- 1202 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Modern Özne Tasarımında Meydana Gelen Dönüşümler Üzerine Bir İnceleme
Özne Tasarımında Meydana Gelen Dönüşümler Üzerine Bir İnceleme
ÖZET: Avrupa’da yaklaşık olarak 17. Yüzyıl civarında ortaya çıkan ve gelenek ile karşıtlığın, daha doğru bir deyişle gelenekten kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşümü ya da değişimi ifade eden Modernite, en temelde modern birey’in inşası ile başlar (Descartes). Modern birey nasıl bir tasarıma işaret eder ve bu birey modernitenin sunduğu şekliyle özgür bir varoluşa sahip midir? Modern birey, herhangi bir dogmanın belirleniminde olmayan, aksine, kendi eyleminin ilkesini kendisinde bulan, yani özgür ve otonom kişi şeklinde sunulur. Fakat pratikte özgür ve de kendi aklının belirleniminde olan bir bireyin olup-olmadığı büyük bir problemdir. Çağdaş birey özgür olduğunu düşünür, fakat o, ne özgür ne de mutludur. Çünkü o, kendisine, diğer insanlara ve içinde yaşadığı dünyaya karşı bir yabancı gibidir. Onu, Tanrı, din vb. kavramlardan soyutlamak; anlam ve değerden yoksun bırakmak, dolayısıyla birçok problemle karşı karşıya bırakmak demektir. Bireyi tesis etmek, aslında insanları ayrıştırmak, yani insanlar arasındaki her türlü bağı ortadan kaldırmak demektir. Esasen burada problemimiz, nasıl olup da hem birey olacağız ve hem de bir arada yaşayacağız, daha doğrusu ortak değer ve anlam alanını nasıl tesis edeceğiz? Tüm bu problemleri modern öznenin serüveninden hareketle incelemek gerekir. Çağdaş birey’in nasıl bir insan tasarımını olduğunu ve felsefenin mahiyetinde nasıl bir anlam değişikliğinin meydana geldiğini özne tasarımından hareketle inceleyelim.
Anahtar kavramlar: Birey, Ethos, Tekhne, Özgürlük, Modernite
MODERN ÖZNE BİR TASARIM MI?
“Aydınlanmanın liberal ideolojisi, özgür ve eşit bireylerden oluşan bir toplum ideali öngörüyordu. Bu ideale göre her birimiz şu ya da bu grubun üyeleri olarak değil, bireyler olarak tanımlanıyoruz. Nitekim liberalizm, yasalarımızın ve öteki kurumlarımızın, bireylerin bireyler olarak hak ve sorumlulukları temelinde düzenlenmesi gerektiğini iddia ediyor. Aydınlanma liberalizmi, büyük toplumsal hareketlilik, kapitalist piyasalar, demokratik siyasal pratikler, bireysel haklar ve değer çoğulculuğu tarafından tanımlanan modern toplumlarda yaşayan insanların toplumsal deneyimlerinin ortaya çıkmasına hem yardım etti hem de bunları destekledi. Bütün bunlar, toplumsal yaşamın temel biriminin birey olduğu ve bireyinde ayrı, yani tikel bir varlık olduğu düşüncesine hizmet ediyor.” Gerçekten de, pratik hayatta toplumsal yaşamın temel birimi birey midir? Ayrıca bireyselliği tesis etmek, tüm sorunları çözmeye yeter mi?
Öncelikli olarak, “Çağdaş birey” şeklinde net bir insan modeli mevcut olmadığından dolayı, böyle bir insan modelini tasarımlayabilmek için “modern özne”nin tarihsel süreç içerisinde geçirdiği dönüşümleri ele almak, yani modern öznenin inşasından işe başlamak gerekir. Bilindiği üzere birçok felsefe tarihçisi moderniteyi Descartes ile başlatır. Hiç şüphesiz bunun en temel nedenlerinden biri, onun modern öznenin mimarı olarak kabul edilmesidir. Descartes’tan önce, her türlü otoriteden bağımsız ve özgür bir varoluşa sahip bir özne tasarımından söz etmek olanaksızdı: Çünkü insan, ya doğa ile olan bütünlüğü ya da Tanrı ile olan hiyerarşik bir ilişki bağlamında ele alınmıştır. Yani insan her halükarda bir bütünsel sistem içinde tarif edilmiştir. Oysa Descartes, ruh ve beden ayrımı yaparak insanı bir yönüyle mekanik yasalara tabi kılarken, bir yönüyle de özgür ve tercihte bulunan bir varlık olarak sundu. Descartes, bu düalist ikiciliği sonucu nesneyi, öznenin üzerinde güç uygulayabileceği bir zemin haline getirdi. O, bunu yapmakla evrendeki kozmik bütünlüğü bozmuş ve evrenin ölçülebilir, hesaplanabilir, niceliksel büyüklüklerden meydana geldiğini varsaymakla da doğa üzerinde güç uygulayıp, onu kontrol edebileceğimizi açık bir şekilde ifade etmiş oluyordu. Böylece Descartes felsefe tarihinde ilk kez olgu ile değeri birbirinden ayırmış oldu. Oysaki ne antikçağ’da ne de ortaçağ’da böyle bir şey yoktu. Çünkü onlarda olan ile olması gereken bir arada idi. Tam da bu noktadan hareketle “Heidegger, modernlik eleştirisini Descartes üzerinde odaklaştırır: Descartes, her cephede özne-nesne ayrımının, varlığı unutmanın, doğa üzerinde teknik tahakkümün modern çağdaki ustası olarak anılmaktadır.” “Heidegger, varlığın özne ve onun tasarımı olan dünya olarak ayrışmasının, totaliter dünya görüşlerin felsefi terimlerini oluşturduğunu söyleyerek modernliğin akılsallığını eleştirir.” Ayrıca, her ne kadar Heidegger açısından modernlik, doğanın ve insanın teknik sömürüsü ve varlığın unutulması anlamına gelse de, Hegel’e göre modernlik, teknik uygarlık, hukuk devleti ve akılsallığın önceliği anlamına gelmektedir.
Genel olarak modernite, bireyi, yani özneyi, hak, özgürlük ve eşitlik temelinde sunmasının yanı sıra, onu, kendisi dışındaki her ilkenin de temeli yapar ve öyle sunar. Geçmişten, din ve gelenekten, kısacası her türlü ortak bağı tesis eden ilke veya bağdan koparılıp ve kendi kendisinin özgür tek belirleyicisi olarak sunulan modern özne: Gerçekte anlamdan yoksun bırakılmış ve kendi kendisinin belirleyicisi olmak şöyle dursun; özgürlüğü dahi elinden alınmış (gücü elinde tutan tarafından belirlenir her şey, yani devlet, bilim vs.) ve anlamsız bir hayatın içinde yapayalnız bırakılmıştır. Almanya’da Alman olmadıkları için gaz odalarına kapatılıp öldürülen milyonlarca Yahudi, Fransa’da maden ocaklarında her gün ölüme terk edilen milyonlarca insan, Londra sokaklarında evsiz barksız sokaklarda yatan milyonlarca insan ve daha birçoğu insana tanınan hak ve özgürlüklerin apaçık bir göstergesidir. Ayrıca I. ve II. Dünya Savaşı gibi insan yaşamını hiçe sayan büyük felaketler de bu modern epistemolojinin pratik hayattaki en açık yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Şimdi, “yaşama hakları” dahi ellerinden alınan bu insanların hak sahibi ve özgür olduğu söylenebilir mi?
Modernitenin akılsallığına, daha doğrusu Descartesçı bir özne tasarımına en büyük darbe Spinoza tarafından gelmiştir. Çünkü Spinoza, modernitenin akılsallığını eleştirerek özneyi bütünün içinde bir parça olarak sundu. Ona göre, evren özneye göre olamaz, çünkü evrenin özneye göre olması demek: varlığın araçlaşması demektir. Oysa Spinoza araçsallığa karşı çıkarak, “Ben”i bütünün içinde bir parça, ona içkin olarak sundu. Spinoza, bundan dolayı Alman İdealistleri tarafından sıkça başvurulan bir figür olmuştur (Organik bütün). İnsan tasarımında meydana gelen bu köklü değişiklikler karşısında hiç şüphesiz felsefenin de mahiyetinde bazı dönüşümler meydana gelmiştir. Kant’ın “numen ve fenomen” ayrımından sonra metafiziği konu edinen her şey felsefeden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. “Kant’tan beri felsefenin rolü, deneyimde verilmiş olanın sınırlarını aklın aşmasını önlemek olmuştur; ancak, gene aynı dönemden – yani, modern devletlerin ve toplumun siyasi olarak yönetilmesinin gelişmesinden – itibaren, felsefenin rolü siyasi rasyonalitenin aşırı güçlerini gözlem altında tutmak olmuştur, bu da gelecek vaat eden bir yaşam beklentisidir.” Felsefe yapısal olarak bir dönüşüme uğramıştır, yani modern felsefe doğduğu ilk günden itibaren kamusal bir yapıdadır diyebiliriz.
Özne tasarımına ilişkin olarak yapılan tarifler birbirinden oldukça farklıdır. Fakat temel olarak iki gelenek üzerinde duracağım: Britanya ve Kıta Avrupa’sı. Britanya’da felsefe, Kıta Avrupa’sın da anlaşıldığından farklı anlaşılmış ve farklı yorumlanmıştır. Tekhne ve Ethos kavramını ele alışlarında bu fark açıkça göze çarpmaktadır. Tekhne, 17. Yüzyıl’da modern bilimlerle birlikte ortaya çıktı. Temel olarak tekhne (teknik) hesaplayıcı akla dayanır ve insanı araçsallaştırdığı varsayılır Kıta Avrupa’sı filozofları tarafından. Çünkü bu akıl, doğayı Antikçağ veya Ortaçağdaki akıl anlayışı gibi yalnız temaşa edip anlamakla kalmaz, onun üzerinde güç uygulayıp ve onu kontrol etmeyi ister: Doğa üzerindeki güç ve kontrol uygulama isteği sonunda insan üzerindeki tahakküme dönüşür. Bu durumdan ve modernitenin yıkıcı sonuçlarından rahatsız olan birçok filozof, örneğin Rousseau, Husserl, Heidegger ve daha birçoğu ethos’u farklı şekillerde devreye sokarak modern epistemolojiye karşı direnmeye çalıştı. Daha doğrusu onlar, ortak bağı tesis etmek için kültür, milliyetçilik, duygudaşlık, cumhuriyetçilik gibi kavramlara başvurmuşlardır. Tüm bu filozofların (Kıta Avrupa’sı) ortak noktası, Tekhne’yi yıkıcı olarak tanımlamaları ve buna karşı direnme yolları aramalarıdır. Örneğin Rousseau ilk defa aklın karşısına duyguyu alarak insanlar arasındaki eşitsizliği çözmek için cumhuriyeti önerdi. Fakat burada şunu da belirtmek gerekir ki, modernite tüm Kıta Avrupa’sı filozofları tarafından yıkıcı olarak görülmemiştir. Zaten böyle bir varsayım da öne sürülemez. Örneğin bir Kıta Avrupa filozofu olmasına rağmen Kant moderniteye karşı değildir. Kant, hem “kişi”nin otonomisini tesis etmiş hem de ortak bağı elinde tutmuştur. Dolayısıyla onun modernite ile arası iyidir. Esasen Kant’ın öne sürdüğü antropolojiye göre insan, tüm duygularından yalıtılmış, yani salt akılsal bir varlık olarak tanımlanmıştır.
Genel olarak Kıta Avrupa’sı filozofları açısından tekhne, yani araçsal akıl yıkıcı olarak görülmüş ve karşı konulmaya çalışılmıştır dedik. Oysaki Anglo Sakson, yani Britanya geleneğini takip edenler açısından tekhne yıkıcı değil, aksine, gerekli olan bir şey olarak görülmüştür. Bundan dolayı Britanyalı filozoflar tekhne’ye karşı koymaya çalışmazlar. Çünkü Britanya geleneği bireyi, dolayısıyla da negatif özgürlüğü temel alır. Böylece Britanya geleneğinde toplum bireylerin bir araya gelmesiyle, yani sözleşme sonucu meydana gelir. Oysa Kıta Avrupa’sında, esasen Almanya geleneğinde toplum, toplum öncesine dayanmakta, yani birey, doğal olarak toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak görülmektedir.
Buraya değin öznenin tarif ediliş tarzlarına kısaca değindik. Şimdi de, modern epistemolojinin beraberinde getirdiği bilim, daha doğrusu akılsallığın ne olduğuna ve nasıl bir tarzda sunulduğuna bakalım. Modern akıl yalnızca hesap yapar, dolayısıyla da her şey üzerinde tahakküm kurmak ister. Modernite ile beraber ön plana çıkan tekhne (teknik akıl) modern bilimin temel yapıtaşıdır. Bilim her şeyi çözdüğünü, dolayısıyla kendisinin başvurulacak tek nokta olduğunu ve böylece de elde ettiği sonuçların evrensel olduğunu dikte eder insanlara. Locke’tan beri modern toplumun temelinde bilginin iktidarı vardır. Bilim bilgi üretir ve üretilen bu bilginin evrensel olduğunu varsayar. Fakat postmodernler buna itiraz ederek bilginin tarihsel ve göreli olduğunu savunurlar. Bu durumda postmodernler açısından bilgi nesnel değil; özneldir. Postmodernlere göre, bilgi-iktidar ilişkisi kırılmalı ve bilgi ile bir kurum olarak bilim demokratikleştirilmelidir. Yani yerel bilgi üretimi de tanınmalıdır. Modernitenin bilimdeki yansıması hem sanata ve hem de sosyal bilimlere de büyük ölçüde yansımıştır. Sanatta, resim, heykel ve müzik benzeri birtakım sanat dallarının evrensel olduğu varsayılmış ve bunların dışında kalan tüm yerel sanatlar ölüme mahkûm edilmiştir. Sosyal bilimler ise, pozitif bilimlere öykünmüş ve nesnellik iddiasında bulunmuşlardır. Oysaki tarih, psikoloji, sosyoloji, antropoloji vb. konusu insan olan sosyal disiplinlerin biz evrensel olduğunu varsayamayız. Çünkü dünya tek epistemeden, tek antropolojiden meydana gelmiyor, aksine; birbirinden oldukça farklı epistemelerden ve farklı kimliklerden oluşan insanlardan meydana gelmektedir. Buradan hareketle postmodern filozoflar evrensellik iddiasına karşı çıkmış ve yerel olanın tanınması gerektiğini de savunmuşlardır.
Görüldüğü üzere insan, tanrı, din, ahlak, kültür vb. kısacası ortak bağı tesis eden her türlü şeyden soyutlandırılıp, akıl, tanrı ya da doğa ile bütünsel bir varlık olarak tanımlanmanın aksine duygusal, yani haz ve acıları olan bir varlık olarak tanımlandığında, nesne gibi ele alınıp incelenmiştir. Örneğin J. Bentham ve J. S. Mill duyguların matematiksel olarak ifade edilip ve ölçülebileceğinden söz etmişlerdir. Haz ve acılar ölçülebilir şeyler olduğundan, insan davranışları da ölçülebilir, düzenlenebilir ve böylece kontrol edilebilir. Doğal olarak insan, bilimin konusu olmuş ve bilimin üzerinde inceleme ve araştırma yaptığı bir nesne kılınmıştır.
MODERN ÖZNENİN HAYKIRIŞI
Modern öznenin bundan sonraki serüvenini M. Foucault üzerinden ele almak gerekir. Çünkü Foucault moderniteyi derinlemesine eleştiren, öznenin ve aklın tarihselliğini sunmaya çalışan bir filozoftur. “Foucault, içinde düşündüğümüz ve ilişkiler kurduğumuz ‘’söylemsel rejim’’ gibi kendi benliklerimiz ve bedenlerimizinde, bütün insanlık tarihini içine alan ve ‘’hiç bitmememecesine tekrarlanan tahakküm oyun’’un sonucu olarak ortaya çıktığını düşünüyor. Buna göre, kim olduğumuzu anlamamız için, bizi üreten mekanizmaları keşfetmemiz gerekiyor. Foucault bu keşif işine “soy bilim” diyor. Soy bilim, “özne” oluşumunun dolambaçlı yollarını izleyerek onun nasıl belli itaat sistemleri tarafından yaratıldığını anlamaya çalışıyor.”
Foucault’u, “Kelimeler ve Şeyler” in girişinde şu soruyu sorar kendine: “ Nasıl oldu da insan öznesi kendisini akla uygun bilginin nesnesi olarak ele aldı? Hangi ussallık kalıpları ve tarihsel koşullar aracılığıyla bunu yaptı? Ve de bunu ne pahasına yaptı?” (insan, nasıl oldu da kendisini bir inceleme ve araştırma nesnesi haline getirdi.) Foucault’u bu sorunun yanıtını bulmak isteyince insanın ve aklın tarihini yeniden yazmak zorunda kaldı.
Foucault’un bakış açısından hareketle “insan, Ortaçağ’da özgürdü” diyebiliriz. Çünkü Ortaçağ’da hiç kimseden aklı talep edilmemiş, dolayısıyla kimsenin aklına da müdahale edilmek istenmemişti. Daha doğru bir deyişle: Ortaçağ’da bilimsel olarak araştırma ve inceleme nesnesi haline getirilmiş bir insan tasarımı yoktu. Oysa modern dönem de insan, bilimsel olarak araştırma ve inceleme nesnesi kılınmıştır. Modernite yani aydınlanma bireyi tesis eder ve özgürlüğü vaat eder, fakat ondan aklını ister. Foucault, zindan ve cezaevi örnekleri üzerinden giderek ortaçağ ve modernite de anlaşıldığı şekliyle aklın tarihselliğini ele alır. Zindan Ortaçağ dönemine, Cezaevi ise modern döneme ait bir kavramdır. Ortaçağda insanlar zindana kapatılır ve çürümeye terk edilirdi. Oysa modern dönemde cezaevlerine kapatılan insanlara ya klinikler aracılığıyla müdahale edilir ya da meslek edindirme projesi adı altında topluma geri kazandırma düşüncesinden hareketle düzeltilmeye çalışılır. Burada esasen müdahale edilen insanın bedeni değil, bizzat aklıdır. Çünkü modernitenin bakış açısından modern akıl, ölçülebilir bir şeydir. Eğer akıl olmaması gereken (anormal) bir durumda ise düzeltilmeye çalışılır. Davranışları tasnif etmek aklı tasnif etmektir. Psikiyatri ve nörolog beynin hangi bölgesinin hangi davranışa yol açtığına bakarlar ve bunun sonucunda da davranışa müdahale etmez, doğrudan beyne müdahale ederler. Çünkü onlar açısından davranışın nedeni beyindir. Tasarımlanmış olanın dışında kalan anormal olarak görülür ve düzeltilmeye çalışılır. Burada farklılığa yer yoktur. Her şeyin tanımı, tasarımı, planı bellidir. Bunun sonucunda ise, tasarlanan insan pratikteki insanın üzerine yükselir.
Foucault’u “Deliliğin Tarihi”nde aklın tarihinin yazılabilirliğini göstermeye çalışır. Deli modern döneme ait bir kavramdır. İnsan, Antikçağ’da beklenmedik bir davranış gösterdiğinde sitenin dışına, ortaçağ’da ise zindana atılırdı. Oysa modern dönemde, beklenmedik bir davranış gösterenler, belirlenen tanımın dışında kalanlar, yani farklı olanlar ayıklanır ve psikiyatri kliniklerine kapatılır ve onların akıllarına müdahale edilerek davranışları düzeltilmeye çalışılır. Modern dönemde her şey ölçülmüş, belirlenmiştir, yani her şeyin planı önceden hazırlanmıştır. Deli ölçülmüş tanımların dışında kalandır. Psikiyatri farklı olanı deli (anormal) olarak görür ve onu düzeltmeye çalışır. “Bilindiği gibi, Foucault, delilerin toplumsal olarak özel kurumlarda kapatılmasıyla aklın kendisini delilik karşısında, yani kendisinden özsel olarak başka olan karşısında tanımlanması ve onu kendi dışına, yani dil dışına atmanın aynı klasik çağ’da (17. yy.) ortaya çıkması olgusundan hareket eder. Dolayısıyla modernliğin, akılsallığın felsefede ve bilimde doğuşuyla, ortaçağ’da serbestçe dolaşan delilerin, duvarlar arkasında ilk kez sessizliğe itilişinin eş zamanlı olması rastlantısal değildir.”
Foucault’u “Kelimler ve Şeyler” in sonunda insanoğlunun ölümünü ilan eder. Ona göre, insan didik didik edilmiş, tarihsel ve toplumsal bir varlık olmak bakımından fethedilmiştir. Yani, onun bakış açısından artık yapılacak bir şey yoktur. Çünkü insan kendi kendisini nesne kılmış ve doğal olarak kendi sonunu kendisi hazırlamıştır.
KAYNAKLAR:
1. BRİAN FAY, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, çev: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 2005
2. JOSE GUİLHERME MERQUİOR, Foucault, çev. Nurettin ELHÜSEYNİ
3. MICHEIL FOUCAULT, Bilginin Arkeolojisi, çev. Veli Urhan, Ayrıntı Yayınları, 2011
4. MICHEIL FOUCAULT, Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, 2006
5. TÜLİN BUMİN, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza, Yapı Kredi Yayınları, 2012
6. MICHEIL FOUCAULT, Özne ve İktidar – Seçme Yazılar 2, Ayrıntı Yayınları, 2011
7. ANTHONY GİDDENS, Modernite ve Bireysel Kimlik, çev. Ümit Tatlıcan, Say Yayınları, 2010
8. HASAN AKSAKAL, Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, Kadim Yayınları, 2011
9. ALAİN TOURAİNE, Modernliğin Eleştirisi, Yapı Kredi Yayınları, 2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.