CAN'A ŞİFA RUH'A GIDA ÇENGELKÖY...
CAN’A ŞİFA RUH’A GIDA ÇENGELKÖY...
Sevgili Çengelköy, Günümüz Türkiyesinde akıl hastalıklarının tedavisi için en güvenilir ve en büyük merkezlerden biri olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi; neredeyse cumhuriyetle eş değer bir yaştadır. Aradan geçen yıllar içinde göreceğimiz üzere Bakırköy; ruh hastalıklarının tedavisi ve ar-ge’si için Türkiye’de olağanüstü çabalar gösteren bir kuruluştur.
Aslında Bakırköy öncesinde Osmanlı döneminde de akıl hastaları için İstanbul dahilinde pek çok tedavi merkezi bulunmaktaydı. Eski ismiyle “bimarhane” (günümüze tımarhane olarak yansımıştır) olarak anılan irili ufaklı bu tesislerden en büyüğü Üsküdar’da bulunan “Toptaşı Bimarhanesi” idi. Fakat zamanla nüfusun ve bununla orantılı olarak akıl hastalıklarının önü alınamaz bir şekilde artması üzerine Toptaşı Bimarhanesi bile ihtiyaçlara cevap veremez olmuştur. Bunun üzerine; o dönemin Ordinaryus Profesörlerinden biri olan Mazhar Osman; yeni cumhuriyete yakışır bir ruh ve sinir hastalıkları merkezinin kurulabilmesi için girişimlere başlamış ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin temellerini atmıştır.
Sevgili okur, başta Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin Ordinaryus Profesörlerinden biri olan Mazhar Osman bey, hastalarının çoğunu taburcu ederken, onlara ve yakınlarına Çengelköy’de yaşamalarını salık vermiştir. Gerçekten gerek Çengelköy’ün havası, gerekse Çengelköylüler bu tip hastalara karşı, çok hassas, çok hoşgörülü ve çok sevecen davramalarından dolayı, kendimi bildim bileli, Çengelköy’ün ruh ve sinir hastaları hep vardır. Ayrıca akciğer, qua ve guatr hastalıklarınada Çengelköy’ün havası çok iyi gelmektedir. Hatta Rum Ortodoks kilisesinin, yukarı ayazmadaki pınarının, bir çok hastalığa iyi gelidiği, bir çok kişi tarafından denenmiş, hastalar şifa bulmuş ve hastalıktan kurtulmuşlardır. Bize göre Çengelköy’ün koyu, kuzey rüzgârlarına kapalı olduğu için böyle bir tespit yapılmış ve saptanmıştır. Dolayısıyla; "Can’a Şifa, Ruh’a Gıda Çengelköy" diye rahatça söyleyebiliriz...
Bir Kuleli Askeri Lisesi ki, şanlı ordumuza asırlardır bilgi, beceri ve görgü dolu dehalar, komutanlar yetiştirmekle kalmamış, çeşitli ülkelerden gelen subay adaylarına da eğitim vermiştir. Bir Çengelköy İlkokulu, bir Vecdi Bingöl (ünlü bestekar), bir Hulusi Bey gibi tarihe mal olmuş hocalarıyla ve Mehmetçik İlkokulu, yüz yıllardır bu vatana bilgili ve ve esaslı eğitimli, nice sivil neferler yetiştirmiştir...
Efendim, yıllardır üzerinde yaşadığımız köyümüz Çengelköy’de ne isimsiz kahramanlar, şairler, yazarlar (Kemalettin Tuğcu) , ressamlar, heykeltraşlar (Feryal Koçer Taneri), müzisyenler, bestekarlar, güftekarlar, piyanistler, güzel sanatların hemen her dalında sanatçılar, gazeteciler (Serdar Turgut), futbolcular, voleybolcüler (Sevim abla), fotoğrafçılar (Aylin Erözcan), Edebiyatçılar (Ayten Lermioğlu), askerler, elçiler, mühendisler, mimarlar (Sinan abi), avukatlar (Coşkun abi), Hak âşıkları (Hakkı amca), Politikacılar (Osman Lermioğlu, Sabri Koçer), yetişitirdi kimbilir. Bilmesine bilirler de, bir türlü söyleyemezler. Birini üç, diğerini beş, bir diğerini dokuz kişi bilir ama on kişi bile bilmez, çünkü adı üstünde; "İsimsiz Kahraman"dırlar onlar... Yıllar yılları kovaladı ve giderek onlarda unutuldu...
Hiç unutmam Çengelköy Havuzbaşı’ında otururken, üzerimizdeki köşkte DP İstanbul millet vekili Osman Lermioğlu, kızı Farisi ve Mevlevi yazarı Ayten ve oğlu İngiliz elçiliğinde tercüman Aydın ağabeyler oturuyordu. Osman amca beni ve kuzenlerim, Tahir abi, Ayfer, Ayla ve Cemile’ye karşı çok sevecen ve babacan bir adamdı. 1960 İhtilali oldu ve Osman amcayı tutuklayıp, Yassıada’ya hapsettiler. Orada Adnan Menderes ve arkadaşları ile yargılamaya başladılar. Her akşam radyo programında mahkeme salonundan naklen yayın yapılıyordu. Bizlerde her akşam bu yayını dinliyorduk Sunucu; "Evet ayın dinleyiciler, mahkeme başlıyor", demesinden sonra mahkeme başkanı; "saaanıklarr haazıırr", dedikten sonra mahkeme ve yayın başlıyordu.
Bu yargılamalar altı, yedi ay sürdü. Ayten abla ve Aydın abi Yassıada’ya giderek babalarını ziyarete gidiyorlardı ama bir türlü göremiyorlardı. Bostancı civarlarında bir otelde kalarak, her sabah orada gidiyorlardı. Üç, beş gün, bazen bir hafta. Orada görevli bulunan bir subaya veya astsubaya bir pusula veriyorlar ve Osman amcaya yolluyorlardı. Ayten ablanın anneme anlattığına göre, o pusulayı alan kişiye parada veriyorlardı. Parayı ve pusulayı alan görevli kafasuına göre takılıyor ve olumlu bir haber getirmiyordu. Aydın abiye göre, o pusulanın verildiğide meçhuldü...
Osman amca orada, ’ince hatalığa’ (verem) yakalanmıştı, bu yüzden Ayten abla baş hakim’in önünde diz çökerek, Osman amcanın tedavisinin tam teşekküllü bir hastanede yapılmasını talep etmişti. Bu talep yapıldığı sırada, zaten mahkeme neredeyse sona erecek ve kararlar açıklanacaktı. Vakit geldi ve kararlar açıklandı. Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’na, idam cezası verilirken Osman amca beraat etti ve Çengelköy Havuzbaşı’na dödü. Döndüğünde çok zayıflamıştı ve yürüyemiyordu. Bizleri yinede sevip okşadı ve bir sedyeye konularak, yukarıdaki köşke götürüldü. Hiç unutmam doktorun ona verdiiği iğneleride annem yapardı. Gelgelelim o mel’un hastalık ve kilo kaybı, onu ancak üç, beş ay yaşattı ve Osman amcayı kaybettik...
Sevgili Çengelköy, neden acaba bizler korku ve endişelerle hareket ediyoruz, kendimize olan inancımızı ve güvenimizi kaybediyoruz, niçin yaşamı kontrol etmeye çalışıyoruz... Eskileri bırakmaktan ve yeniye geçmekten neden korkuyoruz, hayata tutunmaya çalışıyoruz, direnç gösteriyoruz ve yapışıyoruz. Aslında biz, sorunlara, insanlara güvencimizi yitirmişiz, belli ki yeninin belirsizliğinden ve yeni değişimlerden çekiniyoruz...
Oysaki doğa, güneş, ay ve yıldızlar ne güzel anlatıyordu kendilerini... Kışa hazırlanırken korkmuyor ve endişe duymuyordu yapraklarını dökmekten hatta yapraklarını toprağa bırakırken ayrı bir güzellik, ayrı bir zevk veriyordu... Toprağa teker teker düşen yapraklar rengarenk oluyordu... Bedeni çıplak kalıyordu çınar ağaçlarının ama kış için bunu yaşamaları gerekiyordu, çünkü o zaman daha güçlü duruyordu sanki ayakta... Kışın soğukla, yağmurla, karla daha iyi baş edebiliyordu çınar ve kavak ağaçları Çengelköy Havuzbaşı parkında...
Biliyorları ki onlar, yapraklarını bırakmamış olsalardı daha büyük ziyan ve zarar göreceklerini... Havuzbaşı parkındaki devasa Kavak ve çınar ağaçları biliyorlardı ki yeni döneme girdiklerinde daha da büyüyecek genişleyecekler ve yaprakları daha da çoğalacaktı... Aslında doğa bizler gibi değişimden korkmuyordu kendini yenilemekten... Yeni gelecek her yeni yeniliğe ve değişime her zaman hazırlıyordu kendini... Sevmekten ve sevilmektende korkmuyordu, bizler gibi... Yeni gelen sevgiliye hoş geldin, merhaba demekten çekinmip korkmuyordu...
Sevgili okur, aslında doğa çok şey öğretiyordu bizlere... Önce öğretiyor, somra yaşadıklarıyla huzur veriyordu... Her yeni dönemin o an tadını çıkarıyordu... Bizlerse, hayatın bize vermiş olduğu mesajları duymamazlıktan geliyoruz, sadece görmüyor ve kabulde etmiyoruz. Yapıyormuş gibi yaşıyoruz... Sanki mutluymuşuz , sanki zenginmişiz, sorun yokmuş gibi, her şey yolundaymış gibi, inançlıymışız gibi, güçlü gibi... Bizlere problem olarak görülen hiçbir şeyi çözmüyoruz biliyormusunuz? Sadece üstünü örtüyoruz... Ama zaman geliyor üstü örtülen her şeyde olduğu gibi, bir gün hepsi ortaya çıkıveriyor...
Efendim, Çengeköy’de hemen her mevsim taze balık bulabilirsiniz. Çengelköylü balıkçıların çoğu ağustos sonlarında başlayan ve Karadeniz’den Boğaziçi’ne giren, çinekop ve çingene palamutunun peşine düşerler. Bizim balıkçılardan sadece Naci ve Hayati reisler ’ağ’ kullanırlar. Ağ balığı hantaldır, ağ’a takılır gelir. Ancak olta balığı canlı ve diridir, daha lezzetidir. Çapariye (çok iğneli ve tüylü olta) gelen balık ile, yemli oltaya gelen balık arasındada lezzet farkı vardır.
Çapariye aç kalan her balık gelir, zira kaz veya martı tüyünün hiçbir tadı yoktur, ama yemli (midye, karides)oltaya, ağzının tadını seven balık gelir ve bu özelliği onun lezzetini arttırır. İyi bir balık sever, yemli balık ile, tüylü çapariye gelen balığın farkını yerken anlar...
Sevgili çengelköy, akşam hava karardıktan, sabah aydınlığına kadar, Kuleli sahilinde, oltanıza taktığınız bir sarıkanat iğnesine, bir lokma tavuk eti koyunuz ve sahilden fazla uzğa değil, üç, beş metre ileriye doğru atınız. Bir müddet hafifçe ileri geri oynatarak durunuz, mutlaka aslında derin su balığı olan ve karanlıkta yaşayan ve şahane beyaz etiyle bir, gelincik veya çarpan balık olarak bilinen, sırtı zehirli yüzgeçli bir iskorpit balığı yakalama şansınız vardır. İskorpit’in hem ızgarası, hem pilakisi, hemde çorbası harika olur ve çok lezzetlidir...
Değerli arkadaşlar, Çengelköy, şehrin gürültüsü ve karmaşasına inat, kendine özgü sessizliğini her zaman koruya biliyor. İnanın sevgili okurlar, İstanbul’dan gelen vapur, Çengelköy iskelesine vardığında, vapurda inen yolcuların kulaklarında çınlayan, şehrin gürültüsünü taşıyan izler, yavaş yavaş kaybolur, adeta, insanlara; "Oh Be Dünya Varmış" dedirtirdi... Çengelköy, karşı yakaya 5-10 dakikalık bir uzaklıkta olmasına rağmen, sadeliği ve doğallığıyla, iyi hizmet veren mekânlarıyla, sanki şehirden çok uzakta, bir kaçış noktası olabilmeyi her zaman başarabiliyor...
Sahilden Boğaz köprüsünün iki ayağını karşınıza alıp, fona da gün batımını koyduktan sonra, yudumlayacağınız demli çayın tadının tarifi mümkün değildir. Akşamları ise, işten dönerken Beylerbey’n den sonra Çengelköy’e yaklaşan vapurdan, köyün sakinleştirici havasının hemen farkına varıyorsunuz. Demek ki bu yüzden, meşhur doktor "Mazhar Osman"dan bu yana, doktorlar ruh sağlığı bozuk, guatr ve akciğer hastalarını Çengelköy’e yönlendirirlermiş. Çengelköy koy’undan, gün batımında ayrı bir renk cümbüşü, gün batımından sonra da, ayrı bir renk ve gölge dansları izlersiniz. Bu dansa her zaman Boğaziçi köprüsü’nün rengarenk ışıklarıda katılınca, insanlar günün yorgunluğunu atmak ve biraz olsun nefes almak için Çengelköy’e koşuyorlar, çok da iyi yapıyorlar...
Hüseyin A.Tuna / Tunacan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.