- 769 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KEMAL BAL'IN "İMAM-I ÂZAM EBÛ HANİFE" ADLI ESERİ İÇİN YAZILAN "TAKDİM"
Doksanlı yılların ortalarında fıkıh ve fakih kavramlarının güncellenmesi hakkında birkaç fikir kırıntısı üretmeye çalışmıştım. Fikir naçizane bana mahsustu ve sadece kendimden menkuldü. Dahası, kendimce fıkhın ve fakihin yeni bir tanımını yapmaya çalışmış, sonuç itibariyle aklıma gelen şu birkaç cümleyi not etmiştim: “Fıkıh, hayatı İslam perspektifinden temellendirmenin yöntembilimidir. Fakih ise bu yöntembilimini inşa eden, hayatı ve içinde yaşadığı çağı bununla okuyup anlamlandırabilen bilge şahsiyettir.”
Kemal Bal Hocamız tarafından kaleme alınan İmam-ı Azam Ebû Hanîfe adlı eser, işte böylesi bir temellendirmenin başmimarı olan bir bilge şahsiyeti bize tanıtıyor. Dahası, hem mezhep imamımız olan bir yüce kişiliğin hayatını, hem onun hayata olan bakışını gözlerimizin önüne seriyor. Önce yaşam öyküsünden bir özet sunuyor, daha sonra eserlerini tanıtıyor, ardından da onun temiz, samimi ve erdemli yaşantısından çarpıcı örnekler ve menkıbeler ortaya koyuyor. Peşinden de fıkhi konulardaki tavrını ele alıyor; vasiyetine, siyasi duruşuna ve vefatına dair bilgilere yer veriyor. Sonunda da bu büyük imamın hayata olan bakışı, bir özet halinde kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.
İmam-ı Azam, hem bir fakih hem bir hadis âlimi. Dahası milyonlarca mensubu olan Hanefilik mezhebinin kurucu imamı. İmam; önderlik eden, toplumlara yol gösteren kişidir. Her daim öncü olandır. Bundan böyle halkın ve ümmetin önderleri konumunda olan imamlar, deyim yerinde ise aynen karanlıkta seyredenlerin yolunu aydınlatan kandiller veya lambalara benzerler. Dolayısıyla önünde gittikleri fertlerin veya toplumların ilerisindedirler. Bu nedenle sıradan insanlar gibi değildirler. Hele hele toplum ve ümmet karanlıklar içerisinde ise çok daha hüzünlü ve dertlidirler. Âdeta mum olur yanarlar, alev olur titrerler. Çoğu zaman geceleri uykusuz, içleri huzursuzdur. Bir dert, bir tasa, bir dava adamıdır onlar çünkü.
Ümmetin cehalet ve tefrika içerisinde yüzdüğü, doğru ile eğrinin iyice birbirine karıştığı bir dönemde yaşayan İmam-ı Azam Ebû Hanîfe de, ilmen ve ahlaken mensubu olduğu toplumun önünde yürüyen bir şahsiyetti. Dolayısıyla o; hali ile dili, özü ile sözü, ilmi ile ameli birbiriyle çelişmeyen, dengeli ve istikamet sahibi idi. Istırabı, derdi ve davası büyüktü. Çünkü o bir hakikat insanıydı. Gerçeği ve hakkı, her şeyden ve herkesten üstün tutuyordu. Bu nedenle Hak’tan uzaklaşan devrin hükümdarlarına uzak durdu. Her çağırdıkları yere gitmedi, her verdikleri şeyi yemedi. Hayatı pahasına, onların değil hakkın tarafında oldu. Bundan böyle Hak’la arasında dolaylı bir ilişki bulunan halk, İmam-ı Azam payesini ona layık gördü.
Oysa o, güç ve iktidarın tarafında olmayı tercih edebilirdi. Hatta iltifat ve ikramlara mazhar olur, rahat, çok daha mutlu bir ömür sürebilirdi. Ancak o bunu yapmadı ve yapamazdı. Çünkü tarihteki birçok hükümdar gibi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin yaşadığı devirde de bazı yöneticiler büyük yanlışlar yapıyorlardı. O ise bu yanlışları hakkın doğrularıyla tartıyor, yanlış olduğunu görüyor, onay vermiyordu. Vermesi halinde yanlış yapar ve bildikleri yaptıklarından hesap sorardı. Bu nedenle o; taht sahiplerinin yanında olmak yerine, halkın gönlünde taht kurmayı yeğledi. Hem Hakkın hem halkın nezdinde kıyamete kadar devam edecek bir itibarın sahibi oldu.
Çünkü o İmam-ı Azam Ebû Hanîfe idi. Bir büyük kandil, lamba ve aydı. Müslüman coğrafyanın göğünü aydınlatan bir yıldız simaydı. Nice nesillere örnek oldu o. Nice sözler söylendi, nice yazılar yazıldı onun için. Ancak “Kemal” isminin; değerlerin ve olgunluğun doruğunu, “Bal” soy isminin de nimetlerdeki tadın zirvesini ve yoğunluğunu ifade etmesinden midir bilmem; bu kitap bana bir iyilikler ve hayırlar romanı kadar rahatlık verici, hoş selasetli ve akıcı geldi. Başka bir deyişle Kemal Bal hocamızın; bu kitabı içten, duru ve duygulu bir ruh haliyle kaleme aldığı her yönüyle belli idi. Bu nedenle birçok yerini iki kez okuduğum halde hiç yorulmadım. Bilakis zaman zaman şırıltılı suların arasında, bülbül ötüşlü bahçelerin içerisinde dolaşıyormuşum hissine kapıldım.
Elbette hayatta hiçbir şey tek taraflı değildi. Tıpkı zamanın gündüzü ve gecesi, atomların artısı ve eksisi, insanların sevabı ve günahı gibi… Yani demem o ki, üzücü olaylar da vardı kitapta. İnsanın gözlerini yaşartan kırbaçlar vardı mesela. Yüreğini burkan hapisler, içini sızlatan işkenceler vardı. O büyük imama yapılan türlü zulüm ve haksızlıklar vardı. Velhasıl bu kısımları okurken, Irak’ın büyük filozof ve şairi Cemil Sıtkı ez-Zahavi’nin yaklaşık bir asır önce kaleme aldığı “İki Garibiz Şurada” başlıklı şiirini hatırlamadan geçemedim. Sanki on iki asır önce İmam-ı Azam’ın başına gelenleri şiirine dökmüş gibiydi ez-Zahavi: Bağdat’ta bir yoldaydım, yürüyordum adım adım.../ Batmak üzereydi gündüz güneşi, şöyle bir baktım/ Birdenbire zamanın, sırtını büktüğü birine rastladım/ O kadar yavaştı ki, sanki yürümüyor, sürünüyordu/ Hele o sırtındaki eski kıyafetleri âdeta dökülüyordu/ Ama kirlenmemişti cepleri, tertemiz görünüyordu/ Geniş alnındaki kalın çizgilerse göstergesiydi kesin/ Yaşlı kimselerde nasıl olduğunu sıkıntı ve stresin.../ Ağır ağır yürüyordu, kitleler de ardından geliyordu/ Sövüyorlardı ona, o yaşlıysa hiç cevap vermiyordu/ Sustukça da etrafını kuşatıyorlar, taşa tutuyorlardı/ Kâh kafasını yarıyor, kâh yara bereyle şişiriyorlardı/ O da öylece kalakalıyor, hıçkırıklara gömülüyordu/ Ama bu durum, merhametli kişilerin içini eritiyordu/ Kim bu diye sordum, bana cevap verdi hemen biri:/ O Hakk’ın ta kendisidir, bugün geldi garibin garibi/ Hemen yanına koştum, yardım ve teselli için birden/ Aktı yağmurcasına gözyaşlarım, merhametimden…/ Dedim ki ona, madem ikimiz de şurada birer garibiz/ Her garip bir gariple soydaştır, o halde akrabayız biz.
Sonuç itibariyle yukarıdaki şiir bize, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin yaşadığı dönemle bugün veya bir asır önce Müslüman toplulukların yaşadığı dönem arasında pek fark olmadığını göstermektedir. Çünkü şair çığlığının çok olduğu topraklarda, daha çok normalleşememiş topluluklar yaşar. Hemen her şey ve herkes uçlara savrulduğundan nötr (vasat) toplum modeli bir türlü teşekkül edememiştir bu topluluklarda. Her yerde sığlık ve yüzeysellik hâkim olduğundan; uygarlığını gereği gibi şahlandıramamış, insanlığa artı değer katamamışların çok olduğu topluluktur onlar. Zenginlik ve çeşitlilikten uzak, katı ve sığdırlar. Dahası fakihsiz olduklarından fakir toplumlardır…
Kim bilir, belki de Kemal Bal Hocamızın bu kitabı yazmakla vermek istediği mesaj da budur. Bir fakih kıtlığına dikkat çekmek… Bundan böyle birçok kimsenin aynı konularda benzer kitaplar karalayıp ben yazar oldum edasıyla ortalıkta dolanıp durduğu bir dönemde o, bir fakih örneği olarak İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’yi incelemiş ve literatürümüze kazandırmak istemiş… Bu vesileyle Ebû Hanîfe hazretlerini rahmet ve Fatihalarla yâd ediyorum. Kemal Bal Hocamıza da hayırlı uzun ömürler diliyor, Cenabı Hak’tan eserinin hayırlı uğurlu ve bol okurlu olmasını niyaz ediyorum.
Mesut ÖZÜNLÜ
Not: Bu Takdim Yazısı, Seferihisar Müftüsü Kemal BAL Hocamın "İmam-ı Azam Ebû Hanîfe" adlı eseri için yazılmıştır.
YORUMLAR
"Dolayısıyla önünde gittikleri fertlerin veya toplumların ilerisindedirler. Bu nedenle sıradan insanlar gibi değildirler. Hele hele toplum ve ümmet karanlıklar içerisinde ise çok daha hüzünlü ve dertlidirler. Âdeta mum olur yanarlar, alev olur titrerler. Çoğu zaman geceleri uykusuz, içleri huzursuzdur. Bir dert, bir tasa, bir dava adamıdır onlar çünkü."
Rabbim böylesi güzel insanların sayısını arttırsın inşallah,emeğinize katkınıza sağlık kardeşim,teşekkürlerimle güzel faydalı bir eser okudum,selamlarımla.