- 585 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DAMDAKI SISELER
DAMDAKİ ŞİŞELER
Oldukça yüksek, neredeyse şehre ve ilçelere giden yola kuşbakışı bakan tepede, şirin bir köyde dünyaya gelmişim ben. Hacı dedemin evi, tam da yola bakardı. Pencere önünde, saatlerce gidip gelen arabaları, kamyonları seyrederdim.
Köyün girişi mezarlıkla başlıyordu. Yüz metre sonra da iki katlı, oldukça eski, etrafı avlu denilen çitlerle ya da duvarlarla kaplı klasik köy evleriyle köyün içine kadar ilerleniyordu. Dikkat çeken şey, evlerin bacalarına çimentoyla sabitlenmiş boş şişelerdi. Her evin bacasında, iki üç tane şişe görülebiliyordu. Merakla bakıyor, “Acaba bu şişeleri bacalara niye koymuşlar?” diye bazen anneme bazen küçük halama sorsam da cevap hep aynı oluyordu.
“Çocuksun sen, daha anlamazsın. Büyüyünce öğrenirsin.”
Bu cevap, daha çok meraklanmama sebep oluyordu. Tek tek evlerin bacalarındaki şişelere bakıyor; kiminde dört, kiminde iki, bazılarında ise hiç olmadığından “Niye” diyerek düşünüyordum çocuk aklımla. Olmayanlara ise; “Aaa, bunlar şişe bulamamışlar; bak, bu evin bacasında yok” diye koştura koştura gelip anneme söylüyordum.
Beş yaşlarında var ya da yoktum. Meraklı bir kişiliğe sahip olduğumdan mıdır nedir, birçok şeyi inceler ve sorgulardım. İki halam vardı. Küçük halamla aramda yalnızca altı yaş fark bulunmaktaydı. Hacı dedem, yani babamın babası, halamla beni tarlaya bekçi olarak gönderirdi bazı günler. Yabani hayvanlar gelirse bağırıp kaçıracaktık onları güya.
Köyde herkes birbirini tanırdı. Herkes herkese dostluk ve kardeşlik içinde olduğundan, kimse kimseye güvensizlik hissetmezdi. Küçük halamla mısır tarlasında hem sözde bekçilik yapıyor hem de olmuş mısırları koparıp onlarla oyun oynuyorduk. Mısırları, oyuncak bebek yerine korduk. Püskülleri saç, kabuklarsa güya elbiseydi. “Bak” diyordum halama, “Benim bebeğimin saçları daha uzun, elbisesi de daha güzel”; halam da “Evet; ama bak benimki de güzel” der, parmaklarımızla püskülleri tarardık.
Halamla oynamayı çok severdim; fakat halam, gün geldi evlendi. Ben büyümüş, o da genç kız olmuştu. Halamı allayıp pullamışlar ve öküz arabasını da gelin arabası olarak süslemişlerdi. İlk kez böyle süslü görüyordum kağnıyı. Çeşitli kilimlerle öküz arabasının üstü örtülmüş; yanlarına konan çeşit çeşit yemeniler, işlemeli havlular, gelin telleri ile son derece güzel olmuştu. Öküz arabasının içine halamın çeyiz sandığı ve dedemler çeyiz olarak ne verdilerse hepsi yerleştirilmişti. İşlemeli yastıklar, tertemiz kanaviçe, işli yorganlar arabanın içine taşınırken, ben bir eve bir arabanın yanına gidip geliyordum. Ne güzel şeylerdi onlar… Hangi birine bakacağımı şaşırmıştım.
Halam bugün gelin oluyordu. Dedemin evi gelen gidenle dolup taşıyor, herkes bir şeyler yapıp yetiştirme telaşıyla bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Avlu denilen yerde koca koca kazanlarla yemekler pişmişti. Dedemin ikinci kattaki sofa denilen yere sofralar kurulmuştu. Doyan kalkıp yerini başkasına veriyordu. Kadınların kimi bulaşık yıkayıp temiz tabak yetiştireceğim telaşında kimi de tabaklara yemek doldurmakla uğraşıyordu.
Davullar çalmaya çoktan başlamıştı. Halam üç etek denilen gelinlik giymiş, baş köşeye oturtulmuş, mahzun mahzun etrafına bakınıp duruyordu. Sanki üzgündü… Sevinçli miydi yoksa? Ne de güzel görünüyordu. Halamın yanına gittim; “Hala evleniyorum diye sevinmiyor musun?” dedim. Halam belli belirsiz gülümsedi. Usulca “Sus” dedi, “Duymasınlar. Gelinler böyle süzülürler.”
Halamı çağırdılar o an. Damat evi gelini, yani halamı alma vaktinin geldiğini haber verince, özene bezene hazırlanan gelin arabasına götürmek için, damat evinin önde gelenleri halamın kollarına girip arabaya kadar eşlik ettiler. Kuyruk gibi ben de peşlerinde… Arabada halamın yanına binecektim.
Davullar zurnalar eşliğinde, halamın ve halamın kocası olacak eniştenin arasına oturarak damat evine kadar geldik. Yolda sanki ikisi küs gibi idi. Ne halam ne enişte hiç konuşmadılar. Halamın yüzünde de ince bir örtü vardı. İkide bir örtünün altından halamın yüzünü görmeye çalışsam da halam bırakmıyordu. Enişte de kıs kıs gülüyordu niyeyse. Halamın kulağına eğilip “Hala, gel eve geri gidelim, bu adam bize gülüyor” deyince, halam “Sus” diye hafifçe bacağıma çimdik atmakla yetindi. Halam geri dönmeyecekti.
Damat evine gelmiştik. Arabadaki eşyaları yukarı taşımaya bir sürü insan seferber olmuştu. Halam nereye ben oraya… O adamla beş dakika yalnız bırakmak istemiyordum. Adam hala arada bir kıs kıs gülüyorsa da hiç umursamıyordum artık. Millet dağılmaya başladı sonra. Vakit bir hayli geç olmuştu. Avluda oynayanlar, göbek atanlar, bakır çalıp kaşıkla oynayanların hepsi susmuştu.
Annem yanıma geldi; “Hadi biz de eve” dedi. “Yok, ben halamla kalacağım” dedim. Enişte bu sefer baya sesli güldü. Ne varsa komik olan anlayamamıştım. Ters bir bakış fırlattım, “Halamla kalacağım” dedim. Garibim halam, bir şey diyemedi. Annem, “Yarın geliriz, hadi!” diyerek kolumdan sürükleye sürükleye eve getirdi.
Sabah, acayip bir patlama sesiyle uyandım. Yataktan fırlayıp kendimi sokağa attığımda millet kapının önünde birikmişti. Enişte, elinde av tüfeğiyle sürekli havaya ateş açıyordu. Sonra dedemin evinin üzerindeki bacada duran bos şişeye doğru nişan aldı. Tüfeği omzuna dayayıp bir gözü kapalı bir süre şişeye baktı baktı; sonra kulakları sağır eden bir patlama ve havada uçuşan sise parçaları… Ardından alkış sesleri ve enişte omuzlarda.
Anlamsızca bakıyordum. Dün bu adam kıs kıs gülerek halamı almış götürmüş, sabahın köründe de gelmiş dedemin bacasında duran şişeye ateş ediyordu. Sinirle gidip koluna yapıştım.
-Bak kırdın işte şişeyi. Çabuk şişesini öde dedemin.
Millet kahkaha atmaya başladı ve bana cevap verdi.
-Dedene söyle senin için de bir şişe diksin; bak büyüyorsun artık. Gelin olduğun evden geri gelmezsen, sabahına böyle şişeni kırarlar.
Boş boş bakmıştım, ne demek istediğini anlamadan.
Fatma Çiçek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.