- 464 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AHA ŞİMDİ ALMANYA DAYIM
AHA ŞİMDİ ALMANYA DAYIM!
Adolf Hitler, Alman Devleti Başkanlığı’na gelişinden yıllar sonra Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı sistemini FUHRER adı altında birleştirerek tam yetkili konuma gelir.
Saldırgan bir dış politika güttüğü için kalkınmayı savaş sistemi üzerine geliştirmeye başlar. Onun asıl amacı yıllardır beynini kemiren Birinci Dünya Savaşında Almanya’nın hezimete uğrayışının intikamını almaktır. Diğer bir amacı da iri kıyım Alman ırkı yaratmaktır.
Bunun için iri yarı babayiğit Alman erkek ve kadınlarını çiftleştirme yoluna gider. Hayalleri ve hırsı çok geniştir. Avrupa ve Asya’nın bir bölümünü ele geçirme planları içerisindedir. Dış ülkelere gönderdiği elçiler Alman ordusunun güçlendiğinden bahsetmekte, adeta korku salmaktadır. Polonya’ya saldırır, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep olur. İlkin çok başarılı olursa da ilerleyen yıllarda Rusya içlerine kadar ulaştığı halde savaşı kaybeder. Bu yenilgiyi kaldıramayıp sonunda intihar eder, vasiyetine uyularak bir süre sonra cesedi yakılır
.
İsmet İnönü usta bir dış politika izleyerek Türkiyeyi bu savaşa sokmamıştır. “Belki savaşa girersek” diye tedbir almış halktan ‘öşür ya da aşar vergisi’ adı altında mahsulünün bir kısmını toplamıştır. Gördüğü tepkiler karşısında, “Vergi topladıysam çocuklarınızı yetim koymadım ya” diye muhaliflerine çıkışmıştır.
Savaştan sonra Almanlar büyük bir kalkınma hamlesine girerler. Fabrikalar kurulmakta, bunun yanında çalıştırılmak için dış ülkelerden gelecek işçiye ihtiyaç duyulmaktadır. Öncelik Türk işçilere tanınır. Almanlar, Türklere daima bir sevgi ve saygı beslemektedir. Bunun iki nedeni vardır. Birinci Dünya Savaş’ında iki Alman gemisi (Yavuz-Midilli) Çanakkale Boğazı’ndan Türk bayrağı çekip giriş yaparak bize sığınmış, haliyle biz de savaşa ister istemez dahil olmak zorunda kalmıştık. İkinci neden ise Enver Paşa’nın Alman hayranı ve dostu olması, onlarla birlik olup Osmanlının kaybettiği toprakları geri alma hayalidir. Bu iki sebepten dolayı Türkleri dost ve müttefik sayan Almanlar ilk varan işçi kafilesini bandolarla karşılarlar.
Almanya’nın işçi aldığı yurdun dört bir yanına dağılmış, çift çubuğunu bozan soluğu iş ve işçi bulma kurumlarının kapısında almış, sıra almak için kuyruğa girmişlerdir. Kurumdan gelen davetiye kağıdını alan Ankara, İstanbul gibi yurdun on vilayetindeki konsolosluklara başvurularını yapmışlardı. Sıkı bir sağlık kontrolünden sonra sağlam çıkanlar pasaportlarını alıp hemen bindikleri tren ve otobüslerle Almanya’ya hareket ediyorlardı. Almanlar işçi alımında daha çok gençlere yer veriyor, sağlam çıkamayacağı tereddüdünde olanlar ise sağlam çıkanları kendi adlarına tekrar kontrole sokturuyorlar ya da kan ve idrar numunelerini bir başkasından temin etme yollarına gidiyorlardı.
Bu durumlar da gülünç olaylara neden oluyor, size temin ederim diyenlere kanıp paralarından pullarından oluyorlardı. Yola çıkanlar arkasından ağlayan ana, baba veya eşini teselli ediyor ya da ayrılık hüznüyle onlarla bir olup onlarda ağlıyordu.
Almanya ya akım başlayınca haliyle köylerde nüfus oranı gözle görülür şekilde azalıyor, kahveler boşalıyor, artan pislik ve hırsızlıklar bitiyordu. Çürük çıkanlar veya Almanya’dan oturma müsaadesi (vize) alamayıp geri dönenler turist pasaportu alıp tekrar şanslarını deniyorlardı. Bu da parası olan fırsatçıların işine yarıyordu. Kapısına paraya gelen adamların tarlasına ipotek koyuyor veya varsa tarlasını, hayvanını yarı fiyata satın alıyordu. Bu şekilde şansını deneyenlerin Almanya’ya ulaşamazlarsa vay ki haline. Turist gidenler aldıkları akıla göre gayet şık giyiniyorlar, kendilerine bir beyefendi süsü vermeye özen gösteriyorlardı.
Girdikleri yabancı devlet gümrüklerinde kendilerini denetleyen memurlara kimi zengin olduğu için oraları gezmeye gittiğinden dem vuruyor, kimi diplomat olduğu yalanlarına başvuruyordu. Ama gel gör ki gerek ellerindeki nasırlar, gerekse okuma-yazma bilmediklerinden okuyor gibi yapıp ters tuttukları gazete açıklarını ele veriyordu. "Gazeteyi niye ters tutuyorsun" diye soran görevliye de “düzünden herkes okur, mühim olan tersinden okumak” diye hava atıyorlardı. Şansları yaver gidip Almanya’ya ulaşanlar önceden adresini aldıkları hemşehrilerini buluyor,onlar da Haım’daki arkadaşlarının gönlünü alırlarsa orada barınıp kaçak yollardan iş arıyorlardı. Turist pasaportuyla gümrüklerden geçemeyenler oradan kaçarak sınırı geçip açlık susuzluk ve buna benzer sıkıntılarla Almanya’ya ulaşmaya çalışıyorlardı. Ulaşanlar ise dil sorunu çekiyor bu gibi durumlarda yakalanmalarına sebep oluyordu. Marketlerde, birilerine adres sormalarında, gülünç durumlara düşüyorlardı. Kimi cadde ve sokakları gezerken şaşırmayayım diye yanında bulundurduğu tebeşirle belirli yerlere işaret çizgisi atıyor, arkadan gelen muzip arkadaşları da bunu siliyorlardı.
.
Bunlar olurken geçen zaman içerisinde önce gidip işçi olanlar da artık yavaş yavaş izne geliyorlardı. O yıllar köylünün alışkın olmadığı giysiler ve parfüm kokuları bayağı dikkat çekiyordu. Başlarında telekli fötr şapka, boyunlarında kendilerine yakıştıramadıkları kravat, onu tamamlayan takım elbise, bir elinde arada ağzına götürdüğü Ente marka sigara, diğer elinde hiç susmayan teypli radyodan Ali Ercan türküleri eksik olmuyordu. Artık köy evlerinin çehresi değişiyor, yıkık viran kerpiç evlerin yerini üzeri kırmızı kiremitli konaklar alıyordu. Çalışanı, bakanı olmadığı için bağlar viran oluyor, eskisi gibi tarlalara kavun, karpuz ekilmiyor, nedeni sorulunca da, “Almanya bizim için nasıl olsa ekiyor” diyen kadınlar da ayrı bir hava atıyorlardı. Almanya’dan izne dönenler bir arada bulunmamaya özen gösteriyorlardı. Ola ki, orada yaşadıkları gülünç durumları boş bulunup ağzında dan kaçırırlarsa pot kırıp rezil olurlardı. Hoş geldiğine gelen kalabalığa başlarından geçen olayları önce Almanca söyleyip sonra Türkçeye tercüme ediyorlar, böylelikle dillerini ne kadar geliştirdiklerini anlatmaya çalışıyorlardı. Yerine göre yalanın bini bir para... Nasıl olsa şahit yok, ispat yok. Almanya’da evden işe, işten eve gidip gelmiş, ama hovardalıktan tut ki, aklın almayacağı masallar uyduruyorlardı. Bazıları izne gelirken kiraladığı taksiden tüfek atışlarıyla köye giriyor, ertesi günü parasızlıktan bunu satmak zorunda kalıyordu.
Bir diğerinin dönüş biletini hanımı ele rezil olmayalım diye kışa ayırdığı unluk buğdayı satarak karşılıyordu.
İzin dönüşlerinde yanlarında bolca kurutmalık, düğ, bulgur, kuru mantı gibi yiyecekler valizleri dolduruyordu. İşini bilen bir başkası yük taşımıyor, yükte hafif pahada pahalı bir şeyi oraya götürüp satıyor, marketlerden Türk yiyeceklerini temin ediyordu. Oğluna bir şeyler göndermek isteyenler kapı kapı gezip götürmeye razı olan birini arıyordu. Bazısı da "ben götürürüm" deyip onu alıyor Ankara’da akrabalarına dağıtıyordu. Foyası meydana çıkarsa bahanesi hazır "yük fazla geldi gümrükten geçiremedim.
Sonraları Belçika, Hollanda, Avusturya, Fransa gibi devletler de işçi alımına başladılar. Yurt dışına ilk giden işçilere birinci kuşak dendi. İlk zamanları da işçiler eş ve çocuklarını Almanya’ya götüremediler. Zamanla gözleri açılan işçiler paraya kıyarak "sarı Alman dilberleriyle" hoşça vakit geçirerek kadına olan ihtiyaçlarını bir süreliğine hallettiler.
.
Kimi orada evlenip yurtta kalan eşine boş yere yol bekletti. Çıkan dedikodular-dan çok yuvalar dağıldı. Bazen “ben hastayım” diye doktora giden bir Almancı hanımının yanındaki refakatçi kadına doktor, “bu kadının bir şeyi yok, kocası yurt dışındaymış haber salın hemen gelsin” diye azarlar yağdırdığı oluyordu “azgın karının” diyerek. Bazıları para biriktirme sevdasına yeme, içmesinden fedakarlık yapıp patates haşlamasıyla mide kandırıyordu. Bahaneleri güya Almanların müslüman kesimine domuz eti satıp yedirmeleri. Bu yüzden kimi ölüp uçağın kuyruğunda, kimi hastalanıp sedyeyle evinin yolunu buluyordu.
.
Memleket hasretiyle yananların çoğu “kazancım bana yeter” deyip kesin dönüş yaptı. Parasını değerlendiremeyenler musluğu çabuk boşalttılar. Artık yaşlanmışlardı geri dönseler Almanya onları almazdı.
Akıl vereni olanlar parasına para, malına mal eklediler. Eskiden para göndermelerde bankalara itibar olmaz elden eş-dost vasıtasıyla gönderilirdi. Para şehirde bir esnafa gelir, bunu duyan işçi hanımı yakın bir akrabası erkekle Mark’ları oradan alırdı. Bazıları geldiği dükkanda “şunu alacağım, bunu alacağım” diye hava atar emanetçi dükkancı da “şimdi bunlara gerek yok” diye paraların hepsini vermez kendi işinde kullanırdı.
Almanya’dan gelen mektupların içi yalan yanlış bilgilerle dolu olurdu. Güya işçi çalıştığı ortamda gezinirken farkında olmadan bastığı yerin altındaki makineyi çalıştırır, toplu iğne imal olurmuş, veya Türk neslini kurutmak için işçi alımı bahanesiyle yemeklerine ilaç katıp peyderpey öldüreceklermiş.
Güya kaldıkları haım’larda öyle yataklar varmış ki, kalk saati gelince adamları yataktan atıyormuş.
Aradan geçen yıllar içerisinde kolay yoldan geçim yolu sahtekarlığına gidenler olmuş. Farkında olmadan Türk düşmanlığının ilk tohumunu attırmışlardır. Sigaramatiklerden sigara çekmek için buzdan jeton, yere düşen bir parayı almak için ayakkabı altına sürülen yapıştırıcılar bu gibi olmadık pislikler, “TÜRKLER DIŞARI” sloganını doğurmuştur. Yurdun dört bir tarafında başlayan Almanya’ya işçi akımı furyasına Karacaören köyünde daha önceleri başlamıştı. Bulup buluşturan soluğu dış ülkelerde almış. İş, ekmek, mal, mülk sahibi olmuş-tur. Fakirlikten gelmenin vermiş olduğu “iktisatlı geçim” yolunu seçtiklerinden izinlerinde öyle havalı otomobillerle gelip, olmayanlara poz satmamışlar, trafik kazasıyla ölmemişlerdir.
Karacaören’de Almancı olmadık ev parmakla gösterilecek kadar azdır. İlk önceleri eğitimde biraz gerilemeye neden olduysa da uyanan köylü çocukları okuyup tahsil yapmayı ilk planda tutmuştur. Artık Almanya’dan çil çil Mark’lar gelmekte eski evler yıkılıp yenisi yapılmakta, kapılarda traktör ve ziraat aletleri, kamyonlar, minibüsler göze çarpmaktadır. Evlere buzdolabı, ocak gaz girmeye başlamıştır.
Kütük babası Ahmet ölünce ağabeyi Bekir’le yetim kalırlar. Babalarının öyle malı, mülkü karın doyuracak pek fazla tarlaları yoktu.
Ağabeysi çerçilik yaparken kendisi de her köylüsü gibi ırgat durma, amelelik gibi işlerle uğraşıyordu. Zamanla ağabeyi ile evleri ayırdılar.
Minire, Kütük’ün öz anası; Bekir’in analığı idi. Oğulları ayrılınca oğlu Kütük’ün yanında kaldı. Kendisinden önce bir erkek kardeşi doğup ölmüştü. Babası Kütük’ün doğumuna çok sevinmiş, “maşallah kendi Kütük gibi adı da Kütük olsun” demiş. Kütük zamanla çoluk çocuğa karışmış, kimsenin azında, çoğunda, dedikodusunda olmayan kendi halinde efendi, ağır başlı bir gençti. Kendisini çok seven köylüleri ona Efendi lakabını taktılar.
Yaşlı anası Minire ev işlerinde gelinine gücünün elverdiğince az buçuk yardımcı olur, köyü dolaşır, Almancıların yaşam farklarını görür, kendi fakirliklerini düşünürdü. Almanya’dan izine gelenlerin giyimlerine, kuşamlarına ister istemez özenirdi, “Benim Kütük’ümün bunlardan neyi eksi, neden o da Almancı olmasın?” diye iç geçirirdi.
O yıllarda Almanya’da işçi olarak çalışan Tahsin Yılmaz da izine gelmişti. Minire, aynı zamanda akrabaları olan Tahsin’in evine hoş geldiğine gitti. Sağdan soldan konuşulduktan sonra yaşlı kadın asıl meseleye gelerek Tahsin’e “Kütük’ü Almanya’ya götürmesini, bir hayır işlemesini, ağlamaklı gözlerle duacı olacağını söyleyerek izah etmeye” gayret etti.
Teyzenin haline acıyan Tahsin, “Sen Kütük’ün Almanya’ya gitmeye gönlünü edersen masraflarını şimdilik ben çeker götürürüm, işe yerleşip maaşa geçtikten sonra ondan alırım” diye söz verdi.
Ana ne kadar ısrar etse oğlu buna razı olmuyor, çalışmayı pek sevmeyen Kütük efendi Almanya’nın hep kötü yönlerini bahane edip anasını caydırmaya çalışıyordu. O gün hava çok rüzgarlı idi, Kütük harman savuruyor, anası onu seyrediyordu ki birden Tahsin de harman yerine geldi. Yorulan Kütük bir nefes alımı onların yanına geldi gelmesine de anasıyla Tahsin’in Almanya ya gitme, götürme dayatmaları başladı. Artık Kütük efendiye Almanya kelimesinden gına geliyordu. Elindeki yabayı bir kenara fırlatıp koşarak komşunun harmanındaki sap yığınlarının en büyüğü olan yatırma yığınının arkasına geçti.
Onların duyacağı şekilde “Aha şimdi Almanya’dayım, bu kadar işi kim görecek, harman hasat ne olacak, Memleketime, köyüme Mehmet Ali’me Ayşe’me, Salim’e, Burhan’ıma ben nasıl dayanacağım” diye bas bas bağırıyordu.
NOT: Almanya için yuvası dağılanlara babamın yazdığı uzun şiiri kısaltarak yazıyorum.
ALMANYA
Ören kal Almanya Mark’ın bataydı
Çeyizimi, altınımı, asbabımı sataydı
Hiçbir şeyini istemezdim evde yataydı
Ömrü billah adın batsın Almanya
Alman oldu benliğini yitirdi
Erkencecik gençliğimi yedi bitirdi
Birde peşinde Almanya’ya götürdü
Ben kurtuldum dona kalsın Almanya
On üç yıl bekledim beni suçladı
Ne Mark gönderdi, ne de yokladı
Sarı kızla evlenmiş benden sakladı
Ören kalsın kızlarıyla Almanya
Saçımı tarayıp kına yakmadım
Yüzümü boyayıp sürme çekmedim
Belki gelecek diye evden çıkmadım
Pişman ettin beni paran bataydı
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 10 12 2011 KIRŞEHİR. GERÇEK YAŞANMIŞLIKLARDAN
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.