- 694 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yalnız sana mı caiz spesifik?
Tamam, elbette müctehid-i izamı, muhaddisin-i kiramı bir nefesiyle yerle yeksan edecek bir Mustafa İslamoğlu, bir Abdülaziz Bayındır, bir Mehmet Okuyan, bir Caner Taslaman, bir Emre Dorman, bir Yaşar Nuri Öztürk değiliz, ama az buçuk mürekkep yalamış insanlarız. Kalemi, defteri, ders kitaplarını, fiziği, kimyayı, biyolojiyi vs. görünce tanıyabiliyoruz. Bilim dünyasında işler nasıl yürüyor az-çok biliyoruz. Örneğin: Şöyle birşey olmadığını biliyoruz en azından: “Hey, naber, ben Graham! Dostum bugün birşey oldu. Anlatsam aklın durur. Dinle: Elimde birkaç elektronik şey vardı, ‘Canım sıkılıyor, biraz oyalanayım!’ dedim, onları birleştirdim, bil bakalım ne oldu? Telefon! Evet. Bir telefonum var artık! Muhtemelen birinde daha telefon olsa, ben konuşunca o da duyacak, ama şimdilik birtek bende var. O yüzden test edemiyorum.”
Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor. Sonra iş sahada olurluğu-olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman’ın Lemaat’ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. “Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.“
Sözgelimi: Bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Ne olsun mesela? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda köşedeki bayiden evinize bir dev ekran televizyon bırakılmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra olabilirliğin kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, yani iz’an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.
Dolayısıyla bilimsel olan ne varsa böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir ‘bilgisayar’ kullanarak size yazılarımı ‘internet’ vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.
Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne’nin hayalleriydi bir zamanlar. Ama o hayalleri bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için inanç oldu. İman oldu. Şahitlik oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin inancı olacak.
Buradan ‘spesifik’ kelimesine gelelim. Aslında ‘kendine özgü, özellikli, özel, kendine has’ gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama ‘keşf’ gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen veya belki umuma kabul ettirilebilecek kadar somut da ifade edilemeyen şeydir spesifik.
Belki ‘kaziye-yi makbule’ dahi bir yönüyle spesifiktir denilebilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin deneylerine şahit kılmadan size “Bence bu iş şöyledir” demesi ve sizin de kabulünüz bir tür spesifiklik içerir. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil gösterememiştir henüz. Hadi, sizin için spesifik olmasa da, dışarıdan bakan için bir parça spesifiktir.
Peki, spesifik bilgi, sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve bütün teoriler yalan değillerdir. İsbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Zaman birçoğunu sonradan doğrular.
Bazı teoriler vardır ki bir zan olarak ortaya atılışı ile isbatı arasına asırlar sığar. Yani demek istiyorum ki özetle: Her teori kolayca İslamoğlu’nun spesifik çöplüğüne atılsaydı şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel bilgi başta bir parça spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne’nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.
Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup’ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta Bediüzzaman’ın ‘umuma gösterememekten dolayı’ beyanından çekindiğini ifade etmesidir: “Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.“
Ve yine Bediüzzaman’ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır.“
Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik(!) ve kendisinin de ‘şarlatanların suistimal ettiklerini’ beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da eserlerinde verdiğini görüyoruz: “Müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki, Kur’an’ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem’alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler şeklini alarak, şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ı İlahiye nevindedir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür.“
Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki: Bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Kendisine saldırı olan bir dönemde talebelerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını: “(…) beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde—maddi bir hastalık nevinde—insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış.“
Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Şunları yazmaktaki amacının kendisine veya talebelerine bir seçilmişlik yüklemek olmadığını vurguluyor: “Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risale-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.“
En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? el-Cevap: İslamoğlu ve benzerleri ‘spesifik’ şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki salihlerin keşfine bakıyor üzerine ‘spesifik’ kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve “Dünya güneşin etrafında dönüyor!” dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo, Graham Bell, Edison veya bir başkası… Her bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani bir parça spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya öyle olduğunu kanaat getiriyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.
O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı “Bana öyle geliyor” demekti. Kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu. Peki şimdi İslamoğlu’nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara ‘ona öyle gelmesini’ yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: “Fakire öyle geliyor ki… Muhtemelen… Fakire göre…” Hatta kitabında da bunları söylüyor: “Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.“
Behey atanmamış müçtehid senin ‘kanaatin’ ve ‘muhtemelen’in ile ilim oluyor da Bediüzzaman’ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip, değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade edilmiyor: “(…) Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü’l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat’î bir kanaat vermiş."
“Bu rüya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor.“
“Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim.“
“(…) ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili’n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat’iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum.“
Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayasın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur: “(…) Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla, beyan ettiğim ve o içtihadımda ‘en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım’ dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak!“
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.