- 791 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Antakya'nın Hak Dostları
Yüce Allah, delalete düşen kavimlere her defasında peygamberler gönderdi. Dinler bu peygamberler ve onlara destek veren samimi, çilekeş kulların sayesinde yayıldı. Olayların geçtiği şehirlerin bazıları, gizemli kalıntılarıyla hâlâ ayaktalar. Geçmişin şahidleri olarak, kim bilir bizlere ne çok anlatacakları öyküleri vardır?
Musevilikten sonra sancılı bir dönem başladı. Hz. İsa’nın, Miladi 33 yılında çarmıha gerilip ruhunun göğe yükselmesinden sonra, havariler İseviliği tebliğ için, Barnabas ve Pavlos’u Antiocheia(Antakya)’ya gönderdiler. Roma İmparatorluğu’nun Roma ve İskenderiye’den sonraki en büyük şehri Antiocheia, Suriye Eyaleti’nin başkenti durumundaydı. Etrafı surlarla çevrili, ticari ve sosyal yaşantı bakımından gelişmiş, halkı lüks bir yaşam sürdürüyordu. Pagan kültürünü benimsemiş putperest ve ateşperest halka, yeni bir inancı kabul ettirmek zordu. Yerleşik düzenlerini bozmak istemeyen halk, bu iki elçiye karşı gelip, ölümle tehdit ettiler. Sonunda şehrin kralı tarafından hapse atıldılar.
Bu olayları duyan ve havarilerin başkanı konumundaki Petrus (St.Pierre), iki arkadaşına destek için yola çıktı. Elinde asa, sırtında azığı ile günlerce yol aldıktan sonra, Antiocheia’nın doğusundaki Silpius(Habib-i Neccar)Dağı’na ulaştı. Hava kararmak üzereydi. Sığınmak için girdiği mağarada gördüğü manzara karşısında şaşırdı. Yanan bir kandilin loş ışığında, yere serilmiş bir postun üzerinde, saçı ve sakalı uzun, nur yüzlü bir adam ellerini havaya kaldırmış, dua ediyordu. Duasını bitirince, misafirini güler yüzle karşıladı. Nereden gelip, nereye gittiğini sordu. Petrus da Kudüs’ten kalkıp buralara kadar geliş amacını anlattı. Petrus’un da havari olduğunu sezen adam, sevinerek ona sarıldı.
—Bana da Habib-i Neccar derler. Marangozum. Bu dağlardaki zeytin ağaçlarından kestiğim dallardan asa, kurumuş zeytin ağaçlarının gövdesinden süs eşyaları, kaplar, kaşıklar yapıyorum dedi. İbrik biçiminde, ağacı oyarak yaptığı kabı göstererek:
—Bu kabın içinde, Yaradan’ın biz insanlara şifa olarak sunduğu zeytinyağı var. Taş ve ağaçlarla yaptığım bir aletle ezip yağını çıkarıyorum. Bu yağı hem içiyor, hem de yaptığım süs eşyalarını parlatmada kullanıyorum. Kül ile karıştırıp, temizlikte kullanıyoruz. Şu yanan kandilde dahi bu yağdan var. Cüzamlı bir oğlum vardı. Senden önce gelen iki havariyi evimde misafir etmiştim. Bana, bize yüce Yaradan tarafından bahşedilen bir takım kerametlerimiz var. Şayet oğlunu iyileştirirsek, iman eder misin? Dediklerinde, tereddütsüz kabul ettim. Onlar da bu zeytinyağını şifa olarak oğlumun vücuduna sürmemi söylediler. Sonra da yaptıkları duanın etkisiyle oğlum hastalığından kurtuldu. Ben de o resullerin dinine tabi oldum. Azmış olan kavmimin de iman etmesi için ve musibet olarak verilen vebanın defi için, bu mağaraya gelip dua ediyorum dedi. Birlikte azıklarındaki ekmekleri çıkarıp zeytinyağına banarak yediler. Yaradan’a şükredip, yaktıkları ateşin sıcaklığında uykuya daldılar. Sabah olduğunda, şehre inmek için hareket ettiler. Ormanlık ve sarp yokuşlu dağdan aşağı süzüldüler. Orontes (Asi) Nehri’nin üst tarafında, Staurin (Hac) Dağı’nın eteklerindeki dağa oyularak yapılan mağarayı gördüler. Burayı daha önce putperestler kullanmıştı. Hâkim bir noktada olan bu mağaradan, şehir ve şehri bölerek akıp giden Orontes Nehri görünüyor, tüm ihtişamıyla göz kamaştırıyordu. Bu taş mağara, Petrus’a Kifas (Kaya) ismini veren Hz. İsa’ nın şu sözlerini hatırlatıyordu:
— Kilisemi senin üzerine bina edeceğim. Temel taş sen olacaksın diyordu. Petrus, şimdi İsa’nın ne demek istediğini daha iyi anlıyordu. Taşların oyulmasıyla oluşan bu mağara, ibadet ve dine yeni mensuplar kazandırmak için önemli bir konuma sahipti. Burayı kafasında ileride ayin yapacakları bir kilise olarak kurguladı.
Habib-i Neccar ile birlikte şehre indiler. Neccar, her zaman kendilerine destek verdi. Petrus, kimliğini gizlediği halde, çok geçmeden kendisinin de diğer havarilerin arkadaşlarından biri olduğu anlaşıldı. Kralı yaptıkları mucizevi hadiselerle ikna ettikleri halde, (Sarayda yeni ölen vezirin oğlunu canlandırdıkları halde), Putperestler yine de inanmak istemediler. Petrus, şehrin sokaklarında dolaşıp ikna ettikleri insanlarla, daha önce gördüğü taş mağarada gizli görüşmeler yapıyordu. Her geçen gün inananların sayısı artıyordu. Fakat şehir halkı ile kralın baskısı ve zulmü de devam ediyordu. Şehrin meydanında taşlanan havarilerin önüne atlayan Habib-i Neccar’ ı dahi dinlemeyen halk, onları taşlayarak linç ettiler.
Neccar, hiç tereddüt etmeden canını feda etmişti. Hakikat yolunda en büyük fedakârlığı göstermişti. O anda Allah tarafından verilen gazapla bir deprem oldu. Antiocheia’nın yıkılmaz denilen surları bile yerle bir oldu. Buna rağmen ibret almayan yönetim, baskılarını sürdürdü. Hakikat ışığını gören bir grup inanan, kiliseden dağa doğru açılan tünellerden geçerek, saldırılardan canlarını korumaya çalışıyordu.
İsevilik dünyanın ilk kilisesi olacak bu mağaradan yayılacaktı. Katoliklere göre ilk papa, Ortodokslara göre ilk patrik unvanını alan Aziz Petrus, Miladi 67 yılında Roma’ya gitmişti. Hakkında çarmıha gerilerek idam edilme kararı çıkmıştı. O, Hz. İsa’ya olan saygısı sebebiyle, çarmıha ters gerilerek idam edilmeyi yeğledi.
Günümüzde Antakya’ ya gelenler, üç semavi dinden insanların çan, hazan, ezan sesleri arasında birlikte, kardeşçe yaşadıklarına şahit olurlar. Şimdi bir müze olan Sen Piyer Kilisesi’nde, Aziz Petrus’un ölüm günü olan 29 Haziran’da, ayinler yapılmakta ve buraya gelen Hristiyanlar, hacı olmaktadır. Habib-i Neccar adına yapılan Anadolu’nun ilk camisinin avlusunda uyuyan Neccar ve diğer Allah dostlarının ektikleri birleştirici ve hoşgörü tohumları, yüzyıllardır tüm insanların gönlünde gül olup açmaya devam etmektedir.
Antakya’nın yüksek kale duvarları zamana yenik düşse de, kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, Yasin Suresi’nde bahsi geçen Habib-i Neccar kısası, bir ibret tablosu olarak canlılığını sürdürmektedir. Asırlar öncesine şahitlik yapan Asi Nehri’nin suları, tarihin birikmiş gözyaşları gibi çağıldayıp Akdeniz’e karışmaktadır.
Muhittin ALACA
YORUMLAR
efendim Çok harikulade ve güzel anlatmışsınız Hatay / Antakya'mızı. Bende Antakyalıyım. Hatay Milatta Suriye ve Anadolu arasında kalan bir ülkeydi. Hatay ülkeyken İlk Cumhurbaşkanımız Tayfur Sökmen'di. Ulu önder Atatürk'ümüz savaş derken, hamd olsun ki toprak kazanmıştık. Ulu Önder Atatürk'ümüzün bir de manevi oğlu vardı. Savaş çıkarırken, oğlunu emin elde tutmak ve saklamak için Suriye'ye götürüyordu. Atatürk'ümüz öyle bir emsaldı ki, en son Hatay'ı da istiyordu. Ve Hatay topraklarına gelerek, Hatay'ın o zaman ki ileri gelenlerine "Hatay'ı istiyorum, Hatay benim şahsi meselemdir" diyerek burayı da aldı.
Paylaşımınızdan ötürü sizi tebrik ve teşekkür ederim.
Saygı selam ile