EFHARİSTO ADAMIM
Bazen kitapların insanların görüşünü daralttığını düşünüyorum. Hayatın içinden geçemez bir hale gelebiliyor kişi okudukça. Hiç Küba purosu içmeyen birinin o puronun nasıl imal edildiğini anlatan bir metinden öğrenmesi ya da okuduğu kitabın kahramanının o Küba purosunu efkârla içtiğini tasvir eden satırları okuması neyi değiştirecek. O, hiç o puroyu içmedi ki. Hayatın ömrümüze pelesenk olmuş ayrıntılardan fazlası etmediğini gördükçe sanata kaçışın yollarını arıyorum. Oysa kimi anlarda hayatın kendisinden de saklandığımı fark ediyorum.
Dostoyevski, sayfalarca bir odayı tasvir ederken görmüş kadar oluyoruz değil mi? Arkadaşım bu tasvirleri çok sıkıcı buluyormuş. Neyse, bu ayrı konu. Benim demek istediğim o odayı sayfalarca okusak bile asla o oda da olamayacağız. Belki bu yüzden herkesin kendi Raskolnikov’u vardır. Hatta onun gördüğü rüyayı herkes kendi korkularından yorumluyordur. Bu bile hayatın içinde olmanın hayatı izlemekten daha değerli olduğunu gösteriyor. Bu anlarda elimdeki kitabı zincirlerimmiş gibi görüyorum. ‘’Git, bir kafede oturup masalardaki sesleri dinle’’ dedi bana. Belki de sesleri dinlerken aralarındaki roman kahramanları ile tanışacaktım. Ama yine de oturup yazmayı seçtim. Bu bir tercih mi? Bu tercihe zorlanmak mı? İşte size bazı betimler ve hakkımda bilgiler vermiş olsa idim buna verecek bir cevabınız olurdu. Yine de şu anda oturup bunları yazmayı bir kafede oturup hayatın içinde olmaya tercih etmemin sebebini kendi yaşantınıza göre yorumlayacaktınız. Kaç kişi bir beygirin sırf zevk için öldürüldüğüne tanık oldu ki? Raskolnikov’un rüyası yazarın duygularından başka bir şey değil aslında. Kendi duygularımızı yaratmamız için bazen acı, bazen hüzün, bazen travma nasibimize düşecek ki bunu ifade edecek şeylerimiz olsun. Bir balta ile kendi başımı eziyormuşum ve kendi kendimin Raskonikov’u olmuşum gibi hissediyorum ben her seferinde. Bir hırsız gibi kendi duygularımdan çalıp o hisleri hiç tatmamış olanlara dağıtmak için kendi kanımı akıtmayı göze almış gibi yazdıkça yazıyorum. Meyhane köşesindeki, insanlardan kaçan Raskolnikov olan bir başka benliğim belki de bir Marmeledov ile karşılaşmak veya tanışmak istemeyen taraflarım hayatın içine karışmaktan vazgeçmiştir belki de…
Bazılarımızın hayata küçük harflerle yazılmış olması düşüncelerinin de sığ olmasına neden oluyor. Bu yaratıcının bir kusuru olabilir mi? Yoksa yaratılış nedenimiz kısmen veya bilhassa kusurlar olabilir mi? Bazı kokuların renkleri olmasa resimlerin çizilemez olacağını varsayıyorum. İnsanlar hisleri ile kokuları renklerine ayırıyorlar. Küçük harflerle yazılmış olanlarımız bile hiçbir yerde okumadığı halde bunu başarabiliyor. Demek ki kusurların kokuları, kokuların renkleri, renklerinde hisleri vardır. Yoksa yaratılmış olmak bu kadar anlamlı olamazdı. Soğuk kelimelerin sıcak olanlar karşısında dayanamayıp erimesi yaşantımız içinde sarılmanın nasıl büyülü bir şey olduğunu bilmemizden geliyor. Başı balta ile ezilen bir kadına haris bir zengin olduğu için üzülmeyişimiz sarıldıklarımızın Raskolnikov’lar olmasından kaynaklanıyor. Belki de kendimizi işlediğimiz günahlar için haklı çıkaracak nedenler aramaya kodlayan yaratılışın bunun içinde bir açıklaması vardır. Marmeledov içki parası için çocuklarının çoraplarını neden satsın ki yoksa!
Şimdi bu yazdıklarımla size baktığınız pencereye bir renk bırakmış oldum. O pencereden gördükleriniz asla eskisi gibi olmayacak artık. Edebiyat böyle sihirli bir kalabalıktır işte. Hayatın içinden diğer akıp giden şeylerden biri değildir. Hayata yön veren şeyin ta kendisidir. Kelimeler sizin bildiğiniz kadar büyürler. Bildikçe çoğalırsınız ama hep ne kadar eksik olduğunuzu daha çok anlarsınız. Zamanla hayatın içinde olamaz, hayatın yönlerinden biri olmaya çabalarsınız. Birilerinin başka şeyler düşünmesinin nedeni olmak kadar heyecan verici ne olabilir ki. Hayatın bayağılı içinde ısrarla sahnede ‘’Faust’’ sergilemeye çalışan oyuncular gibi hissediyorum kendimi. Oysa şöyle bir metin yazsam hem eğlenir hem de gülerdik öyle değil mi?
- Abi, geçen gün bizim hatun’u meyaneci Recep’ten arakladım. Önce ,gittik İsmail lavuğunun mekanında mideyi ateşledik tamam mı? Sonra aldım yengenizi benim eski evde bi güzel elden geçirdim. Oh mis gibi kokuyordu hatun be abi. Verdiğim her mangıra değdi kitap çarpsın.
- O ne şekil bir iş öyle ya. Adam gibi bir manita bulsana olum kendine.
- Ne var, yakışmamış mı kardeşinize parlamak? Hiç karı dırdırı çekemem abi. Paran varsa tüm piyasa senin. Boş versene trip, naz, kapris çekeceksin. İşin yoksa kıskanıp elin ayağın titreyecek, artık alıcan jopu,haydarı neyse dalıcan elin hıyarlarına. Oho! Ben gelemem öyle alengirli işlere. Ver parayı, göstersin sana numarayı. Sonra tak sepeti koluna herkes kendi yoluna icabında.
- İnsana aşk lazım olum. Şöyle güzel bir dalga bulacaksın kendine, temiz, helal süt emmiş olacak. Az biraz sotelerde görüştükten sonra baktın ki sana uyuyor gidip delikanlı gibi isteyeceksin babasından. Yoksa seninki gibi hayat geçmez be olum. Ben Ayşe ile çok mutluyum. Gerekirse dayak da yerim, kıskanırım, nazını çekerim. Bi gülsün bana anam, avradım olsun şu çivisi çıkmış Dünyayı önüne sererim. Bana bunlarla gel koçum.
Tüm bunlar hayatın içinden geçen hisler. Sizce ne renk? Argonun gri köşelerini Emrah Serbes öyküleştirmiştir mesela. Sekiz erkek çocuğunun erken kaybedişini iliklerinize kadar argolu işleyişini inkâr edemeyeceğiniz bir anlatım ile hayatın tokat gibi geçişini okuyorsunuz. ‘’Sen gittin ve herkes ölmeye başladı’’ diyen birinin acısını hissedebiliyorsunuz. Bu sizin acınız değil ki? Eğer ki bir kenar mahalle çocuğu değilseniz bu acı sizin acınız olamaz. Tanımadığınız bir acıyı hissedemezsiniz. Ancak kendi acınızla tanıştırıp anlamaya çalışabilirsiniz. Kitaplar pencerelere renkler bırakıp giderler. Herkes o rengi kendi kelimelerine boyar.
Argo yalındır. Bir özlemek tanımı için onlarca kelime seçebilirsiniz. Seçtiğiniz kelimeler sizin kimliğinizi, hislerinizin rengini, kelimelerinizin gücünü göstersin istersiniz. Ayrılan bir sevgilinin ardından;
- Arkadaş kalalım diyorsun ya… Ulan, güle başka isim versen başka kokar mı Allahsız!
Ya da;
- Kıldan ince, kılıçtan keskin;
Ayrılık, aramızda bir köprü.
Seninle diz dize otururken de..
Nazım Hikmet
Diyebilirsiniz… Bu neyi değiştirir? Ağlamak varsa yolun sonunda, anlamak varsa okuduğunda hangi rengin kokusu ile olduğunun ne önemi var. Hoş, en güzel kelimelerle yükünü tutmuş bir kitap yazsam bile belki de bir yüzyıl sonra anlaşılabilmek için edebiyatın raflarının arasında beklemeye alınacağım. Çabuk tüketilen edebiyatı sürekli eleştirirken en çok bu türün kendi dönemi içinde kabul gördüğünü, yıllar geçtikçe yazarının bile adının anılmadığını bilmek tuhaf bir his karışımı.
Yazarken istediğimiz tam olarak nedir? Hedeflerimizi buna göre belirlerken hem kendi döneminde hem de en uzak ara ile kendine her dönemde yer açan yazarları severken kıskandığınız olmuyor mu? Dostoyevski Ecinnileri yazarken kendi dönemindeki herkesi kızdırmış olsa da bulunduğu zamanın dışına çıkıp olanı biteni hem soğukkanlılıkla hem de inanılmaz bir objektiflikle nasıl yazmış? İnsanın aklını karmakarışık eden, saygı ile önünde defalarca eğilirken başka bir yüzyılda olacakları müthiş bir öngörü ile önünüze sermesi darbeyi görüp yaşamış olan büyüklerimizi hayrete düşürmemiş midir? Kendi tarihinin gerçeklerinin yüz yıl sonra başka topraklarda aynı renkteki acıları tadan birilerinin olacağını hesap etmiş midir? Lanet olası tüm izimlerin ekonomik kaygılardan türetildiğinin gerçek bir kanıtı gibi bana kalırsa. Ancak yine de yazarı subjektif bir noktaya taşıyan aşırı dini yancılığını kitapta derinden hissettirmesi biraz rahatsız edici bulunabilir. İnsanı okudukça sarsan, üç boyutlu bir dünyaya geçiren böyle bir mucizevî bir kitap için eleştiri yapma hakkını bile kendimde görebildim ya… Komik!
İşte böyle muhteşem eserlerin içinde bile kendi yaşayışının argosunu görebildiğimize göre dudak bükeceğimiz şey argo olmamalı. Argonun nerede, ne şekilde kullanıldığı belirleyici unsurlardır bana kalırsa. Ne yani Dostoyevski hiç mi sinirlenip küfür etmedi? Kafka hiç mi ‘’sikik Dünyanızı alın başınıza çalın’’ dememiştirki? Hem de öyle güzel demiştir ki çoğunuz bunu bilmezsiniz bile. Kafka’nın ilk kitabı olan ‘’Kavga Açıklaması’’ ile sıradan halkın kendini küfürle ifade edişine ne de güzel öykünmüştür.
Cesur Yeni Dünya’nın yazarı olan Aldous Huxley bunca farkındalığına rağmen, olanı, biteni, olacaklarla ve geleceğe dair tedirginliklerini cebinde taşırken öylece sakin sakin fikirlerini mi anlatmıştır? Hiç ağız dolusu küfür etmeden yani öyle mi? Sözün vücut bulup dile geldiği kehanetler kitaplarının üçüncüsü 1984 ile George Orwel domuzların savaşırken argosuz, küfürsüz bir hayattan geldiklerinden mi bahsetti bize? Distopyanın kendisi küfürdür yahu!
Edebiyat edep midir? Kendi içinde omurgalı olmayı gerektirmesi dışında çok edepli olunması şartı olduğunu düşünmüyorum. Özgürlük sadece fikirleri özgürce yazabilmek değildir. Özgürlük kullanacağımız dili de özgürce seçebilmemizdir.
Edebiyat, renklerin, kokuların, seslerin, görüntülerin iç içe geçtiği yaşam ritminin en az resim kadar iyi çizilebildiği bir araçtır. Bu aracı kullanırken terbiye sınırları içinde kalmak bizleri sınırları olmaya iter. Eğer zamanında kendi sınırları içinde kalmayı göze alsaydı bugün şaşkınlıkla hala Julies Verne’den bahsediyor olmazdık.
Devrimler, çağlar, zamanlar akıp giderken ihtiyaçtan gelişen argo kültürünü bir kenara atıp yok sayamazsınız. Dünyadan ve yaşamdan kopuk olmak sadece evinde oturup yazı yazmayı seçmek değildir. Bence kalemleri özgür bırakalım.
İhtiyaçtan doğan şu argo kültürünün sözlüğünü bile yapmışlar biliyor muydunuz? Bana bu Argo Sözlüğü’nü ulaştıran defter ailesinden olan o sevgili arkadaşıma çok ama çok teşekkür ederim. O sözlüğü bana göndererek bu yazıyı yazma sebebim olduğu içinde bir kez daha teşekkürler.
Ya da;
Tek metelik harcatmadan bana tosladığın bu Argo Sözlüğü için eyvallah dostum. Sayen de sebeplendik, gözümüz bayram etti bizim de icabında. Hay, senin ölmüşlerine rahmet. Bir gün belki buralarda papaz uçururuz da takıntımızdan kurtuluruz.
Toriği çalıştırıp edebiyat parçaladık. Umarım okuyunca ‘’şunun da aklına turp sıkayım’’ dedirtmemişizdir.
Sevgilerimle…
YORUMLAR
Bana sorarsan her kitap, bir yolculuk gibi..Ondan ne alacağın biraz da senin bunu ne kadar istediğin,düş dünyan,birikimin ve buna ne kadar hazır oluşunla ilgili biraz da..İzdüşümler bile insanı farklı kılabilir.Daha sorgulayıcı daha düşsel ya da daha entelektüel nitelik kazandırabilir.
Yıllar önce abimin kitaplığında argo dil sözlüğünü ilk gördüğümde doğrusu çok şaşırmıştım,bize sakın bu sözcükleri kullanmayın dedikleri tüm sözcükler anlamlarıyla vardı o sözlükte:)
Argo, kullanım yerine ve o dili kullanan kişinin dili etkili kullanımına bağlı anlam kazanıyor gibi geliyor bana.Ve çok da gerekli buluyorum bu dili bazen.
Oldukça yaşlı bir yakınımız vardı,okuma yazma bilmiyordu fakat dili kullanmada inanılmaz bir estetiği vardı.Hayatımda duymadığım argo ve küfürleri şiirsel bir estetikle öyle güzel aktarırdı ki hayran kalmamak elde değil...
Belki de sözcükler,şiir,edebiyat kısacası okuduğumuz, dinlediğimiz her ayrıntıda estetik ve ona eğilim belirliyor bakış açımızı..Bilemiyorum..
Güzel yazı için teşekkürler ve çokça sevgiler Deniz.
iki dünya koymuşlar önümüze
ikisini de yaşayıp tecrübe etmek için
neden hayat kısa
arada kalan gri bölgede yaşıyor tüm sanatçılar..
bir taraf var, din kurslarında beşgün belki hafta sonu seansları içinde bakıyor dünyaya..
hiç duydunuz mu bir imamın bir papazın nasıl küfrettiğini hayata?
ben duymadım.
bir taraf var, büyük bir tefekkür hazinesi içinde,
bedenlerinin taşıdığı yedi delikli kafatasının içinde iki beyin taşıyorlar, harılharıl durmadan zıtlıkların ahenginde dünyayı kılıyorlar yaşanır..
varsa bence gerçek cennet ehli bunlar işte
barbaros gibi gelip devleti aliyyede makam sahibi olanlara büyük adam demişler..
kazıklı vayvoda küfretmemiş resmini çizmiş canlı canlı karşımıza
4 hindu 1 müslümana saldırmış yine tolstoy dirilse de çözemez bu sorunu.
bir küfür sallamak lazım yerden göğe, lakin edepli olmalı işte.
yoksa recm ederler dünyayı.
bazı yazılar insanlara çok şey anlatır gibi gelir
oysa unutulur üç dakika sonra.
peki bu yazı kaç dakika yaşayacak beynimizde?
bilmiyorum.
saygılarımla..
Kitaplarla ilgili algılarımız okuyanın algısına, hangi kitabı ne zaman, hangi ruh haliyle okuduğumuza göre kendimizde bile değişir. Öyle olunca aynı kitap birinde ufuk açarken bir diğerinde söz ettiğini algıları oluşturabilir. Başka bir kitap da ters orantı oluşturabilir.
Argo ve jargon, her dilin kendi içinde yarattığı ve belli grupların 'şifreli gibi' kestirmeden anlatım için kullandığı dil zenginliğidir. Yerinde ve zamanında katkı için kullanıldığındaki bu etki, 'sadece ve ille' kullanımına döndüğünde dil zayıflığına da yol açabilir.
Yazıdaki bu ikili kullanımın 'doyurucu' örneklerinin verilmesi "Biz 'helva' demesini de biliriz, 'halva' demesini de..." sözünü çağrıştırdı. :)
Makale-deneme arası bir tad bırakan yazını ve güçlü kalemini kutlarım Sevgi Deniz.
Serap IRKÖRÜCÜ tarafından 6/26/2019 3:23:32 PM zamanında düzenlenmiştir.
Sevgili Deniz edebiyat ‘’Duygu düşünce ve hayalleri, dil aracılığı ile estetik bir şekilde şiir, öykü, roman vs gibi eserlere dönüştürerek ifade etme sanatıdır. Bu tanımlamadaki anahtar kelime sanırım ‘’estetiktir’’ en azından ben öyle anlıyorum. Dolayısıyla duygu düşünce ve hayallerimizi sözlü ya da yazılı ifade ederken küfür ya da argo kelimeler ham haliyle estetik kapsamına girer mi? Emin değilim ama o kelimelere de bir estetik kazandırılırsa neden olmasın düşüncesinde olanlardanım. Hatta bazen yazılarımda argoyu ham haliyle değil ama işlenmiş şekliyle kullanırım. Fakat yine de bu konuda en sağlıklı bilgiyi defterdeki edebiyat hocalarımız ve usta kalemler verecektir.
Ancak edebiyat ürünü eserlere yapılan yorumlarda işin teknik yönünü bir kenara bırakılıp eleştiri adı altında bilgi ve bilgilendirme eyleminden önce doğrudan aşağılama, küfür ve hakaretin olmasını doğru bulmam ve bunun edebiyatın bir gereği olmadığını savunurum.
Edebiyat derslerimize giren hocalarımızın (hatırımda kaldığı kadarıyla) genel görüşü; edebiyatın temel işlevinin bireyleri ve toplumları medenileştiren bir eylem olduğu yönündeydi.. Böyle bir eylemin içerisinde pornografik düzeyde hakaret içeren yorumların o eserin sahibine veya edebiyata ne kadar olumlu yönde bir katkısı olur ve medeniyet açısından ne kadar doğrudur orası tartışılır.
Neyse usta kalemlerin bu konudaki yorumları bizlere ışık tutacaktır.
Keyifli bir yazıydı tebrik ederim
Kalemine emeğine sağlık
Saygı ve sevgilerimle.
Öncelikle yazının giriş ve sonuç kısmını iki ayrı kısım olarak ayırarak elestirmek gerek birinci kıım kitap ve sosyalite üzerinden benin ve tinin eleştirisi yani anti-sosyalliğin de eleştirisi olarak ele alınabilir.
Burada tin ve ben hakkında
Soren Kierkegaard ın
'İnsan tindir.Ama tin nedir? Tin ben’dir.Ama ben nedir? Ben, kendine bağlı olan bir ilişkidir; daha doğrusu ben, ilişki içinde bu ilişkinin içsel yönelimidir; ben, ilişki olmayıp ilişkinin kendine dönüşüdür.İnsan, sonsuzluk ile sonlunun, geçici ile kalıcının, özgürlük ile zorunluluğun bir sentezidir, kısaca bir sentezdir.Sentez iki terimin ilişkisidir.Bu görüş açısından ben, hâlâ varolmamıştır.'
Kısmını alıntılayalım burada dursun devam edersek hayatın içinde olmanın bir insanı daha ileri görüşlü daha işbilir yapmayacağı gerceği. Görünün köylerden bellidir. Elbette bunu tek başına kitaplarda yapamaz. Yani küba purosu içen biri bunu bir edebi metin olarak betimleyemeyeği gibi içmeyip kitabını okuyan biride tadını bilemez.
Ayrıca kimi insanların kitaplara kaçışı da bu sosyal ortamlar yüzünden dir. Asıl özü belkide bu ikisini bir arada götürebilenler tadıyor.
Suç ve ceza örneğine gelirsek bu örneği kitabı okuyamamış biri asla anlayamaz zaten. Kitabı okuyup böyle bir hayat yaşamamış biri de belli yerlerde tıkanır. Hem böyle bir zorluk yaşayıp hemde kitabı okuyan bile Raskalnikov'un kendisi olmadığı için aynı duyguyu tadamaz zaten Raskalnikov da hayali bir insan
Hatta Raskalnikovu kurgulayan insan bile bunu doğru bilemez. Çünkü Raskalnikov artık farklı bir evrenin parçasıdır.
Bu kısma son eleştirim ise yazarın yazıyı okuyan herkesin dimağına dokunduğunu idda etmesidir.
Zira belli bir okuma kapasitesine sahip olmayan biri bunu çözemez.
Gelelim ikinci kısmın yani argonun eleştirisine. Argo dediğimiz kavram kısmına yazar bu kısımda söylediklerinde çok haklı ama eleştirmemiz gereken kimi noktalarda elbette var. Argo aslında yeraltı edebiyatı kavramının içinde kalır. Ve yeraltı ise zamana göre değişir hatta aynı zamana toplumlara göre de değişir. 1800 lerin fransa ve ingilteresi buna örnek olabilir
Fransada
leopold von sacher masoch ve sade gibi yazarlar argonun ve yeraltı edebiyatını hala bile en uç örneklerini var etmiş iken. Ingilterede toplusal sınıflar arası aşk veyahut aldatma ile ilgili metinler kötü karşılanıp toplatılmıştır
Fazla derinede inmeden argo edebiyat için gerekli midir gibi bir soru sorarsak hayır değildir.
Yani içinde zerre .m g.t meme olmadan bir şiir yada metin çok güzel olabilir olur
Peki bu argoyu gereksiz mi yapar elbette hayır aynı metin ufak birkaç sövgü cümlesi ile çok daha tatlana bilir.
Ben kendimde argoyu hem şiir hem metinlerinde kullanan biriyim sonuçda.
Velakin argoyu güzel kullanıyoruz diye her şeyde de olmaz. Argo kullanım itibariyle yeraltı edebiyatının parçası olmaktan çıkıp bir tür ben aykırıyım abi yea çüküm var sallarım yada bu da benim kukum feride ona tapacaksınız tarzı hem yazını hem şiiri bozar. Yerli yerinde olan güzeldir genelde
Dilin kemiği yok derler ama kültürel olarak erkek çocuklarının amcalara pipisini gösterdiği bir toplumda amcalara pipi göstermek psikojik olarak travmadır yada o pipiyi görüp övmek pedofilidir.
Bir başka acıdan dişiliğini sürekli saklaması öğretilen bir kız çocuğunun .iletide Penis haseti dediğimiz ve insan ilişkilerinde büyük sıkıntı çıkaran bir travma ortaya çıkarması gibi. Argo eğlencelidir avamdır herkesden dir. Herkes anlar ama bir yandan da bozulmalara sebep olabilir. Yorumu daha fazla uzatmadan burada keseyim ben.
Gitmeden değineceğim son nokta küçük harf ve sığ bakış noktasıdır. Bu kısım tamamen iyilik ve kötülük eksenlidir. Ancak bu başka uzun bir metin edeceğinden burada kesiyorum pikachu saygılarımla falan filan inter milan.
Hah bide bi iki kitap
1. Argo kitabı mehmet aslan
2. Kadın argosu sözlüğü filiz bingölçe kendisiyle şahsen tanışmış olmanın güzelliği ile. 2016 yılında uzaklara gitmesini de anarak
3. Erotik edebiyat tarihi Alexandrian.
O zaman eyvallah yazara ben gidem.