- 358 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yeşil Göl Kurbağalar Ve Sarı Kopil
(Yaşamdan Hikayeler)
Çevre bakanı; "Vukuat var!" diyor. Öfkeli gibi. Sitem ediyor. "Tavuklar gelip terasta geziyor. Sıçıyorlar. Her yer bok içinde. Sebzelerin diplerini eşeliyorlar. Kediler sedir üstlerinde yatıyor; her yer tüy içinde. Uçuşan tüyler ağzımıza burnumuza giriyor. Köpek dersen o başka bir alem! Laf söz dinlemez, dur durak bilmez! Yolda gezen bir köpek görse deli gibi ürüp beygir gibi koşuyor. Avluya yabancı bir kedi girse canavar gibi avlıyor, tazı gibi kovalıyor. Teldeki kırlangıca, ağaç dalındaki kargaya kızıyor. Başını dikip havlıyor, şuursuzca üzerlerine koşuyor. Önüne bile bakmadan, tozu dumana katarak. Her yeri ezdi geçti. Kırılan domates, biberlere, ezilen fasulye, börülcelere, soğan, sarımsak her şeylere yazık değil mi? Ben uğraşıp duruyorum ağrıyan dizlerimle, bana yazık değil mi? Bu zararcı tavukları burada istemiyorum. Gidip başka yerde gezsin, başka yerde eşinsinler. Bu tüy yumağı kedileri istemiyorum. Gidip başka yerde yatsın, başka yerde tüy döksünler. Onlara ekmek su verme burada. Gidip avlansınlar. Fare tutsun, kertenkele tutsun, kuş tutsunlar ve öyle beslensinler. Bıkıp usandım senin hayvanlarından! Köpeğini de boynuna tasma takıp bağlayacaksın. O kadar!"
"Ben köpek filan bağlamam! Ben özgürlüğe gem vurmam! Tavukları götürüp satarım. Ya da bulurum bir cellat, boyunlarını vurur. Etleri senin olsun. Kedileri götürüp şehrin çöp kokan sokaklarına atarım. Aç kalsınlar, ya da mikroplanıp uyuz olsunlar. Köpeği dom dom kurşunu vursun. Kanlar içinde tepinerek ölsün de sen de bir yerlerine kına yak!"
"Tövbe estafurullah! Aklından zoru var delinin! En iyisi seni bırakıp gideyim ben. Burada hayvanlarınla yaşa! Sana insan lazım değil ki zaten. Tavuklar bahçeni eşelesin, kediler tastaki sütünü içsin, köpek sebzelerini ezip çiğnesin. Bana ne!"
Tavuklar çadır kümeste. Hepsi kırk tane. Kümes, evin arka ötesinde ve geniş bahçeleri var tel örgü içinde. Normalde çevre bakanının çevresine gelmemeleri, şusuna busuna zarar vermemeleri gerekir.
Nereden çıkıyor bunlar? Buraya nasıl geliyorlar? Tel örgüde delik mi var? Gezip buluyorum, delik yerleri tamir edip tıkıyorum. Kaçıp gelen hepsi değil, yedi sekiz tane. Gene geliyorlar. Hangi yoldan geliyor bunlar? Takip ediyorum, gözlüyorum. Uçuyorlar iyi mi? Kuş gibi uçup tel örgüyü aşıyorlar...
Ne yapsak? Uçanla kaçan tutulmaz ki! Kaçan asilerin hepsini keselim, etlerini yiyelim. Ben yiyemem ama sen yersin. Fazlasını buzluğa koy, gelince çocuklar yesin. Yerler mi dersin? Yemezler ki! "Onların eti kendi etim gibi, insan kendi etini yer mi baba?"
Çevre bakanı: "Tamam, boyunlarından kesmeyelim. Etlerini ben de yiyemem. Kendi etim gibi. İnsan kendi etini yer mi? Kanatlarını keselim de uçup gelemesinler, güzelim çiçeklerimin köklerini eşelemesinler. Delikleri tıkadın zaten..."
Tavuklar tamamdı ama kedilerin bir çaresi yok. Götürüp dönülmez yerlere atamadım onları. Aslında kızsa sinirlense de, bağırıp çığırsa, sövse etse de çevre bakanı da razı değildi buna. O, bir çare diyordu sadece. Gelip halım kilimim üzerinde yatmasınlar, dökülen tüylerini yelde uçurmasınlar, mutfak camına dikilip arsız arsız miyavlamasınlar istiyordu. İstiyordu ama kim dinler? Gelip terasta yattılar, tüylerini esen yele salıp uçurdular, cama gelip sinir sinir miyavladılar. Yakaladığında vurdu tokatladı. Kaçtılarsa arkalarından taş, toprak, sopa attı? Kan şekeri çıktı, tansiyon tepe yaptı. Başı ağrıdı, kalbi çarptı. Hap içti, başını bezle sıktı; yatağa uzanıp azıcık yattı...
Her şeyin bir sınırı var. Özgürlük denilen şey başkalarının özgürlüğünü kısıtladığı yerde biter. Var mı öyle sınırsız bir özgürlük? Yok. Olamaz. Olmamalı da! Özgürlük nerede başlar, nerede biter insanoğlu bunu bilecek. Bunu tavuk bilecek, kedi bilecek, köpek bilecek...
Köpeğe, "gel ulan buraya!" dedim "Gel!" Gözleri fıldır fıldır. Konuşuyor köpek diliyle, mıyk mıyk ediyor. Kuyruğunu sallıyor. Ne var, ne oldu? Ananın örekesi oldu. Neyse kusura bakma! Sen köpek kopilsin. Seni anlıyorum. Anlarmış gibi gözüküyorsun ama maalesef sen bizi anlamıyorsun. Anlamıyorsun Ulan! "O bizim kedidir, kovalama" diyorum ama kovalıyorsun. Sokakta gezen köpekten sana ne, "bet bet havlama" diyorum; havlıyorsun. Ulan çevre bakanı oturmuş televizyon izlerken öyle havlanır mı hiç? Senin sesin dizi filmindekinin sesini ört bas ediyor. Ulan havada uçan kargaya, kırlangıca koşuyorsun. "Yapma etme" diyorum insan gibi ama dinlemiyorsun. "Manyak mısın sen? Gel buraya!"
Boynuna tasma takıp zincirle bir kazığa bağladım onu. Şaşırdı, donakaldı. Ekmek vermiştim, aç ama onu bile ısırıp yutmadı. Bir saat öyle kıpırtısız kaldı. İki saat, üç sat, beş saat. Sonra gidip saldım. Saldım ama kopil köpek gene aynısı. Koştu, kovaladı, havladı. Bastığı yeri bilmeden. Bahçedeki göz nurumuz ne varsa her şeyi çiğnedi, ezdi. Gene bağladım. Karanlıktan korkuyordu, gece olunca aydınlık ev önüne aldım. Böyle böyle derke bu duruma alıştı. O alıştı ama ben alışamamıştım. Vicdan yapıyordum. Üzülüyordum. Yazık, günah diyordum. Bu doğanın kanununa aykırıdır. Beni bağlasalar böyle! Gezip tozamasam, koşup oynayamasam! Hapsetseler bir mahpusa, oradan hiç çıkamasam! Sonra gittim yanına, "dinle bak" dedim ona. "Otuz metrelik bir tel çektim, git gel bu uzunlukta. Sana çeyrek özgürlük işte... Çeyrek bile mi değil? Hadi binde bir diyelim..." Bu daha iyiydi, biraz olsun rahatladım...
Gel zaman, git zaman. Otuz metre otuzdur ama üçyüz metre daha iyi olmaz mı? Veya üç bin metre...
Bir gün çözdüm onu. Kara atıma binip "Gel" dedim. "Gel peşimden." Yüzü güldü, gözleri çakmak çakmak. Koştu peşimden. Beni geçti, gitti önümden. Az gittik, uz gittik. Sonra dönüp eve geldik. Gelince zinciri tasmasına taktım, onu gene çaktım. Hava sıcak mı sıcak. O, sık soluklar içinde. Dili bir karış. Hortumu çekip ısladım, sabunlayıp yıkadım. Temizlenip serinleyince gölgeye yatıp uzandı...
Sonrasındaki gün, sonranın sonrasındaki gün... İyiydi. Ben kara atın üzerinde, o bizimle birlikte. Sınırları çizilmiş bir alanda olsa bile koşmak, gezip tozmak iyi. Böylesi durum kelepçeli prangalı olmaktan çok çok iyi...
Evden çıkıp tozlu bir yola giriyorduk. Yolca koşup gidiyorduk. Üç bin metre. Yani üç kilometre. Gittiğimiz yerin adı çentik dere. Derenin önüne taştan topraktan bent çekmişler. Küçük bir göl oluşmuş. Adı da yeşil göl...
Orman yolundan gelip dereye inince bentin üst düzlüğünde atın başını çekiyorum. "Ov!" Attan iniyorum. Köpek koşup benden önce gelmiş. Dünkü gibi. Dün öncesi, ondan öncesi günkü gibi. Yorulmuş. Hava sıcak. Dili bir karış. Sık soluklar içinde. Göle girip su içiyor. Girdiği yerdeki su karnına kadar geliyor. Sonra biraz daha derine gidiyor. Keyfi iyi. Yüzü güleç. Neşeli. Biraz yüzüyor, sonra çıkıp silkeleniyor. Silkelenme işi bitince kıyıdan kıyıdan yürüyor. Kıyılarda yeşil çimenler, uzun ve gür sazlar var. Ve söğüt ağaçları. Yamaçlar alabildiğine meşelik. Yeşil yapraklı meşelerin gölgesi göle düşüyor. Göl yeşil. Yeşil göl balık kokuyor. Püfür püfür esen serin yelde suları dalgalanıp duruyor. Dalgalarda haziran güneşinin yansımaları var. Işıl ışıl. Ayna çakmaları gibi. Cup eden bir ses duyuluyor birden. Köpek hop edip duruyor. Bakıyor suya. Dalgacıklar halkalar çizerek yayılıyor. Köpek gene yürüyor. Gene bir cup! Atlıyor cup eden yere. Kokluyor, ağzını sokuyor, yokluyor. Gülüyorum o zaman kıs kıs. "Kurbağa." diyorum. Başını kaldırıp bana bakıyor. Ne diyorsun aga? "Kurbağa ulan kurbağa! Çok kurbağa..." Kurbağalarla çok oynuyor. Oynuyor oynuyor, doyasıya. Sonra kalkıyorum oturduğum göl kıyısındaki çimenlik yerden. Oynayıp eğleniyor ama aklı fikri hep bende. "Gel kopil gidelim artık. Bu kadar yeter. Yarın gene geliriz..."
"O önde, ben arkada; düşüyoruz dönüş yoluna...
Tevfik Tekmen Haziran/2019/Koruköy
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.