- 356 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Her acının bizde bir hissesi var
Düşünüyorum da arkadaşım, bazen yaparım bunu, insanı kişilik sahibi yapan daha çok acılar. Yoksunluklar üzerinden kendimize daha net bir alan tarifi yapabiliyoruz. Ve onları ’iyi şeylerden’ daha iyi hatırlıyoruz. Evet. Acılar, ruha atılmış kesikler gibi, kalıcı izler bırakıyorlar. Barışmış olsanız, hatta aştığınızı düşünseniz bile, anımsıyorsunuz. Sancısı azalmış olsa da tecrübesi kalıyor. (Bir acıyla barışmak, onu yoketmek değildir zaten, izlerini kabullenmektir.) Peki ya mutlu günler? Mutlu günler de böyle değil mi? Hayır. Mutlu günler yılları bile ’an’laştırıyor.
Bana yaşadığım sıkıntıları, hatta hepsini değil yalnız büyüklerini, sorsanız size bir seferde düzine kadar şey sayabilirim. Ama mutlu günler üzerine daha çok düşünmem gerekecektir. Yaşamadığımı söylemem elbette yalan olur. Çünkü, hamdolsun, Allah’ın birçok ikramını gördüm. Birçok neşeyi tattım. Elhamdülillah. Fakat hafızam üzerlerine ne bina edebildi? Hatta ne kadarını tutabildi, kaydedebildi, saklayabildi? Peki ruhuma ne kadarını taşıyabildi duygularım? Onların ne kadarı beni şu anki ben yaptı? Tuhaf. Çok tuhaf. Kesinlikle eşitlik yok. Galiba mutluluğu daha kolay unutuyoruz. Keder neşeden daha zor geçiyor. Yani demem o ki güzel arkadaşım: ’Güzel günler diviti’ daha silinir bir mürekkep kullanıyor. Hüznünkiyse inatçı, kalıcı, tinerle dahi geçmez.
İbrahim Erkal’ın "Unutulanlar unutanları asla unutmaz!" diye bir cümlesi vardı. Hangi şarkısında geçtiğini unuttum. Fakat duyduğumdan beri hakveririm. Hakvermemin sebebi de yukarıdaki düşünüşümdür. Güzel birşeyin farkındalığına davet ediyor bizi bu ifade. Unutan neşesinden unutur. Unutulan kederinden unutmaz. O unutmayı başarmışsa neşesindendir. Sen unutmayı başaramamışsan kederindendir. Belki en çok alındığın da budur: Unutulmuş olmak. Bu hakkında kederlenilecek kadar kalıcı olmadığını gösterir. Demek ki iz bırakamamışsındır. Yokluğun umursanmazdır. Boşuna kalem oynatmışsındır. Aslında yazılmamışsındır. Yazılmamak yaşamamak gibi gelir. Yani gerçekten yaşamamak. Demek hakikatte senin kederlendiğin şeyler yaşanmamıştır. En azından karşı tarafta durumun asl-ı sireti budur. Bu da unutamamayı katmerler.
Duygularımız yaşadıklarımızın ruhumuza dokunmasını sağlıyor. Güzel şeyler güzellikle, kötü şeyler kötülükle ruhumuza dokunuyorlar, iz bırakmaya çalışıyorlar. Karakterin kendi ellerinde şekillenmesi için bir yarış içindeler sanki. Anne rahminde şekillenecek çocuk için koparılan bir yarış gibi. Kim daha çok varırsa o daha çok şekillendirecek. Fakat, pek yazık, keder makasının hüneri neşenin fırçasından üstün. Nasıl? Bir karton düşünün mesela. Bu kartondan bir adamcık yapacaksınız. Fırça üzerinde işlemeye başlıyor ve güzel bir adamcık çiziyor. Sonra makas geliyor. O da ondan bir adamcık kesiyor. Makasın kestiği adamcığı neşe artık tekrar kartona döndüremez. Fakat neşenin boyadığı yeri makas görmezden gelebilir. İşte böyle bir tesir farkları var sanki.
Yazı uzuyor. Buraya neden geldik ona da dokunalım. Şualar’ı okurken birşey farkettim bu yakınlarda. Soru şöyle: "Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Ale’l-Itlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz’î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ ediyor?" Yani özetle sorgulanan şu: Allah öyleyken eyledikleri neden böyle? Neden güzeller güzeli çirkinlik yaratıyor? Neden merhametliler merhametlisi acı çektiriyor? Bu enteresan sorunun cevabı ise şöyle:
"Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz’î neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz’î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır."
Arkadaşım, belli ki çok anlayamadın, o halde buradan benim anladığımı ’En doğrusunu Allah bilir’ kaydıyla söyleyeyim. Hatta misallendireyim: İki türlü ziyafet olduğunu düşünelim bir yemekhanede. ’Fix menü’ tabir edilen, herkese aynı yemekten, eşit miktarda pay edilmesi esasına dayanan bir düzenle dağıtılıyor öncelikle yemekler. Bütün insanlık da, elbette mecburdur, yiyeceğini oradan alıyor.
Sözgelimi bir gün ıspanak çıktığını düşünelim. (Ben pek barışık olmadığımdan onu örnek verdim.) Siz de, başka şansınız yok, alıyorsunuz. Tattığınız an mutsuz oluyorsunuz. Sevdiğiniz bir yemeği özlüyorsunuz. Sonra birden sıradışı birşey yaşanıyor. Bir garson elinde tam da istediğiniz yemekle geliyor ve masanıza bırakıyor. O zaman şuna uyanıyorsunuz: Bu yemekhanenin sahibi benim farkımda. Üstelik neyi sevdiğimle de ilgileniyor. Sevdiğim şeylerden göndererek beni sevindiriyor. Beni sevindirdiğine göre kendisini de bana sevdirmek istiyor. Ben bu tecrübeyi ancak sevmediklerimi de tadarak yaşayabiliyorum. Böylelikle bir hikaye sahibi oluyorum.
Evet. "(...) küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz’î neticeleri dahi halk eder!" cümlesinin arkasına uzanmanın yolu bence bu örnekten geçiyor. Yemekhane yemekhaneliğinin gereğince yemek vermek zorunda. Yoksa insanlar aç kalacak. Ispanak da çıkması lazım. Çünkü onu da sevenler var. Hem de hergün aynı şey yenmez. Çeşitliliğin lüzumu da bir kanun. Ancak bu umumi kanunun ezdiği bireyler de var. Mesela sen-ben ıspanak sevmiyoruz. Ne olacak peki bizim halimiz?
İşte o zaman şu cümle devreye giriyor: "Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftâr olan eşhasın istiğaselerine yetişir."
Elhamdülillah. Hayatımız boyunca belki bin kere şahit oluyoruz ki yetişti, yetişiyor, yetişir. Gün doğmadan neler doğar. Alınanların yerine ne mucizeler verilir. Peki bu önce mutsuzluğu/yoksunluğu tadıp sonra mutlu edilmekte ne fayda var? İşte onun da cevabı metnin şurasında:
"(...) Ve fâil-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla ve hem, şerli cüz’î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır."
Yani, arkadaşım, bir hikayemiz olması lazım gerçekten ’yaşadık’ diyebilmemiz için. Farklı bir hikaye. Bize özgü bir yaşanmışlık. Kainata bizimle katılmış bir orijinalite. Eğer Rahmaniyet düzleminde kalsaydık ’zaten herşeye yapılan ikramlara mazhar olmuş herhangi birşey’ olarak kalacaktık. Fakat bırakılmadık. Rahimiyete de taşındık. Yoksunluklara da uğradık. Bu yoksunluklar aslında ’bize özgülükler’in ortaya çıkması için gerekliydi. Ahmed ıspanağı tatmalı ama sevmemeliydi.
Eğer herkes gibi ıspanağı sevseydi Ahmed’in bir nüansı kalmazdı. Herşey içinde birşey olurdu. Ispanak kanunundan zarar gördüğünde aslında kimliğinin bir köşesi açığa çıktı. Milyonlarca yıldır yağıp canlıları hayatta tutan yağmur geçen gün onu sırılsıklam etti. Ama bu sırılsıklamlıkla sığınmaya koştu. Birisiyle tanıştı. Bir başkalık yaşadı. Belki sonraki hayatını etkileyecek birşey gördü. Kimliğinin bir köşesi daha açığa çıktı. Yine mesela milyonlarca yıldır hayatın devamını sağlayan ölüm geldi babasını da aldı. Canı yandı. Ama ondan da çok başkalıklar ortaya çıktı. Bambaşka bir Ahmed olarak varlığını devam ettirdi.
Dikkat ediniz, her yoksun kalışımızın, acımızın, musibetin arkasında umumi kanunların izleri var. Evimiz yansa ateşin kanuniyetinden. Sele uğrasak yağmurun kanuniyetinden. Yıkılsa binalarımız depremin kanuniyetinden. Ve bu kanunlar aslında o yemekhanedeki gibi ’fix menü’ işliyor. Düzen bu şekilde devam ediyor. Arada ezilenlere ne oluyor peki?
Onlar da kendilerine özgü hikayeler/ikramlar sahibi oluyorlar. Acılarına bedel ’kendilerine özel tecrübeler’ ile mükafatlandırılıyorlar. Bazen bir acı bir deha doğuruyor. Bazen bir yoksunluk bin varlığa evriliyor. Newton’un kafasına elma düştü de fena mı oldu? Şimdi herkesin bildiği bir hikayesi var. Yani, arkadaşım, her acının şuanki bizde bir hissesi var. Sadece neşeyle karakter sahibi olamazdık. Neşenin makası yoktur çünkü.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.