- 526 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Doğum ve ölüm arası
İnsanın doğumu nasıl sürprizse ölümü de öyledir. Biz ne kadar doğal bir şey desek bile değildir işte. Doğum zor, ölümde öyle…
Sana gelip, çok sevdiğin biri öldüğünde, içinde kırk mum yanar her gün biri söner ve sonuncusu asla sönmez diyenlerin doğru söylemediğini ve mumların sayısının gittikçe arttığını bilmektir. Sıcak mum damlalarıyla kaplı bir kalbe sahip olduğunu anlatsam da anlamazlar diyerek pek çok insandan köşe bucak sakladığında hissedilen acıdır.
Ölen kişiyle olan tanışıklık derecesine ve kişinin kim olduğuna göre değişir hissedilenler de. Tanımadıkları insanların ölümü çoğu kez hiç etkilemez insanları, eğer bu kişi çok gençse "yazık olmuş" denir ve etkisi kısa sürer. Tanıdığınızın bir tanıdığıysa veya sizin çok az tanıdığınız biriyse gene "yazık" dersiniz içten ve buna ek olarak "herkesin başına gelebilir, bizim de..." dersiniz. Bunun da etkisi uzun sürmez ve çoğu kez bir kez daha böyle bir olay duymadan başa geleceği düşünülmez, akla bile getirilmek istenmez.
Ölüm olayı daha yakın olduğumuz kişilerin başına geldikçe etkilenme süresi de doğal olarak artar.
İkinci dereceden bir akraba veya bir arkadaşın arkasından daha uzun süre üzüntü ve özlem hissedilir, aradan uzun yıllar geçse de zaman zaman anmaya devam edilir.
Ama bir de en yakınlarınızdan birini, hatta en bağlı olduğunuz insanı kaybetmişseniz o bir dönüm noktası bile olabilir. Anneniz, babanız, kardeşiniz, eşiniz, çocuğunuz olabilir bu kişi.
Aynı evi paylaşıyor olmak, ardından yaşanacak şeyleri çok daha yoğun hissetmenize neden olacaktır.
Cenaze kalkar, taziyeleri kabul edersiniz.
Önce olayın ciddiyetini fark edemezsiniz, hala inanamamışsınızdır ve inanmak için bir çabanız da yoktur; sanki bir anda kapıdan girecekmiş gibi hissedersiniz.
Ortalık cenaze için gelenlerle kalabalıktır ama kimseyle konuşmak istemezsiniz, sanki boşluktasınızdır. Oturup öylece boş boş bakarsınız, etrafı pek de umursamadan, umursayamadan. Şaşkın olduğunuzu hissedemeyecek kadar şaşkınsınızdır aslında. İlk söylendiği zaman tepki verememişsinizdir çünkü ölüm ve o insanın adını aynı cümlede bile düşünemezken şimdi beyninizde bundan başka bir şey yoktur ve bunu anlamlandırmaya çalışırsınız. O an onlar sadece sözcüklerdir ve ifade ettikleri bir şey yoktur. İnanamazsınız.
Ya hiçbir şey düşünemezsiniz, ya da aklınıza o an düşünebileceğiniz en saçma şeyler gelir, gittikçe daha da bir saçmalaşarak: "bu insanlar ağlıyor, ben neden ağlayamıyorum, neden hissizleştim? Ağlamam mı gerekiyor? Acaba görüyor mu beni şimdi? Ağlamıyorum diye üzülmediğimi mi düşünür?”
Bu saçma düşünceler ve inanamama durumu bir süre daha devam eder. Ta ki gömülene kadar... Gömülürken üstüne atılan her toprak parçasıyla beraber ölüm kelimesi kafanızda daha da bir anlamlanır. Her an kapıdan girebileceğini sandığınız kişinin bedeni toprak altında kayboldukça sizin de onun tekrar canlanacağına dair içinizde bulunan garip ümidiniz yok olur. Ve her şey aslında bundan sonra başlar.
Etrafınızda üzüntüden intihar edeceğinizi düşünerek peşinizde dolanan kişiler kalmamıştır artık, cenaze kalabalığı da dağılmıştır. Artık siz size kalmışsınızdır. Sofraya bir kişi eksik oturduğunuzda hissedersiniz asıl yokluğu ve acıyı.
Artık yokluğu daha belirgindir, o ana kadar tüm ağlatma çabalarına rağmen gözünüzden tek damla yaş çıkmamışsa bile o an farkında olmadan yaşlar süzülür. Ağlamasanız bile istemsiz bir şekilde yaşlar akmaya devam eder.
Bundan sonraki ilk dönemlerde gitgide artan özlemle beraber acı da artar çünkü ilk şoku atlattınız, aklınız başınıza geldi ve acıyı bilinçli olarak hissetmeye başladınız, yara derindir artık. Her şeyde onu hatırlarsınız, dalıp gidersiniz. Farkında olmadan saatlerce onu düşünebilirsiniz.
Akla pişmanlıklar gelir, "keşke" ile başlayan cümleler kurulur: "keşke geçen gün ona o ters lafı etmeseydim", "keşke sarılıp öpüp aslında onu ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha söyleseydim"...
Belki "o hayatı boyunca didindi durdu da n’oldu işte, bak sonunda bunun keyfini süremeden gitti. Ben didinsem neye yarar, benim de sonum öyle olacak, her şey boş..." düşünceleriyle kendinizi bırakırsınız belki de yaptığınız her hareketi onu düşünerek yapmaya başlarsınız, "o şimdi olsa böyle yapmamı isterdi" veya "o beni böyle görmek istemezdi" diyerek. Bazen onun sizi görüyor olmasını çok istersiniz, desteğine çok ihtiyacınız olur ama bazen de kendinizi saldığınız öyle anlar olur ki görüp de üzülmesini istemezsiniz.
Ne zaman ki ilk günler geçer, etrafınızdaki onca kalabalık gider kuytu köşesine, işte o zaman anlarsınız eksildiğinizi. Birlikte yaptığınız şeylerde artık tek başınıza kaldığınızı. Bazen gidene olan sevgi öyle büyür ki, içiniz daha fazla taşıyamaz bunu. Yazarsınız, çizersiniz, ağlarsınız ama hepsinde. Ve anlarsınız ki ölüm geride kalanlar içindir. Gidenin, yazık ki hiçbir şeyden haberi yoktur.
Ancak öldükten sonra daha da zor olan vefat edenin arkasında bıraktığı eşyalardır. Kişi ölür, hastaneye götürülür veya hastanede ölmüştür, yâda evde ölmüştür, morga kaldırılır, bir yakınını çağırıp özel eşyalarını elinize verirler. İşte o an ölümün ne kadar gerçek olduğu suratınıza sizi uzun bir süre ağlatacak ağır bir tokat gibi vurur. Elinizde bir kutu, içinde eşyalar, onlar size bakar siz onlara bakamazsınız çünkü ağlıyorsunuzdur.
Zaman geçer ve yapılması gereken işlerin farkına varılır yaşadığı evde. Eşyalarını toparlamak da bunların başında gelir. Kullandığı eşyalar her birinde yüzlerce binlerce anı ama eşyaların siz evden çıkartmadıkça, dağıtmadıkça yâda atılması gerekenleri atmadıkça hiçbir yere gideceği yoktur.
Elbise dolabını açtığınızda o ana kadar hissetmediğiniz bir kokuyu duyarsınız. Onun kokusudur bu, gariptir ki önceden hiç bunun farkına varmamışsınızdır. O an öyle keskin gelir ki burnunuza, daha önce fark etmediğinize şaşırırsınız. Ağlayacak gibi olursunuz ama tutarsınız kendinizi, çünkü bilirsiniz ki siz koptuğunuzda herkes arkanızdan gelecektir, bu yüzden güçlü durursunuz. Bu dönemlerde resmine saatlerce bakabilirsiniz, kafanızdan hiçbir şey geçmese bile... Gözünüzü ayırmadan saatlerce izleyebilirsiniz.
Hayatı kâbusa çevirir bu eşyalar. Daha acısı her eşya bir anı taşır ve bakar bakar yine ağlarsınız. Oysa eşya cansızdır, anlamsızdır ve sadece kullanırsınız. Yani tek taraflı bir çıkar ilişkisi içindesinizdir. Ancak işte o anda eşyalar sizden intikam alırcasına hayatınızı karartır. Düşünen, her şeye bir anlam verme telaşında olan insan, bunun acısını, zararını belki de en çok böyle durumlarda görür.
Ölen kişinin kıyafetlerinin, kullandığı eşyaların, kitaplarının, ilaçlarının, ilaç raporlarının, her türlü kişisel eşyalarının (bir- iki hatıra alıkoyarak) bir kısmını atarak bir kısmını da dağıtarak elden-evden çıkarmak, göz önünden kaldırmak ölenin yakınlarının kaybın yarattığı mevcut acıyı daha fazla artırmamak adına çabasıdır bu telaş, bu gözden uzaklaştırma çabası.
Bir yanda ihanet ediyor olma kaygısı, bir yanda gözden uzak tutma telaşı. Nereden bakarsan bak, bir savunma mekanizması.
Yakan güneşin altında üşüdüğünü hissetmektir. Açık havada nefes alamamak, görünmez bir yaranın sürekli kanadığını bilmektir. Ta ki son paraca eşyada evden çıkıncaya kadar süren bir acı…
Zaman zaman gözünüzü kapatıp yüzünü aklınıza getirmeye çalışırsınız, anıları hatırlamaya çalışırsınız çünkü onu kaybetmekten sonra en çok üzülüp vicdan azabı çekmenize neden olacak şey anılarını da kaybetmek olacaktır. Korkarsınız onu unutacaksınız diye. Hayatınıza, kişiliğinizin oluşumuna, benliğinize öyle güzel bir damga vurmuştur ki bu insan, bu güzel etkileri için şükran duyarsınız ve hakkını ödeyememenin verdiği burukluğu yaşayıp kızarsınız kendinize. Vefa borcunuzu ödemek namına yapabileceğiniz tek şeyin unutmamak olduğunu düşünürsünüz yaşadığınız evinizde onun elinin değdiği, kokusunun sindiği birkaç parça eşyayı tutarak, resimlerine bakarak…
Bir yanınız hep sızlar, kahkahalarınız çoktan olgun ve durgun gülümsemelere bırakmıştır yerini, gözyaşlarınız çaresiz iç çekmeler haline gelmiştir artık. Ölümü düşünürsünüz, sorgularsınız tanrıyı, kaderi, inandığınız ne varsa birer enkaz halindedir, siz deprem sonrası bir şehir kalıntısı gibi takılıp kalmışsınızdır, oysa devam etmektedir yaşam tüm gündelikliğiyle, üstelik şimdiye kadar hep sıkı sıkı tuttuğunuz, tutunduğunuz yaşam, bir an durup beklemez sizi.
Geçip gider hain bir umursamazlıkla, anlarsınız. Sızılarınıza rağmen, yaralarınıza rağmen ucundan yakalamanız gereken, peşinden koşmanız gereken, yaşamanız gereken bir hayat vardır. Artık yaşamla ölüm arasında, ikisine de eşit uzaklıkta tek başınıza solunum yapmaktasınızdır. Ve unutturamaz hiçbir kalabalık size; Birgün çok yalnız kalacaksınızdır... ne söylense hep eksik ve ne susulsa çığlık çığlığa…
Anlamışınızdır artık ilk defa büyüdüğünüzü çünkü artık size evladım, yavrum, çocuğum diyen bir ananız ve babanız yoktur. İlk defa anlarsınız yetmiş sene sonra artık büyüdüğünüzü ve ayaklarınızın üstünde durmanız gerektiğini. Çünkü elinizi uzattığınızda etrafta tutacak bir saç ve ardınızda yaslanacak bir duvar yoktur. Dik durup ölüme kadar yürümelisinizdir…
02 Temmuz 2018 · İzmir
Ömer Sabri Kurşun
#öskurşun#
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.