızdır. Geri kalan her şey bir sanrıdır, şüphelidir. Asla değişmez bu. Okul yıllarında tamamen yalnızsınızdır. Sıra arkadaşınız vardır ve yalnızsınızdır. İnsanlarla konuşursunuz, yalnızsınızdır. Fikirleriniz vardır, gariptir, size aittir, her zaman yalnızsınızdır. Ve bir kitap yazdığınızda, veya benim gibi kitaplar yazdığınızda çok daha yalnızsınızdır. Kendini anlaşılır kılmak imkansızdır. Tek başınalıktan, yalnızlıktan çok daha yoğun bir yalnızlık, bir soyutlama doğar. Nihayetinde, yer değiştirirsiniz. Daha çabuk başka yere gidersiniz, daha büyük şehirlere kaçarsınız. Küçük şehirler size yeterli gelmez. Viyana yeterli değildir, Londra yeterli değildir. Dünyanın başka yerlerine gitmelisinizdir. Yabancı dillerin konuşulduğu bir yerlere gidip gelmeye çalışırsınız. Belki de Brüksel’dir orası, ya da Roma’dır. Bu yüzden, nereye giderseniz gidin daima yalnızsınızdır, kendinizle bir başınasınızdır. Gittikçe berbatlaşan işlerinizle yalnızsındır."
Arayışlarda en çok tutunulan duygu insana özgü’lük...belki de yalnızca sadelik....En çok kaçınılan ise belki de yalnızlık...Gerçek ise hep uzakta duruyor gibidir, hep istenendir ama kimse yanaşmaz ona, korkar kişi gerçeğin algısından…o’nu yaralayacak, belki de değiştirecek diye..
Gerçek, bazıları için belki de ondan uzak duruldukça anlamlıdır sadece.
‘’Bırak kentleri, bırak yapıların görkemini, yoksulluğunu, bırak yolları, istasyonları, insanları, yabancıları, sevdiklerini, çocukluğunu, ölen uzaktaki insanlarını, bırak, bırak, bırak içinde seni kemiren seni bırak. Bak nerelere varıyor gökyüzü. Hangi zamanlara. Hangi sonsuzluğa. Git."
Tezer’i yerleşik olmaktan alıkoyan bu duyguları mıydı acaba?
’’Görüyorsun işte yaşama tutunmak isterken, hayat varoluşumu ısrarla reddediyor.’’demişti çok sevdiğim arkadaşım.
Düşünüyorum da bir insan söylenen her söze ancak sevdiklerini yitirdiğinde mi binlerce anlam bulur?
En çok böyle anlarda mı sevdiğinin bir fotoğrafına uzun uzun bakıp en ince ayrıntılarında bile sayamayacağı kadar çok keşkeler sığdırır.
Acı çekmek insanın en yalın hali belki de,en aykırı en bilge ve hayatın akışına en umarsız yanı..
Acı çeken insan deliliğe en yakın gibi gelir,
Oysa onunla konuşsanız en iyi yazardır, en iyi şair en bilge kişi duruyordur karşınızda.
yaşayan kişidir çünkü,hissedendir..
Acı çeken kişi reddedendir,aykırıdır,sorgulayandır..
Asla kabullenen değildir,asla kaderci değildir..Bu yüzden şaşırtır sizi ondan duyduklarınız,bu zamana kadar bu kişinin dünyasını fark etmeyişinize kızarsınız hatta.
Bu aralar çoğu zaman kitap ve dergi okuyorum.. hiç de hoşlanmam aslında insana dair psikolojik kitapları okumaktan...Merak ettiklerime dair bir kitap,o yüzden zorluyorum belki de kendimi..
İnsan dediğimiz o büyülü o korkunç karmaşa...onu anlamak mümkün mü?
Bundan tam 1200 yıl önce ’’Bu dünyadaki yaşam, özlemi çekilen yaşam değildir.’’demiş Çin’de bir ozan.
1200 yıl önce...
Bu sözün gerçekliğini her an hissetmiyor muyuz bugün bile.
En eski dönemlerde yaşayan insanların hayalleri benzer miydi acaba şimdiki hayallere?
Hayal etmek belki insan için sadece bir yolculuk...Bir mücadele biçimi..
Belki de hayal bir var oluş sürecidir ve insan sadece varoluşun hazzını hissetmek icin tahammül edecektir yaşayacağı tüm gerçekliğe,hatta düş kırıklarına..
Yine de belki de insan denilen varlık, hiçbir zaman özlediği yaşamın kıyısından bile geçmeden eskiden beri göçüp gitti ve bundan böyle de göçüp gidecek bu dünyadan..
’’Çoğu insan, birbirinin aynıdır. Onların düşünceleri, başkalarının fikirleridir. Onların hayatları taklit, tutkuları alıntıdır.”demiş Oscar Vilde.
Geçmişten günümüze insanı düşündüğümüzde hayallerinde ne kadar özgür olabilmiş ki?Ve ne kadar özgür olacak ki bundan sonra?
İnsan bir başkasının yarasını,düş dünyasını nasıl hissetsin ki bu korkunç çağda?
İnsan ’hissetme’ duygusunu kaybettiğinde nasıl diğer insanlar gibi yaşayabilir ki?
Bazen düşünüyorum da hissetmek mi hissetme duygusunu tamamen yitirmek mi en çok hangisi daha korkunç?
Hissetme duygusunu yitirmiyor muyuz izlediğimiz haberlerde, toplum olarak her şeye alışmıyor muyuz, hissizliğe bile..
’’Kaos, henüz anlaşılamamış bir düzendir’’ diyor jose Saramago.
Peki insan,bu düzenin içinde nasıl tanımlayacak varlığını?
Ve nasıl anlamlandıracak kendini?
Belki de var olduğu günden itibaren kendini anlamaya ve tanımlamaya çalışan insan hiçbir zaman sonuca varmadan bir zincir halkası gibi biriktirdiği binlerce soruyu daha sonra gelenlere bırakıp yitip gidecek bu dünyadan..
Bir yazar hayatı için ’güzel bir hayattı demek isterdim..’diyerek aslında eksik kalan birçok şeye,özleme dair hüznünü anlatmıyor mu?
insanı anlamak ve sorgulamak,öyle zor öyle karmaşık bir yolculuk ki....okumak,dolaşmak,gezmek,sorgulamak... insan algısının,hislerinin varacağı son neresi kim bilebilir ki bunu?
Bir belgesel/film izledim birkaç gün önce,dünyadaki birçok tarihi,dini mekanları,törenleri,ibadetleri ve kültür mozaiği bir belgesel...müthiş müziklerle zenginleştirilmiş bir kurgu...hiç diyalog olmayan filmde insanın farklı coğrafyalarda yaşama nasıl anlam verdiğini ve kendi yaşamını nasıl yorumladığına tanık oluyor izleyici ve şaşkınlıkla oturduğu yerden farklı ruh halleriyle seyahata çıkıyor filmi izlerken...
Belki de ki insan, dünyanın her yerinde aynı insan ama her yerde yine de bambaşka..Hatta kendi içinde bile bambaşka..
İnsan diyoruz ya işte ..
Yaşam gibi...
belki de hiçbir zaman ne mükemmel olacak ne tamamen anlamsız...
İnsanın yaşadığı buhran ve yalnızlıklara uzmanlar farklı bakış açılarıyla da bakıyor,örneğin bazı uzmanlara göre yaşadığımız bazı ayrıntıların kaynağı genetik olabiliyormuş..Öyle bir yaklaşım ki örneğin bizim genetiğimizde var olan bir özellik bizde hatırlamaya bağlı olarak hissedilebiliyormuş.
gün içinde yaşadığımız birçok ayrıntıda bunu fark edebiliyormuşuz ve çoğu duygu,his davranışın altyapısında çok önceki dönemden kalma genetik bir oluşumun etkisi olabiliyormuş,bir yaşanmışlık..Bunu anlamak öyle zor ki... ama farkındalık...en çok da hatırlamaya bağlı olarak ortaya çıkarılabilen yaşanmışlıklar...ancak bilinçli bir gözlem ve kişinin iç dünyasına eğilimi ile mümkün belki de..Rüyaları düşünüyorum da,..sihir gibi değil mi?Ancak araştırmacılar rüyaları incelediğinde öyle inanılmaz hatta bazen mantıksız eylemlerin, çok çok önceden atalarımızdan gelen bir hissin yansıması,hatta hatırlanması olabileceğini öne sürüyor..Düşündürücü değil mi?
Bence beyin müthiş bir alıcı konumunda,her bilginin her duygunun depolandığı tüm yaşanmışlığın ana merkezi..ama karmakarışık şuraya buraya atılmış bir sürü bilgi ve duygunun deposu ..Sanırım hissetmek,hatırlamak,düşünmek burada çok önemli bir nokta..
insan istekleri,beklentileri,hayal kırıkları,incinmişlikler ve korkular da..aslında tüm bunları bir arada düşününce insanın mutlu olabilme ve olumlu olma özelliğini yakalayabilmesi ne kadar zor görünüyor değil mi?
Bir de reddettiklerimiz,reddedilmişliğimiz....insan diyorum, hep böyle mi devam edecek varlığı...
Anlaşılmadan,yıkarak,yıkılarak?İnsan gerçekten nasıl mükemmel olabilir ki tüm bu oluşumlar bir bütünlük içinde sıkıştırılırken hayatın içinde...Belki de yaşam dediğimiz sadece bir uyum yakalama mücadelesi..ve bunun sonu neresi o bile belli değil ki...
İnanılmayacak kadar bilinçlendi insan,artık dünyada ulaşılamayacak bilgi neredeyse yok gibi,algı inanılmaz boyutta insan denen varlıkta,araştırma yeteneği...ve inanılmaz kaynaklar...peki nereye kadar keşfedecek ki varlığını insan?
Düşünüyorum da...
İnsan belki de en çok kendine yönelmeli bence, kendini anlamalı,yaşamında tekrarlayan her ayrıntıyı hatırlamalı, yorumlamalı,anlam vermeli belki de..
Ama kim yapıyor ki bunu?
Bir kaosun içinde yalpalanıyoruz hep birlikte..
Penceremin önünde saatlerdir oturuyorum.
Aklıma Y. Ritsos’un sözleri geldi:
’’Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak için kendi sınırsızlığımızdan...
Belki bu yüzden burada oturuyorum ben..
Bir pencere önünde...’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.