onların hayatları /kırmızı karanfiller
Güneş doğarken yola çıkıp uzun yolculuk yapmayalı ne kadar zaman olmuş meğer.
Biraz yorgun, çokça hazırlıksız kısacası bir tatilden çok şey ummayarak elimde birkaç çantayla apartman kapısına vardığımda serin rüzgar yüzüme öyle bir dokundu ki…Tertemiz havayı içime çektim. Sabah rüzgarının huyu hep böyledir işte…Sabah serinliği bırakın insanı sözcükleri bile masumlaştırıyor, sakinleştiriyor. Apartmanın önünde birkaç dakikalık müthiş bir bekleyişimde öyle bir huzur hissettim ki… Son hazırlıklar da bitince en hareketli şarkılar eşliğinde yola koyuldum…
Yolculuklarda evlere dair pek çok hikaye biriktiririm, mesela yol kenarında satıcıların yüz ifadeleri dikkatimi hep çeker, bir anlık bir fotoğraf gibidir. Bu satıcıların bakışları nedense hep uzağadır. Yol kenarında oldukları için mi bu böyledir, hiçbir zaman nedenini bilemedim, sorsam birine belki kendisi de bilmez...Bizim için de hep öyle değil midir, düşler, hayaller hep uzakta değil mi? İnsanlar neden gökyüzüne ve denize uzun uzun bakarlar, o en uzağa?
Uzak ilgi çekicidir hep, imkansıza yakındır bazen hatta. Belki de insanlar bu yüzden hep uzağa bakar ama sorsanız nedenini bilmediklerini söylerler; oysa nedeni bellidir: İmkansıza yakın olan her şey…
Radyoda yunanca en sevdiğim şarkılar çalarken önce rüzgargüllerinin döngüsüne takılıyor gözlerim, rüzgarla uyumlu olmak için insanın rüzgargülü olası geliyor. Daha sonra geride bıraktığımız koskocaman bir ovanın uçsuz bucaksız görüntüsüne korkuyla bakıyorum.
Yol akıyor…
Sabahki yorgunluğum azalıyor yol aldıkça,
Yeni yerler görecek olmanın tatlı heyecanı sarıyor beni, yol boyunca dizilen ağaçları, masmavi gökyüzünü seyrediyorum…Fonda yunanca şarkılar, ara sıra radyonun sesini açıp ağaçlara da şarkılar dinletiyorum.
Her insanın gideceği yerler vardır elbette, olmalı da.. Değişiklik yaşamak için, eğlenmek için belki de sadece gitmek için…Hep dikkatimi çekmiştir, yollarda mola verildiğinde neden insanlar adeta bir hapishane avlusunda volta atar gibi korkunç bir hüzünle sigara içer?
Ben de hüzünleneceğim bütün ayrıntıları yollara,yolculuklara saklardım, insanlar da mı benim gibi düşünüyor ve hissediyordu acaba? Hele doğu tarafına gidiyorsa o yol...Hele kışsa…Karlı yollardan geçerken ya da sık aralıklarla kontrollerinin yapıldığı yollardaki yüzlerin o telaşlı ve yorgun ruh halleri…
Gİtmelerin her biri apayrı bir yol hikayesidir, insanın kendisine ulaşmaya çalıştığı ya da belki de hiçbir yere varamadığı…
Yine de yollarda olmak güzeldi… yol, bir arayış, bir ‘son’ a ulaşma gayesiydi.. Ait olmaktan sıyrılma, bir başkalaşma, geçici ve bilinçli yabancılaşma hali, bir özlem…Tüm bu düşünceler içindeyken şarkının sesini kısıp radyodaki haberlere dikkat kesiliyorum.
Bugün 2 Temmuz…
Otuz yedi canın çığlıklarını duyumsuyorum bir an. Şiirlerin, türkülerin, bekleyişlerin.
Herkesin ve her şeyin ateşe atıldığı o yangın yerini düşünüyorum içimde derin bir sızıyla.
Yol devam ediyor, işte hayat gibi…
Yaşama sığdırdıklarımız kadar işte..Uzun bir sessizlikle izliyorum yol çizgilerini.…Gözlerim boylu boyunca uzanan bir boşluğa takılıyor, neler düşündüğüm hakkında bir fikrim yok, öylesine bakıyor da olabilirdim. Ne kadar sürdü bu durum bilmiyorum,sonra birden onunla göz göze geldim. Özgecan’la..
Bir ürperti hissettim önce, sonra baştan aşağı bir uyuşma vücudumda,Adına adanmış hatıra ormanından bakıyor gelip geçenlere…biz eğlenmek için yola devam ederken Özgecan ardımızdan hala gülümsüyordu.
‘’İşte yüzünde badem çiçekleri,
Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.’’
Dizelerini anımsıyorum o güzelim yüze bakarken.
Yol devam ediyor… Ama ben tatile dair tüm heyecanımı yitirmiştim bile.
Ölümlerden geçiyoruz adeta yaşama varmak için.
Kim alışabilir ki ölüme?
İçimde kırılan pek çok şey…İçimde yangın, içimde sessiz çığlık…Gün batımında trafik canavarına kurban olan Evrim Ve Ekin’i anmak için buluşacaktık…Bunları düşündükçe doğaya bakışım bile değişiyor. Başkalarının hayatını mı yaşıyoruz, nice başkalarının… onlardan aldıklarımızla onları ve gülüşlerini geride bırakarak.
Bugün 2 Temmuz.
İlk durağımız olan Mersin’e varıyoruz, Ölümlerden geçmiş olarak bir başka ölümü anarak…
Evrim ve Ekin’e tam da arabanın çarptığı yerde karanfiller bırakmak için…Oraya varıyoruz. Kırmızı karanfiller veriliyor bize.
Kızım yanımda:
Anne, bunlar kim için diye soruyor bana..Bunlar Evrim ve Ekin için diyerek ona da birkaç karanfil veriyorum. Kızım herkesin bekleyişini görünce şaşkınlıkla bakıyor etrafına:
‘’Anne, bu karanfiller ablalar içinse niye gelip almıyorlar’’ diye soruyor bana ölümü tanımayan o çocuk yüreğiyle.
Temmuz’un 2’sinde içimizde yangın ellerimizde kırmızı karanfiller…
Yangınlardan geçip hayata kaldığımız yerden devam ediyoruz. Tatile gidiyoruz, işe gidiyoruz, yani yaşıyoruz.
Yol devam ediyor sonra, pencereden dışarıyı izlerken şu dizeler takılıyor aklıma:
‘’Ne gün batımı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa
bu seslenişimiz yalnızca sana
yaşamasına yaşıyoruz ya…’
Ellerimizdeki karanfilleri almaya neden kimse gelmiyor?
YORUMLAR
Temmuz, ne çok karanfilli bir mevsim oysa..
Yakıp-yıkılan- talan edilen insanlığımız..
Öylesine yakıcı-yıkıcı, öylesine zavallı ve acınası bir çağdayız ki,
en gerekli yanlarımızdan dahi söz etmek korkunç bir
lükse dönüşüyor..Hayatlar yokediyorlar..Ormanlar..
Kuşları, mevsimleri ve çocukları yok ediyorlar..
Bunca kötülük imgesinin içinde hayatın en sıradan ayrıntısından dahi
söz etmek bir lükse dönüşüyor..
İnsana dair hiçbir şey, insanı anlatan, hayattan kopuk
olamaz; onun çevresinden, psikolojisinden..
İşte sen hayatı böyle dolaysız yaşadığın için
hayata kendi arka bahçenden bakmak yerine toplumcu düşbahçenden
bakmayı tercih ediyorsun Hena..