Ve biz gerçeğe, en çok da kendimize ne zaman daha yakınız?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Tam kapıdan çıkacakken yine karşılaştım onunla, siyah gözlerindeki o kocaman bir boşlukta kim bilir hangi yerle bir olmuş hatıraların izi saklı diye düşünüyordum.
Birden karşıma çıktığı zamanlarda o soğuk bakışı korku filmlerdeki tipleri anımsatıyordu bana, zorunluluktan gelen ufak bir dudak hareketiyle ‘’günaydın’’ diyerek asansöre doğru hızla ilerlerdi. Ne kadar da uzun boyluydu öyle, üstelik oldukça kilolu. Bir dev gibiydi adeta. Yürürken adeta konvoy yürüyüşündeymiş gibi dimdik yürüyordu. Niye bilmiyorum, ne zaman onunla karşılaşsam nedenini hiç bilmediğim tuhaf bir ürperti, resmi olma zorunluğu.
Bu sabah da yanımdan geçerken yine aynı duygu sardı beni, rahatsız edici hatta sinir bozucu bir duygu bu. Üstelik bu duyguyu neredeyse her gün hissettiren karşılaşmalarımız oluyor. Bu dev görünüşlü kişi ne kadar kendisiydi acaba, kimdi, benim katımda ne yapıyor, ne işle meşguldü, ne için bu kadar soğuk bakışlı?
Onunla ne zaman karşılaşsam ne iş yaptığına dair ihtimaller geçiyor aklımdan, belki de cezaevinde gardiyan ya da koruma görevlisi belki de bir bankada güvenlik görevlisidir diyordum içimden.. Belki de ölü yıkayıcısıdır, o yüzden bu kadar sakin ve ciddi bir yanıyla da hep aceleci.
Peki, kimdi bu kadın?
Bir dergide okumuştum, yanılmıyorsam Marcel Proust:
’’Varoluş sorunun çözmenin birçok yolundan biri de bize uzaktan güzel ve esrarengiz görünmüş olan kişilere yaklaşıp hiçbir sırları hiçbir güzellikleri olmadığını anlamaktır.’’diyordu.
Kim bilir…belki de yazar haklıydı…
Peki, öyleyse bu esrarengiz ve son zamanlarda neredeyse her gün karşılaştığım dev ve soğuk görünüşlü, selam verme dışında hiç konuşmadığımız bu kadının sırlarını nasıl öğrenebilirdim ki, bu mümkün müydü?
Evimin kapısına vardığımda son günlerde sık sık karşılaştığım kadına dair anlamsız düşünceleri kafamdan atmak için elime dergiyi alıp koltuğa uzandım, aradan ne kadar zaman geçtiğinin fark etmedim bile, telefonun sesiyle irkildim. Arayan Sevinç’ti. Bana uğrayıp sipariş verdiğim pastayı evime bırakmak istediğini söyledi. Sevinç’i çok severim, çok tatlı, sevecen ve çok da hamarat bir kadın. Pasta ve börek kokan evlerin sahiplerini hep sevmişimdir zaten. Onların hep güzel bir yanı olur benim için, çocukluktan beri hissettiğim,değişmeyen bir duygu.Bir komşumuz vardı öyle,hep gülümseyen bir kadın..evi adeta pastane gibiydi.Evine her gelen kişi içi değişik pastalardan bir tabakla ve en az bir tarifle çıkardı o evden..
Pasta yapan kadınların birbirine benzer huyları oluyor belki de…
Kısa süre içinde tüm sevecenliği ve güler yüzüyle Sevinç kapımdaydı. Rahatsız etmemek için pastayı bırakıp dönecekti, bırakmadım. Balkona geçtik, ben mutfakta çay bardaklarını hazırlarken balkondaki masamda duran karalamalara göz attığını gördüm, hatta sesli okumaya başladı:
‘’Adresi olmayan rüzgarlara sürüklüyordu bizi yazgı denilen aldatıcı bilinmezlik..
Sonrasızlık bir yaşam biçimi mi miydi bazıları için, bizim için?
Hüznün göçebeliğiydi adeta yıldızları tanımlayan süreklilik, sen de şimdi görüyor musun gökyüzünü?
Beklentilerimiz…Durduğumuz yere ne kadar uzak.
Uzaklardan gelen bir melodi gibi değil mi..Etrafına bak..Her şey varla yok arasında.
Söyle, kim taşıyabilir ki bunca yalnızlığı?
Kim bilebilir bir başkasının boğulduğu karanlığın derinliğini?
Kim anlayabilir martıların umarsızca yankılanan seslerini….
Suyun gizil telaşında olan her şeyi.
yazılmayan mektupları
Söylenmeyen sözleri.
Çünkü;
Tenhadır her yaşam
Ve her aşk,
Bizim gibi.’’
Sevinç, okumaya öyle dalmıştı ki çayı ona uzattığımı fark etmemişti bile. Birden duraksadı, yüzüne düşen hüznü görebiliyordum, o ise gülümsüyordu yine:
‘’Burada yazılanlar...İnsanı ve hayatı nasıl da güzel kılıyor değil mi. Ama bunlar…nasıl desem.. inandırıcı değil, çünkü gerçek değil…sence de hepsi hayal değil mi bu sözcüklerin? Kalıcı değil hiçbir sözcük, kalıcı ve gerçek değil insanın duyguları..Bazı sözcükler güzel, güzel olduğu kadar da aldatıcı bence, her oyun gibi..’’
‘’Neden öyle düşünüyorsun ki Sevinç, sevgiyi, özlemi, aşkı anlatan sözcükler neden sahte olsun ki? İnsan bunları da hissedemez mi, Sen hiç mi hissetmedin?’’
O an yüzünün gölgelendiğini, gözlerinin dolduğunu fark ettim. Bana bakmamaya çalışıyordu:
‘’Değersizlik duygusunun, hor görülmenin nasıl bir duygu olduğunu nasıl anlatabilir insan bu kötücül dünyada…Dışlanırken, hakarete uğrarken, ezilirken her an,ulaşamazken hiçbir yere,dokunamazken hiçbir güzelliğe…Sevgiyi sadece sözcüklerle içi boş bir nesne gibi algılamak neye yarar?
Ve en kötüsü de ne biliyor musun? Aidiyetsizlik…o,bir hastalık gibi doğar içinde, çoğalır her an..Güzel bir söz bile yabancı olur ruhuna..hep yabancı kalırsın güzel olan her şeye.Evet..Her şeye..’’
Gözyaşlarını saklamıyordu artık.
Onu bu halde görünce önce aptal bir şaşkınlıkla ne diyeceğimi bilemedim, o ise hala ağlıyordu karşımda. Uzun uzun anlattı hikayesini, şaşkınlık ve üzüntüyle dinliyordum.. Masada duran karalamalar öylece duruyordu .O an fark ettim
Lianne La havas’ın ‘’Starry Starry night’’şarkısı çalıyordu.
Sevinç, şarkıda ne diyor biliyor musun diye sordum.
Başını iki yana salladı gözlerini silerken.
‘’Yıldızlı, yıldızlı gece
Paletini mavi ve gri boya
Bir yaz gününde dikkat et
Ruhumdaki karanlığı bilen gözlerle
Tepelerde gölgeler
Ağaçları ve nergisleri çiz
Esintiyi ve kış soğuklarını yakala’’
O’na şarkı sözlerini söylerken derin bir iç çekerek gülümsedi.
‘’Ve biliyor musun Sevinç, bak mutsuzluğunda bile pastan ne güzel’’ dedim pastadan bir parça alarak.
’’Pasta yapmayı seviyorum çünkü’’
‘’Sevgi, sence her şeyi güzelleştirir mi Sevinç?’’
‘’Güzelleştirir…’’
‘’Öyleyse hep pasta yap sevinç.’
Sevinç evine gitmek üzere kalktığında çoktan akşam olmuştu, onu bırakmak için evden beraber çıktık. Apartmanın dış kapısına vardığımızda karanlığın içinden yine o dev kadın göründü, sırtında bir keman kutusu taşıyordu. O dev, soğuk bakışlı kadının müzikle ilgilenebileceği ihtimalini hiç düşünemezdim bile.
O dev kadın, Sevinç’i yanımda görünce ilk defa gülümseyerek selam verdi, soğuk bulduğum yüzündeki o eski tebessümden iz yoktu.
Sevinç, o dev kadını gördüğünde biraz şaşırmış, ayaküstü biraz konuştuktan sonra ancak beni onunla tanıştırmayı akıl etmişti. Sonradan öğrendim.
O dev kadının adı: İpek’miş.
‘’Mor çiçekler’’ adlı bir kadın derneğine üyeymiş. Sevinç’le bu kadın o dernekte tanışmışlar. İpek çok iyi keman çalıyormuş, üniversite öğrencisiymiş, hemşirelik okuyormuş.
Sevinç’i evine bırakıp evime döndüğümde karalamalar hala masada duruyordu. Yazdıklarıma şöyle bir göz attım. Eğer bunlar gerçek değilse, öyleyse gerçek; hayatımızın neresinde duruyor? Ve biz gerçeğe, en çok da kendimize ne zaman daha yakınız?
Karalamaları masadan topladım, uyumaya giderken geride kalan günden aklımda kalan tek soru şuydu:
Sahi, görünenin ardındaki herkes ve her şey her zaman bu kadar farklı mı?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.