- 859 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"Ve Tanrı Delileri Yarattı" Üzerine
Hakan Yozcu
Hakikat Gazetesi
Lefkoşa KKTC
“Ve Tanrı Delileri Yarattı” Romanı, Çukurova’nın yağız Delikanlısı, Babamın köyü olan Eski adıyla “Çangaza”, yeni adıyla “Topraktepe Köyü”nün yetiştirdiği genç bir yazar olan Kürşat Yozcu’nun üçüncü Romanı.
Post Yayınları arasında 2019 yılında İstanbul’da yayınlanan roman, 336 sayfadan ibaret. 15 bölümden oluşuyor. Akıcı bir üslupla yazılmış ve okura büyük haz veren bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Kitabı elinize aldığınızda bırakamıyor ve bir solukta okumak istiyorsunuz…
Yazar, özellikle eserini edebi cümlelerle dile getirerek, romanın farklı bir eser olduğunu ortaya koyuyor. Günümüz Türkçesi ile yazılmış olan “Ve Tanrı Delileri Yarattı” romanı, şiirsel bir dile sahip. Bunda yazarın şiire olan merakının da etkisi var diyebiliriz. Çünkü yazarın bir de yayınlanmış “Şiirimsi” adlı şiir kitabı bulunuyor.
Kürşat Yozcu, 1976 yılında Kadirli’de doğmuş. İlk ve orta öğrenimini burada tamamlamış. 1999 yılında Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden mezun olmuş. Ve sonra öğretmenlik yılları başlamış.
“Kadirli Sıla Gazetesi”nde ilk yazıları yayınlanmış. Çeşitli dergilerde yazıları çıkmış. “İçimdeki Ben”, “Sessiz Çığlık” adlı romanları yayınlanmış.
“Ve Tanrı Delileri Yarattı” eseri, yazarın adeta iç dünyasıyla yoğrulmuş düşüncelerini, yarattığı ilginç karakterlere söyleterek hayat buluyor. Yer yer özlü sözlerle süslenmiş olan eserde, arada bir, edebi olarak kabul ettiğimiz, günümüz okuruna ağır gelebilecek kelimelere de rastlıyoruz. Bu kelimeleri anlayabilmek için okuyucunun edebi alanda belirli bir eğitimi alması veya Türk Dilini çok iyi bilmesi gerekiyor: “Muazzez bir yağmurdu toprak kokusu… Sicim sicim akan gözyaşlarıyla sırdaş, musikişinas kulakların kadirşinas itaadine melodi…Vaveyla kopmuş bakın, aşk kokulu yüreklerde. Hüzünler aşklara emanet, aşk ise şaire… Kokuyla atılmış her imza payidar kalacaktır elbet.” (Sayfa 18)
Roman, bir duvar yazısı ile başlıyor:
“Ve Tanrı delileri yarattı.
Kendini akıllı sananlara akıl versinler diye…” (sayfa 5)
Romanın hemen başında çocukluktan beri hep birlikte olan, hiç ayrılmayan üç kafadar arkadaş, bir çay bahçesinde karşımıza çıkıyor: Şeyma, Arda ve Sabit…
Çay bahçesine sürekli geldikleri, burada sohbet ettikleri ve gürültülü bir şekilde kendi aralarında tartıştıkları anlatılıyor.
Bugün de bu duvar yazısının üzerinde konuştukları ve bu sözün kim tarafından söylenmiş olduğu üzerinde beyin jimnastiği yaptıkları belirtiliyor:
“Bence çokbilmişin biri yazmıştır” diyerek, ölüm sükûtunu Şeyma bozdu. “Kesin kaçığın biridir” derken her zamanki kesin tavırlı halini takındı.” (Sayfa 5)
Maddi durumlarının çok iyi olduğunu, babalarının bunları en iyi okullarda okuttuğunu, en iyi şekilde eğitimlerini almaları için yurt dışına bile gönderildiklerini ve hatta kendilerine, son model, en pahalı araba hediye edildiğini de öğreniyoruz.
Bu gençler, babalarının ortak oldukları şirkette yakın gelecekte işbaşına geçerek yönetici olacaklardır. O nedenle deneyim kazanmak istemektedirler. Onlarda eksik olan tek şey de zaten budur. Tecrübe eksikliği…
Televizyon için bazı projeler yapsalar da izleyenler tarafından beğenilmez ve hatta alay konusu olurlar. Bunun için de farklı ama ilginç şeyler yapmaları gerektiğine inanırlar.
Gençlerin olaylar karşısındaki durumlarını Sabit özetliyor: “Ne kadar aciziz! Babalarımız neredeyse tüm dünyayı önümüze serdi. Günü geldiğinde şirketlerin başına geçmemiz için bizi yurt dışına eğitim almaya bile gönderdiler. Peki, biz ne yaptık? İki yıl sonra oradan kaçtık.” (Sayfa 7)
Gençler, bir duvar yazısından çıkarak “Nasıl bir proje üretebiliriz?” diye düşünüyorlar. Öyle bir şey yapmalıydılar ki tüm ülkede ses getirmeliydi.
Gazetecilik okumuşlar. Mezun olmuşlar ama hayata dair hiçbir fikirleri yoktu. Tecrübesizdiler…
Şu ana kadar yaptıkları pek tutmamıştı. Oysa onlar, insanlığa faydalı olacak programlar yapmak istiyordu.
Yazar, bu konuda vatandaşın programlara olan ilgisini Arda’ya söyletiyor. “Ben demiştim. Bu ülkede moda programı yapacaksın.” (Sayfa 10)
Gerçekten de günümüzde TV kanallarımızda, en çok ilgi çeken programlar, “Yemek ”, “Evlilik”, “Arkadaş Bulma”, “Survivor” gibi programlar olmuyor mu?
Ama ne olursa olsun vazgeçmeyeceklerdi. İşlerine devam edeceklerdi. İşte bu noktada imdatlarına babalardan biri yetişti:
“Uzun uğraşlar sonucu kayda değer bir fikir ortaya koyamayan evlatlarının durumuna üzülen babaları, uzun uğraşlar sonucunda Haluk’un evlatlarına yardım edebileceğini düşünüp; bir tanıdık vasıtasıyla onunla tanışıp yardım istemişlerdi.” (Sayfa 14)
Haluk, ilginç biriydi. “Mandıra Filozufu” filmindeki kahramanı hatırlatıyordu okuyucuya. Bir apartmanın bodrum katında yaşıyordu. “Kapıyı çaldıklarında tam bir hayal kırıklığı yaşamışlar, sırf ayıp olmasın diye içeri biraz gönülsüz, biraz da tiksinti ile girmişlerdi.” (Sayfa 14)
Haluk, Gençlerle hiç konuşmadı. Sadece dinledi. Ellerine bir zarf vererek “Alın bu zarfı. İşinize yarayacak her şeyi buraya yazdım. Gerisi size kalmış. Bir daha da yanıma uğramayın” (sayfa 15) demişti.
Onun her sözü, her hareketi gençlere adeta bir hayat dersi veriyordu:
“Siz fazla ünlü değilsiniz galiba? Kitaplarınızı hiçbir yerde bulamadık.”
“O halde ünlü olanların yanına gitseydiniz. Onlar çok fikir üretiyor.”
“Yanlış anlamayın biz sadece insanlık için…”
“Ben elli yıldır insanlık için güzel şeyler yapmaya çalışıyorum”
“Yapabildiniz mi bari?”
“Halimi görüyorsunuz. Buna siz karar verin.”
“………………”
“Biz gidelim o zaman.”
“Alın bu zarfı. İşinize yarayacak her şeyi buraya yazdım. Gerisi size kalmış. Bir daha da yanıma uğramayın.”
Şeyma, ağzı kapalı zarfı almış usulca çantasına koymuştu. Çıkmak üzereyken Sabit, cüzdanını çıkarmış ve epey yüklü bir meblağı Haluk’a uzatmıştı. Haluk ise hafif bir tebessüm etmiş ve son cümlesini söylemişti:
“Para ile kalem aynı elde durmaz. Birini alırsan diğeri düşer.” (Sayfa 15) Her şeyin para ile olamayacağı başka nasıl anlatılabilirdi ki?
Yazar, Haluk’un zarfının içindeki yazılanları edebi sözlerle süslemişti. Adeta Servet-i Fünun Döneminin özelliklerinden olan “Mensur Şiir” (Düzyazı biçiminde şiir) tarzında yazılmış ve gençlere yol gösterici edebi eser biçiminde tasarlanmış fikirler dizisi bulunuyordu:
“Üzdük canını yaktık tabiatın.
Bak! Kış, beyazlar içinde… Duvağını açıp da öpmez alnından şairim. Ve kış isyanlarda, bir şubat soğuğuna emanet etti suskunluğunu, harcanıp gitti tek dileğiyle.
Bahar ve yaz uykudaydı öylesine. Demincek oradaydılar halbuki… Ardından hüzün elbisesini giydi, güz güzeli. Eteklerinde sırra kadem basmış bir yığın vuslat tohumları… Kışa çalar gözlerindeki buğu…
Rüzgâr da bir deli artık! Elleri vedaya hazırlanmış, ardından isyana hazırlanmış bir deli nisyan fırtınası.
Ölüm de bir sağır şiir artık. Oysa şairimin halden anlayan kalemi sorar sadece “Bu hoyratlığı nereden çıkardın” diye.
Yokluğunun rengi sinmiş yapraklarıma! Ey sonsuz diriliş sana da “Merhaba!” (sayfa 16)
Haluk’un zarfı dikkatlice okundu. Hepsi pür dikkat vermişti kendilerini yazıya. Sonunda Sabit “Bingo!” diye bağırmıştı. Bu kelime önemliydi onlar için. Çünkü devamı gelecekti. Dikkat kesildiler:
“Zihinsel engellilerin programını yapalım. Düşünsenize bu şehirde kaç tane sokaklarda yaşayan, sahip çıkılmayan zihinsel engelli var? Tedavi ettiririz onları, iç dünyalarını anlatmaya çalışırız. Maddi yardım yaparız. Hatta belki vakıf bile kurarız. Kameralar önünde kimler koşmaz ki bu vakıf için? Hem deliler bize değil, biz delilere akıl veririz. İzlenme rekorları kıracak bu program.” (Sayfa 22)
Gençler, bu düşüncelerini hayata geçirmek için kısa zamanda hazırlandılar. Bu iş için “Varoş” diye bildikleri bir bölgeye gittiler. Üçü de buraya ilk defa geliyorlardı.
Yazar, romanda, toplumdaki iki uçurumda yaşayan insanların yaşamını dile getiriyor. Zenginler, kendi bölgelerinde sorunsuz, zahmetsiz yaşarken, fakirler varoşlarda kendi dünyalarında günlerini geçirmeye çalışıyorlar. Gençler, baba paralarıyla birçok ülkeyi gezerken, kendi ülkelerindeki bu kesime çok yabancı kalıyorlar:
“Birçok ülkeye gitmişlerdi ve bu ülkelerin hepsi kendilerine kucak açmıştı. Gurbet duygusunu yaşamak şöyle dursun döndüklerinde çevresindekilere günlerce gezip gördükleri yerleri anlatmışlardı. Oysa şu an yabancı bir diyara gidiyormuş gibi bir hisse kapılmışlardı. Kendi semtlerinden ayrıldıkları her metrede gurbetin ne demek olduğunu daha iyi başlamışlardı.” (Sayfa 24)
Gençler, ilk defa geldikleri bu yoksul mahallesinde kendilerine bir konu, bir malzeme, bir kaynak bulabilmek için gezerler. Tabii buraya yabancı oldukları için mahalli sakinleri tarafından hemen fark edilirler. Ama doğrusu pek kimsenin de çok umurunda değildir bunların kim olduğu. Sadece içlerindeki meraktan dolayı şöyle bir bakarlar. Pek ilgilenmezler ama merak da etmez değiller.
Yazar, bölgeden bazı kişileri romana alır. Bir çocuk, bir yaşlı adam, bir fırıncı, yaşlı bir kadın, meraklı komşular… Ve tabii ki Yakup.
Mahallede gezinirken Türk insanının yaşayış biçimi, gelenek görenekleri ve misafirperverlikleri de gözler önüne serilir yazar tarafından:
“Pideler güzel kokuyor Fırın sizin mi? Biz gazeteciyiz.” Fırıncı yeni çıkardığı pideyi uzattı:
“Hoş geldiniz. Fırın benim. Evim yukarda. Vaktiniz varsa hanıma sesleneyim zeytin, peynir falan indirsin.”
“Yoo… Sağ olun. Biz sadece pide yiyelim.”
“Oğlum çay doldur misafirlere.” (Sayfa 28)
Konuşmalar, yer yer yöresel ağızlarla veriliyor. Bu da okuyucuya ayrı bir keyif veriyor doğrusu. Yazarın Osmaniye tarafından olması nedeniyle olmalı, verilen yöresel ağızlar da bu bölgenin ağzı olarak karşımıza çıkıyor. Deyim yerindeyse tam bir Adana ağzı:
“Avrat gapii süpürüyordu sabah. Dozutma dedim. Oninen gavga eddik. Şöle bi dolandım da dönüyom. Hadi fazla gevezelik etme de iki pide ver.”
“Az önce bir tane istemiştin.”
“Sana ne ulan. Az önce birdi, şimdi iki oldu.”
“Tamam, tamam. Buyur afiyet olsun.”
“Saol. Hadi selametinen gal. Parasını aaaşam veririm.” (Sayfa 29)
Gençler, bilgi almak amacıyla fırıncıya sorular soruyor, amaçlarına ulaşmaya çalışıyordu.
“Haber yapacak neler var buralarda?”
“Cami var az ilerde. Hatta ahşap, iki katlı, üç veya dört bina kaldı. En az yüz yıllıktır onlar.”
Konu tam istediği mecraya doğru gidiyordu. Sorularına devam etti:
“Yardıma muhtaç kimse var mı?”
Fırın sahibinin suratı birden düştü. Sorulan sorunun ne anlama geldiğini sanki anlamıştı. Başını öne eğdi, üşengeç bir anlatımla ve kısık bir sesle cevap verdi:
“Yardıma muhtaç biri olursa biz yardım ederiz.”
İşte bu cümle ile Türk insanının ne kadar yardımsever, ne kadar vefalı, ne kadar cömert olduğu özetle anlatılıyordu.
Gençler, yaptıklarından biraz da mahcup olmuşlar ki hemen ayrılmak istediler. Pide parasını vermek istediler. İşte fırıncı burada bir kez daha Türk insanının ulviliğini ortaya koyuyor verdiği cevapla:
“Misafirden para alınmaz.” (sayfa 31)
Gençler, bir çocuktan öğrendikleri Yakup adında özürlü birini bulmak için tarif edilen eve giderler.
Çocuk, burada özellikle verilmiştir. Gençler, çocuktan bilgi almak için ona para verirler. Çocuk almak istemese de ısrar üzerine alır parayı. Aslında rüşvetin bir resmidir bu durum. Çünkü para karşılığında çocuktan bilgi satın almışlardır. Toplumun içinde bulunduğu acı durum bu gerçeklikle anlatılmıştır.
Gidilen evde eski ve tahta bir kapı vardır. Bahçeye açılan bu kapıyı yazar adeta kişileştirir ve onu konuşturarak okuyucunun ona hayran kalmasını sağlar. Romanda birçok kez karşımıza çıkar bu kapı.
Bahçede biri vardır. Ama onlarla hiç konuşmaz. Tavuklarla ilgilenir ve onlara uzun uzun bakar. Bakınca adamın özürlü olduğu tahmin ediliyor. Sonra adam, aynı sessizlikte uzun uzun güneşe bakmaya başlar. Bir insanın, bu kadar yakınlıkta kendilerini görmemesi ve onlarla hiç konuşmaması mümkün değil. Bu adama seslendilerse de bir cevap alamadılar. İşte tam aradıkları kişiydi bu. İlginç ve gizemli biri…
Elinde bastonuyla yaşlı bir kadın seslendi: “Kim o? Kim geldi?” (Sayfa 46)
Bu kadın, romanda, yüzündeki tebessümüyle, yöresel Adana ağzı konuşması ile sevecen ve yüreği sevgi dolu Fadıma Teyze’den başkası değildi. Yazar, Fadıma Teyze’yi örnek Türk kadını olarak ön plana koymuştu. Ve okuyucu çok sevmişti Fadıma Teyze’sini.
Gençler, kendilerini tanıtıp gazeteci olduklarını, röportaj yapmak istediklerini söyleyince yaşlı kadın onları buyur etti. Biraz sonra sohbete başladılar:
“Siz hep böyle gülümseyerek mi yaşarsınız?”
“Dışardakiler somurtarak yaşıyo da noluyo? Hem dinimiz; Müslüman içi hüzünlü, dışı tebessümlü, güler yüzlü olmal, demiyo mu? Allah etmeye, sonumuz eyii deel. Esgiden itlere yal dökerdik. Hemen başına üşerler, bir gavga, bir gıyamet… ne yalan söyliim, şimdi insanlar aynısı olmuş.” (sayfa 49)
Yazar, burada günümüz toplumunu eleştirerek bu konudaki düşüncesini Fadıma adındaki bu yaşlı kadına söyletiyor. Gerçekten de günümüzde insanlar ufak bir çıkar veya mal uğruna birbirleriyle didişmiyor mu? Herkes birbirinin kuyusunu kazmıyor mu?
Evden ayrılan gençler, mahallenin bakkalına uğrayarak ondan da bilgiler almayı amaçlıyor. Ne de olsa mahalle bakkalı her gün onlarca olaya şahit oluyor ve mahalledeki herkesin kendisiyle alış veriş yapmasından dolayı herkesi tanıyor. Bu nedenle bilgi için başvurulacak en iyi kaynak o olarak gösteriliyor.
Bakkal, farklı biri. Cahil değil. Bu da “Mandıra Filozofu” türünden biri. Bilgili, güzel konuşan, sohbeti sıkmayan güngörmüş geçirmiş biri. Bildiğimiz birçok bakkal gibi paragöz değil. Aksine gözü bol, eli açık ve insana güvenen bir tip. Zeki ve akıllı:
“Ben de Münir. Memnun oldum. Bu sokağın iki bakkalından biriyim. İçeri buyurun, alacaklarınızı alın. Kasa orada. Parayı bırakırsınız. Para üstü olursa onu da alın.” (Sayfa 51)
Halk, bu bakkala bir de isim yakıştırıyor: “Kendi Kendine İşleyen Bakkal” Bu satırları okuyan okuyucu “Günümüzde böyle kaç bakkal kaldı?” demekten kendini alamıyor.
Arda’nın “Beyamca, Fadıma Teyze ve Yakup biraz fakirler sanırım” sorusuna bir bakkaldan beklenmeyecek bir şekilde, filozofça, felsefi bir cevap veriyor bakkal.
“Fakir… Kim, kime göre fakir?
Fevkalade derin bir mevzuyu üç beş kırık kelamla anlatmaya malik değilim elbet. Fakat elimden geldiğince size izahatta bulunma arzusu hasıl eylediniz bendenizde. Birçoğu vardır ki, varlık içinde yoktur; birçoğu da vardır ki, yokluk içinde ebede kadar muazzez bir yaşam sürer. Dünya varlığını mabut yapan birinci kısım insanlar, mabudun tutsağı olarak acz içinde kıvrana kıvrana yok olur giderler. Oysa müstesna şahsiyetler vardır; hani kapısına gelen yoksul kadın: “Allah için bana bir şeyler ver!” dediğinde ‘Vallahi şu kırık dökük evimden başka bir şeyim yok’ diyerek evin anahtarını kadına verip giden alim gibi…
Velhasıl, yoksulluk ve zenginlik hangi zaviyeden baktığınla ilgilidir. İnsan karnı bir tas çorbayla doyar ama nefsi maddeye iltica etmiş dünyaları verseniz tatmin olmaz. O halde öncelikli gayemiz tali yollara sapmadan, ana güzergâhta ilerlemek olmalıdır. Ve insan fıtratı, tabiat ile barışıktır ve tabiatta en küçük zerreler dahi zayi olmaz.
Yoksul olmak bazen mükâfattır aslında. İnsan, validesinden çıplak doğar çünkü. Saftır o an. Ve ağlar. Belki de ilk dersimizdir bu, gülmekten ziyade ağlamamızın daha hayırlı olduğuna dair…” (Sayfa 53)
“Yakup biraz deli galiba?”
“Deli… Kim, kime göre deli?”
Bu zamanda akıllının tarifini yapmalı ki, delinin meziyetleri ortaya çıksın. Akıllı ne yapıyorsa zıddı istikamette yol alanları gözlemlemeli ki, delinin gittiği menzil aşikâr olsun. Münevver bildiklerimiz ne yapıyorlar ki, deli sandıklarımız ne yapsın?” (Sayfa 53-54)
Artık roman yavaş yavaş serim bölümüne geçiyor. Giriş bölümünde kahramanları tanıtan yazar, okuyucuyu da ilginç buluşlarla merak içinde bırakıyor.
Fırıncının, yaşlı kadının ve sokak bakkalının âlimane sözler etmesi, Yakup’u ilginç olarak bize tanıtması, “Bakalım romanın ilerisinde neler olacak, nelerle karşılaşacağız?” sorusunu sorduruyor. İster istemez okuyucu bir sonraki sayfayı veya birkaç sonraki sayfaları merak ediyor.
Yakup, duymayan garip biri. Münir, aynı sokakta bakkallık yapan farklı bir kişi. Yazar, kaderin bir oyunu sonucu, bu iki insanı aynı mekânda karşılaştırıyor. Karşılaştırmaktan da öte, birbirlerini anlayan bu iki insanı dost edip sürekli sohbet etmek amacıyla bir araya getiriyor. Peki, hiç duymayan ve konuşmayan Yakup ile nasıl sohbet edecektir Münir?
Yazar, bu ikiliyi öylesine bir araya getiriyor ki aralarında adeta manevi bir bağ kuruyor. Münir, durmadan konuşuyor, anlatıyor Yakup’a. Öğrencisi gibi eğitiyor onu. Yakup hep dinliyor. Ama hiç konuşmuyor. Karşısına oturuyor ve sadece gözleriyle, yüzüyle cevap veriyor sanki:
“Merhamet, maharettir Yakup. Ayaklarınla toprağı dövdün de eline ne geçti sanki? Deruni muhasebe, mücadele ve terbiye ile şahsiyetimizi şuurlandırmadıkça; kısır, dar ve verimsiz topraklara döneriz. Vahim olan şu ki, basireti bağlanmış allame-i cihan her fırsatta kabahat işlemektedir. Sakın ruhun kontrolünü elinden bırakma! Beni belki duymuyorsun ama sözlerimdeki ruhu hissettiğini biliyorum.” (Sayfa 62)
Yazar, eserinde yer yer özlü sözlere de yer veriyor. Öyle ki bu sözler, Divan Edebiyatı özelliklerinden mısra-ı berceste gibi zihinlerde ve ezberlerde kalıyor hep:
“Okumayan bir toplumdan üstün vasıf ve faziletler beklemek cahilliktir.” (Sayfa 62)
“Sevdalardır yüreği dile getiren.” (Sayfa 60)
“Şairleri ağlamayan bir toplumun tasfiyesi başlamış demektir. (Sayfa 63)
“Atıksız sözdedir hikmet. Görebilen kulağa susarak anlatmada; sözün ağırlığını sesin ağırlığına hakim kılmada. Bazen tek damla gözyaşında gizlidir koca bir ömrün özeti. Bazen buğulu bir bakışta, bazen derin bir “Ah!” çekişte… Söz, ehlindeyse şayet fazla söze lüzum yok.” (Sayfa 73)
Üç kafadar arkadaş Yakup’u programlarına konu etmeye karar verir. Bu iş için buluşup tekrar Yakup’un evine gider. Ama Yakup, evde yoktur. O sabah, bir inşaat işçilerini götüren kamyona biner ve işçilerle birlikte gider.
Nereye gittiğini, niçin gittiğini kendisi de bilmez. Yağmur yağar. Herkes yağmurdan kaçıp bir durağa sığınmaya çalışırken O, özgürce davranır ve yağmur altında ıslanır. Oradakilerin dikkatini çeker. Tabii biraz sonra ona “deli” yakıştırması hemen yapıştırılır. Sadece uzun saçlı genç bir ressam ona imrenir ve onun tavırlarında bir başkalık bulur. O da kalabalıktan ayrılıp yanına gider ve onun gibi özgürlüğün tadını çıkarmak ister.
Bu genç ressam, Yakup’u alıp evine götürür. Kurulanması için ona havlu verir. Giymesi için de elbiseler verir. Yakup bu elbiselerin hiçbirine bakmaz. Onca elbisenin içinden yırtık ve eski olanları tercih eder.
Burada ister istemez okuyucu “Koskoca şehirde, neden, bu uzun saçlı genç ressam ile Yakup’u karşılaştırdı yazar?” demekten kendini alamıyor.
Yakup, genç ressamın sevgilisi olan iri gözlü genç kızın resmi karşısında dakikalarca durur ve onu meraklı gözlerle izler. Adeta onunla dost olur. Ve sonra kaçıp gider odadan. Kendini sokağa atar. Sokakta ona kimse bir şey demez. Sanki boğazında bir kolye gibi asılı olan konserve kutusu ona dokunulmazlık sağlar. Bu konserve kutusunu gören Yakup’tan uzak durur. Çünkü o “deli”dir.
Birçok kişi ile karşılaşır Yakup sokakta. Hatta bir sokak çatışmasının ortasında kalır, sıkılan onca silaha rağmen kendisine bir şey olmaz. Sanki ilahi bir güç onu korur gibidir. Yazar, adeta Yakup’a bilinmeyen, görünmeyen bir güç vermiştir. Bu güç, onu gizemli ve ilginç yapar. Roman boyunca Yakup, ilgi odağıdır…
Yakup, 5 gündür eve uğramaz. Nerededir, ne yapmaktadır, bilinmemektir. Nerelere gidebileceği araştırılır. 3 gazeteci arkadaş Yakup’u bulmak için uğraşırlar. Her yerde onu ararlar. Haluk Bey’den bu konuda yardım istenir. Onun yazdıklarından bir ipucu elde etmeye çalışırlar.
Arda ve Sabit, ısrarla “Başka birileriyle programı gerçekleştirmeleri gerektiğini” söyler. Fakat Şeyma bunu kabul etmez. Agresifleşir ve arkadaşlarıyla bu konuda anlaşamayarak kavga eder.
Gece evine gidip uyumaya çalışan ve fakat bir türlü uyuyamayan Şeyma gecenin bir yarısında bahçede uzanmış bir siluet görür. Yakup muydu bu? Nasıl gelmişti? Evi nasıl bulmuştu? Bahçeye nasıl girmişti? Kollarının altında da kendisiyle dost olan iki köpek vardı.
Şeyma üzerine kalın bir şey aldı ve dışarı çıktı. Ama dışarı çıktığında ne Yakup vardı; ne de köpekler. Hayal mi görmüştü yoksa?
Yazar, bu bölümde Şeyma’nın Yakup’a olan düşkünlüğünü vermeye çalışmış ve onu hep düşünerek ona olan ilgisini vermeye çalışmış. Bu ilginin sebebini de sormadan edemiyordu okuyucu… Kitap boyunca da hep kafamızı kurcalar bu durum.
Şeyma Yakup üzerinde neden bu kadar ısrarla duruyordu? Neden ona karşı bu kadar ilgiliydi? Hepsinden önemlisi Yakup’u neden bu kadar çok sevmişti? Onda ne bulmuştu? Şeyma gibi birinin, bir deliye, bu kadar ilgi gösteriyor olmasının bir anlamı olmalıydı… Bu aşk olabilir miydi? Peki, normal bir insan, bir deliye âşık olabilir miydi?
Yakup, şehrin her yerinde günlerce dolaşır. 10 gündür sokakların kokusunu alır. Arada bir göğsündeki kutuya vurur. Gören onun deli olduğuna hükmeder. Bu bölümde Yakup, yorgunluktan olduğu yere yığılıp kalır. Gözleri iflas eder. Uykuya dalar. Rüya görmeye başlar.
İşte yazar, bu rüya ile adeta Yakup’un neden sessizliğe gömüldüğünü, neden hiç konuşmadığını ve belki de neden böyle delirdiğini anlatır. Yazar, bu rüyalar ile Yakup’u biraz daha tanımamızı sağlar.
Sarı bir kızdır Yakup’un rüyasını süsleyen. Belki de bu kız, Yakup’un ilk sevdiği, âşık olduğu, onu istediği ve fakat uğradığı hakaretler sonucu kaçıp giderek sessizliğe gömüldüğü ve sevdiğini terk ettiği, çözümü kaçmakta bulduğu ve bu nedenle de tüm dünyaya küsüp susmayı, bundan da öte deli olmayı yeğlediği kızdır, bu sarı kız. Burada okuyucu bu sarı kızın kim olduğunu sormaktan kendini alamıyor…
Sarı saçlı sevgilinin uzun konuşması ve Yakup’u sorgulamasıyla ortaya müthiş bir aşk acısı çıkıyor. Acı veren, asla vuslata eremeyen karşılıksız aşklar.
Andırınlı Hamza Mehmet’in hikâyesi de anlatılarak ayrı bir güzellik katıyor esere. Askerdeyken sevdiğinin bir başkasına verileceğini duyan ve bu uğurda her şeyi göze alıp cepheden kaçan, 6 ay yürüyüp köyüne gelen ve sevdiğini bulamayan Andırınlı Hamza Mehmet’in hikâyesini öğreniyoruz üzülerek…
Okuyucu bu bölümü belki de bir solukta okuyor. Sarı saçlı bu kızı merak ediyor. Kimdi bu kız? Uzun saçlı ressamın resmindeki iri gözlü kız mıydı? Yoksa Yakup’un uğruna deli olduğu bir okul aşkı mıydı? Birdenbire neden karşımıza çıkmıştı bu kız? Yazar, burada okuyucuyu nereye hazırlıyor olabilirdi?
Yakup, çılgına dönmüş, şehirde oradan oraya koşarak kendi mekânına geri dönmüştü. Çok sevdiği dostu Münir’e gelmişti. Kimdi bu Münir? Neden durmadan karşımıza çıkıyordu? Yakup ile olan ilgisi neydi? Bir deliye neden bu kadar bağlı kalıyordu? Onu neden bu kadar seviyordu? Ve onda neler buluyordu?
Münir, onu görünce sevinmiş, ona sessizce aşkı anlatmıştı. Fuzuli’nin şiirlerinden örnekler vererek, aşkı, aşkın verdiği acıyı, bu acının aşığı olgunlaştırdığını dile getirmişti. Tabii okuyucunun bunu anlayabilmesi için Divan Edebiyatı Şairi olan Fuzuli’yi çok iyi bilmesi, onu çok iyi tanıması, onun fikirlerini, düşüncelerini, aşka olan bakış açısını bilmesi ve bunları çok iyi anlaması gerekirdi. Bunu bilmeyen okuyucu, bu bölümü asla anlayamazdı. Peki bir bakkalın bu kadar edebi bir bilgiye sahip olması normal mi idi? O nedenledir ki 8. Bölümü ben, kitabın en iyi bölümü olarak buldum. Diyebilirim ki bana en çok keyif veren bölüm burası oldu. Diyebilirim ki bu bölümü tekrar tekrar okuyup iyice zihnime nakşettim. Zira aşk ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi…
Yakup’un geldiğini öğrenen genç gazeteciler, yardım istemek amacıyla Haluk’a gider. Haluk, bu defa onlara iyi davranır. Yakup’u anlatır gençler.
Haluk, Yakup’u anlayabilmek için onun gibi davranmalarını söyler. Yakup sessiz ise onların da sessiz olmaları gerektiğini, gönülden gönüle bir dil yolu bulduklarında onu anlayabileceklerini söyler. Gençler de Haluk’a, Yakup ve Münir’i görmeye gitmeyi teklif eder. Bu fikir Haluk’un da hoşuna gider: “Bir deliyle ancak başka bir deli anlaşır diyorsun.” diyerek cevaplar.
Şeyma, kafasındaki düşünceleri, plan ve projelerini hayata geçirmeye karar verir. Yakup’u en ufak ayrıntılarına kadar tanıyacak ve onun romanını yazmak ister. Bu nedenle de Fadıma Kadın’ın evine yerleşmeye karar verir. İzni aldıktan sonra oraya yerleşir. Yakup’u anlamak için, onunla birlikte yaşamak, onun bulunduğu yerde bulunmak, onun çevresini tanımak, soluduğu havayı soluyabilmek gerekir.
Yazar, Şeyma’yı Münir ile konuştururken bu konudaki düşüncelerini Münir’e söylettirir. Çünkü Şeyma’ya göre yazmak çok kolay ve basit bir işti. Ama Münir hiç öyle düşünmüyordu:
“Yakup’u anlamaya geldiniz sanırım?”
“Evet. Bir hocamız, en asil iletişim dilinin susmak olduğunu söyledi. Ben de susmaya geldim.”
“Gereğinden fazla iddialı derim.”
“Hem, ilerleyen günlerde, onun romanını yazmaya karar verdim.”
“Yazmaya istidadınız var demek. Fevkalade!”
“Evet! Çok da okurum!”
“Peki dil kaygınız var mı? Yani, yazar olmaya namzet her şahsın dil kaygısı olmalı. Dilini en muazzam şekliyle kullanmalı. Bilirsiniz, dilini koruyamayan millet yok olur. Zira dil namustur. Önce dil gider sonra millet. Eskilerin tabiriyle, “Kamus namustur” Bundan dolayı da sözcük dağarcığını olabildiğince geniş tutma gayretiniz olmalı.” (Sayfa 239)
Yazar, burada dilin gerektiği gibi kullanılmadığını, dile gereken önemin verilmediğini, dilin artık bir sokak dili haline geldiğini, bu nedenle de küçüldüğünü birkaç yüz kelime ile konuşulmaya başlandığını, bunun da ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Konfüçyüs’ün da dediği gibi: “Milletlerin önce dillerine önem vermesi gerekir. Dile önem verilmeyince devlet de çöker, millet de çöker.” Bir bakkalın, bu kadar alimane sözler sarf etmesi, bir yazarda dil kaygısının olması gerektiğini söylemesi ne kadar normal bir durumdu? Bu düşüncelere sahip birinin ya akademisyen ya da okumuş biri olması gerekirdi. Oysa bunları söyleyen ücra bir köşenin bir sokak bakkalıydı.
Romanda çok az olsa da yer yer bazı hatalara rastlıyoruz. Ben, bunu her şeye rağmen yazarın veya editörün gözünden kaçmasına bağlıyorum. İnsan ne kadar dikkat ederse etsin, mutlaka gözden kaçan bazı şeyler oluyor işte… Özellikle bitişik ve ayrı yazılması gereken “de”lerin yanlış yazılması dikkatimi çekmedi değil.
Bu konuda hassas biri olduğum için de bu noktaya değinmeden edemeyeceğim. Bazı yerlerde ayrı yazılması gereken ‘de’ ler kelimeye bitişik yazılmış: “Sende başını alıp gidersen kim sahip çıkar bana?” (Sayfa 257)Cümlenin doğrusu: “Sen de başını alıp gidersen kim sahip çıkar bana?” şeklinde olmalıydı. “Sen sustun, bende susmak üzereyim” (sayfa 258) Doğrusu “Sen sustun, ben de susmak üzereyim.” olmalıydı. “Peki, sende susarsan beni kim konuşacak?” (Sayfa 261) Doğrusu: “Peki, sen de susarsan beni kim konuşacak?”
Tabii kitaptaki benzer hataların hepsini buraya alamayacağım. Sadece bir kaç örnek üzerinde durmayı yeterli buluyorum.
Öğretmenlik yıllarımda da bu konu üzerinde çok durmuştum. Öğrencilerimin tüm yazılarındaki bu tür hataları düzeltmekle kendimi görevli bilmiştim. Nedense bu görevi hala üzerimde hissediyorum…
Yazarın Necip Fazıl’dan da etkilendiğini şu cümlelere bakarak söyleyebiliriz: “Üzerine aşkın matemi yıkılmış bir dağın enkazı duruyordu kaldırımda. Kaldırımlar ise daha nice aşk hikâyelerine gebeydi. Kaldırımlar, Yakup gibilerin çilesiyle yoğrulur; onların alıp verdiği her nefeste hayat bulurdu.” (Sayfa 263)
Çile, Necip Fazıl’ın şiir kitabının adıydı. “Yakup gibilerin çilesi” derken tesadüf olabilir miydi? Diğer taraftan “Kaldırımlar” da Üstad’ın en güzel ve en tanınmış şiirlerinden birinin adıydı:
“Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.”
Yazar, eserin son bölümlerinde romanın nasıl olması gerektiğini, nasıl yazılması gerektiğini, yazarların hangi yol ve üslubu tercih etmesi gerektiğini yine Münir’e söyletiyor. Böylece artık okuyucu Münir’in gerçek kimliğini yavaş yavaş görmeye başlıyor:
“Roman yazarının aynı zamanda kaliteli bir sosyolog, psikolog, fikriyatçı, edebiyatçı, dilci olması gerektiğini anlattım…
… her geçen gün Türk romancılığı bataklığa gömülmeye devam ediyordu. Romanın okuru zorlaması hususunu anlattım. Çerezlik okumaların şahsa her boyutuyla bir şey katmayacağını izah ettim. .. Ruhtan yoksun hiçbir yazının okura değer katmayacağını vurguladım… Romanın akıcı olması onun temel niteliklerden vazgeçilmesini gerektirmediğini anlattım…” (sayfa 270)
Son bölümlere doğru yazar, okuyucuyu iyice şaşırtmaya başlıyor. Beklenmedik olaylar ve sürprizlerle eserine ayrı bir heyecan katıyor.
Okuyucu, Haluk ile Münir’in karşılaşması ile adeta şaşkınlığın doruğuna erişiyor. O nedenle bu bölümleri atlamak zorundayım. Zira eseri okurken biraz da bu heyecanı duymanız gerekir diye düşünüyorum.
Haluk ve Münir roman boyunca adeta birer hoca edasında karşımıza çıktılar. Edebiyata, sanata ve özellikle dilimize karşı saygıyla, sevgiyle, hep ayakta, hep dik durdular. Bizlere, dile sahip çıkmamızı ve bu uğurda neler yapılması gerektiğini öğrettiler. Sanki okumuş da delirmiş gibiydiler.
Zaten yazar da onları dile sevdalanmış birer deli olarak karşımıza koymuş. Haluk ile Münir, karşılarındaki bir deliye dahi konuşurken onlara bir öğretmen edasıyla sesleniyor ve onları eğitmek amacı güdüyorlardı. Toplumun yapması gereken şeyleri sohbetleri sırasında birbirlerine söyleyerek anlatıyorlardı:
“İşe işyerlerinin tabelalarından başlamalı. Bence, kamuoyu oluşturmanın en etkili yöntemi kısa bir sürede, Türkçeye uygun olmayan tabelaların değişim emridir.”
“İlk mektepten, son mektebe kadar bu konu sürekli işlenmeli. Hatta ayrı bir ders olarak…”
“Kitap dostları! İvedilikle bir araya gelme zamanıdır. Sokaklar trafiğe kapatılmalı, toplu olarak kitap okuma eylemleri yapılmalıdır.”
“Kalem erbabı da artık uyanmalı; hedeflerinin ne olduğu, edebiyatın nasıl olması gerektiği, hatta kime göre yazmaları gerektiği üzerinde uzlaşmalı, söz birliği etmişçesine kararlarında kati olmalıdırlar” (Sayfa 321)
Son bölümlerde yani romanın çözüm bölümünde kafalardaki soru işaretleri tek tek kalkmaya başlıyor. Satırları okudukça Haluk kimdir, Münir kimdir ortaya çıkıyor. Hepsinden önemlisi Yakup öyle bir şaşırtıyor ki bizi “Aaa!” demekten kendimizi alamıyoruz. Heyecandan yerimde duramadım. Son sayfaların bir an önce bitmesini istedim. Hatta arada bir sayfa atlamak istedim ama o da doğru değildi. Kitabın kurgusuna ihanet olurdu. Sabırla, inatla son cümleye kadar okudum. Nefes dahi almadım desem yeridir.
Bir roman ancak bu kadar ustaca kurgulanabilirdi. Bir eser, ancak bu kadar seri bir şekilde arka arkaya getirilerek bir heyecan ve bir merak unsuru içinde anlatılabilirdi. Bir kurmaca ancak bu kadar bir heyecan yaratabilirdi. Bir eser, okuyucusuna ancak bu kadar bir edebi zevk verebilirdi…
Hele Fadıma Ana… Ah O Fadıma Ana… Hepimizin yüreğinden bir şeyler aldı götürdü. Hepimiz onda bir şeyler bulduk. Ana sevgisini, teyze sevgisini belki de bir nine sevgisini onda bulduk. Onu kendimize çok yakın hissettik. Doğal konuşmasıyla, içten gelen davranışlarıyla, samimiyetiyle onu bizler çok sevdik.
Sayfaların bitmesine birkaç bölüm kala eserin hala nasıl biteceği yönünde bir fikrim oluşmadı. Oysa genelde birçok romanda konunun nasıl biteceği hakkında bazı tahminlerde bulunurdum. Ve genelde de yanılmazdım. Ama bu defa öyle olmadı. Tahminlerimin hiç biri eserin sonu ile örtüşmedi. Çünkü yazar, o kadar şaşırtıcı, o kadar değişik yöntemlere başvurmuş ki şaşırmaktan kendimi alamıyorum. O nedenle artık eserin sonucunu okuyucunun son sayfaya kadar okumasına bırakıyorum.
Diyebilirim ki son zamanlarda okuduğum en güzel, en etkili kitaplardan biri oldu bu roman.
Eserin sonunda delilere farklı bir gözle bakmaya başladım. Zira etrafımızda o kadar çok deli var ki “Tanrı bunları iyi ki yaratmış” demekten kendimi alamıyorum.
“Ve Tanrı Delileri Yarattı”yı okuduktan sonra kendime sorduğum ilk soru şu oldu:
“Acaba ben de mi bu delilerden biriyim?”
Kendinizin deli olup olmadığını anlamanız için mutlaka bu kitabı okumanızı salık veriyorum… Bana göre Sayın Kürşat Yozcu Edebiyat alanında son dönemlerin en güzel eserini yazarak bir Şaheser yaratmış.
Kurgusu ve konusu bakımından edebiyatımızda bu eserin mutlaka yerini alacağı kanaatindeyim…
Yazarı olan Kürşat Yozcu Üstadımı kutluyor ve başarılı eserlerinin devamlı olmasını diliyorum…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.