Yıldızların Şarkı Söylediği Yer
Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı. Yum gözlerini, hareketsiz dur bir süre demişti biri. Denedi. Yine olmadı. Koyun say dedi içinden bir ses. Saydı. Bir koyun çitten atladı. Gerçek bir koyun gibi atladı. İkincisi ters atladı, üçüncüsü sırıkla, dördüncüyü atlayamadan kartal kaptı… Daha onuncu koyuna gelmeden ortalık toz duman... Üstüne üç de kurt çıkagelmez mi? Hapır hupur yeseler iyi. Ellerinde kırmızı çiçekler, kendilerini gizleyen ağaçların ardından, aynı aşk şiirini okuyorlar. Sonuç belli… Fantezi peşinde artistler! Olacak gibi değildi. Açtı gözlerini, tavanı izledi bir süre. Örümceğin biri yarmış karanlığı, sarkıtmış ağını, “Abi, tutun hadi gel” diyor, “gezdireyim biraz.” Deli mi ne? Tanımaz etmez! Çekti resti, atladı yataktan.
Gece onu kollarına hangi ara almıştı. Durdu. Arkasına baktı önce, üç beş metre geride bıraktığı evine. Sokak lambasının sarı ışığında ne hoş görünüyor diye düşündü. Kendi elleriyle boyamıştı onu, rengârenk. Ne de olsa ona boyacı diyorlardı. Sonra da kendi üstünde gezdirdi gözlerini. Lacivert takım elbiseleriydi. Yastık altından çıkmış gibi değil, bizzat yastık altında ütülemişti. Şapkasını iki eliyle düzeltti. Pek içmezdi ama canı bir sigara çekti. Yoksa o yüzden mi durmuştu? Ellerini ceplerine attı. Hay aksi! Evine yöneldi. Bir anda duydu o sesi. Ne hoş melodiydi. Göğe baktı, “Yıldızlar şarkı söylüyor” diye mırıldandı. Karşı kaldırımda elinde içki şişesiyle rotasını arayan pasaklı biri vardı.
“Hey, duyuyor musun, yıldızların şarkısını?”
Tepki vermeyen herif, üç adım sonra yere kapaklandı. O ise gülerek yürüdü ve ara sokakta karanlığa karıştı.
Kırmızı ışığın hâkim olduğu bir caddeye varmıştı. İki geniş kaldırımda iki farklı grup, iki farklı şarkıyı bağıra çağıra söyleyerek, dans ederek, ellerindeki şişeleri arada tokuşturarak yürüyorlardı. Bir motosikletli biraz da derin uykudaki trafiği uyandırmak istercesine yoldan kornayla onlara eşlik ederek geçti. Kaldırım kenarlarına park edilen arabalardan oluşan zincir uçsuz bucaksız görünürken, şehir meydanındaki kulenin siyah ekranında akan kırmızı yazı, önce 21 dereceyi, sonra, saatin 02:00 olduğunu gösterdi. Elleri kulaklarında, yanından geçen neşeli guruba seslendi.
“Hey, duyuyor musunuz yıldızların şarkısını?
İçlerinde sakalı olan tek kişi, elindeki şişeyi kaldırıp onu selamladı.
“Sana içiyorum dostum!”
Diğerleri de beraber bağırdı.
“Şerefe!”
Hızla karşı kaldırımdakilere yöneldi.
“Hey, yıldızlar şarkı söylüyor duymuyor musunuz?”
Bu grup da onu şişelerle selamladı. Ve “Duyuyoruz, duyuyoruz” seslerini giderek yükselterek bir şarkıya çevirdiler. Birden kendi tarafındaki gruba koşup, arkalarından seslenince durup onu izleyen gözler altında parmağıyla göğü işaret etti.
“Peki, nasıl gidebilirim oraya?”
Cevap karşı kaldırımdakilerden, iki kadından aynı anda geldi.
“Taksi tut abi!”
Kaldırıma oturdu ve bir taksi görünene kadar ayağa kalkmadı. Şoför kısa sarı saçlı, top sakalları olan kırklı yaşlarında bir adamdı. Sanki su içse vücudunun bir tek o kısmına yarıyormuşçasına tombul yanakları vardı. Kafasının altındaysa incecik bir bedene sahipti. Sarılı siyahlı elbisesiyle renk uyumu içindeki aracı fiyakalı görünüyordu. Dikiz aynasına bakarak sordu.
“Nereye abi?”
“Yıldızların Şarkı Söylediği Yer’e götür.”
Müşterisine aynadan bir kez daha göz atan şoför başını iki yana salladı.
“Peki abi.”
Cadde boyunca ilerlemeye başlamışlardı. Hızla geçip gittikleri bina aralarındaki boşluklardan deniz görünüyordu.
“Sorması ayıp isim ne abi?”
Arka koltukta başını dayadığı camdan, gözlerini diktiği gökten ayırmadan konuştu.
“Boyacı de bana, herkes Boyacı diyor.”
“Meslek de boyacılık sanırım?”
Pozisyonunu bozmadan ellerini bir orkestra şefi gibi oynatmaya başlamıştı. Kısık sesle konuştu.
“Ne hoş bir melodi bu… Yıldızlar ne güzel söylüyorlar. Önce hafiften bir enstrüman; ılık bir bahar rüzgârı gibi. Yeryüzünde var olmamış, belki de insanın keşfedemediği, büyülü bir flüt. Hayır, daha da ötesi…”
Sigarasını yakmak üzere olan şoför başını hızla hareket ettirerek ona baktı.
“Anlamadım abi?” dedi ve paketin dibine vurarak çıkardığı bir sigarayı ona uzattı.
“İçer misin abi?”
İki dudak tiryakisinin ürettiği duman bir anda taksiyi sardı.
“Hayırdır abi” diye yeniden söze başladı şoför, “bu saatte yıldızlar filan, sen de dertlisin sanırım?”
Gözleri dikiz aynasında, cevabı beklerken, yanından geçen meslektaşının korna selamına aynı şekilde karşılık verdi. Ardından da hüzünlü bir müzik açtı. Ve “Kapat şunu kapat” karşılığı alınca biraz bozulsa da önce sesi biraz kıstı, sonra biraz daha, sonra dudağını bükerken kapatma düğmesine basıverdi.
“Bak, bir insan da onlara katıldı. Eşsiz bir kadın sesi… Hayır, hayır, bu bir insan olamaz. Hafiften vurmalılar da girdi işte. Yaz günü yağan kar. Her yer bembeyaz. Tertemiz. Ve kimse üşümüyor. Hayat öylesine sıcak… “
“Anlamadım abi; çok severim de o şarkıyı, oraya gitti bir an kafam.”
Boyacı ağzına hapsettiği dumanı bırakırken, gözlerini açtı ve ağır ağır tekrar kapatırken yüzünde bir gülümseme belirdi. Ellerini dua eder gibi kaldırdı.
“Bak yükseliyor sesler. Duyuyor musun? Çeşitliliği arttırarak. Yükseliyor ama rahatsız etmiyor. Her şey iç içe giriyor, iç içe ve bir oluyor. Dinle bak! Yıldızlar şarkı söylüyor. Yoksa sen, sen duymuyor musun yıldızların şarkısını?”
Virajı dönerlerken yanlarından bir kamyon gürültüyle geçti.
“Ya abi, sen de yıldızlar filan diyorsun da, bu kılıkta almayabilirler bak seni oraya.”
“Sür” dedi Boyacı, “Yıldızların Şarkı Söylediği Yer’e sür.
Taksiyi, çevresine ışıklarla karışık ses saçan bir gazinonun karşısında durdurana kadar, hacca gitmek isteyen 90 yaşındaki annesiyle aralarındaki sürtüşmelerden, sık sık abiyle bağlanan cümlelerle bahseden şoför, “Buyur abi” dedi, “geldik yıldızlara.”
Başını eğip baktı Boyacı. Gözlerini gazinonun göz kırpan süsleri, renkli yıldızlarda gezdirdi.
“Burası değil ki” dedi. Ve parmağıyla göğü göstererek devam etti, “Ben o yıldızlara gitmek istiyorum.”
Bir “haydaaaa” çekti şoför. Arka koltukta oturan müşterisini şöyle bir süzdü. Kırış kırış elbise, buruşuk şapka altında kayık gözler, garip bir gülümseme…
“Hay” dedi, “Hay…” Bir kez daha, “Hay…” Yine “Hay…” Her seferinde yumruğunu avuç içine vurarak… “Bütün deliler beni mi buluyor be! Bak dalga geçmiyorsun ya benimle abi. Hadi ver paramı da in arabadan. Git doya doya eğlen.”
Boyacı onu dinliyor görünmüyordu. Yeniden orkestra şefliğine bürünmüştü.
Direksiyona iki eliyle sertçe vurdu şoför. “Ciddi bu ya…” Birden dönüp kızgınca söylendi. “Tipe bak, kılığa bak. Parası da yoktur bunun.”
“Abi bak, anlaşmaya göre biz bu sınırı geçemiyoruz. Senin yıldızlara aha şu taksi gidiyor. Bak abi, taksimetre 55 kâğıt gösteriyor. Hadi öde de ben gideyim.”
“Beni Yıldızların Şarkı Söylediği Yer’e götür, al paranı.”
Dişlerini kıracakmışçasına sıktı şoför. Ardından da derin bir iç çekti. Anahtarı kontakta çevirirken gözlerini yumdu. “Peki” der gibi yumdu.
Arabayı hızla sürüyordu. İki yanı ağaçlık, karanlık yola girince bir hayli yavaşladı. Aynadan sık sık kontrol ettiği müşterisi, tek eliyle havayı nazikçe okşarken, o bir kahkaha patlattı.
“İşte böyle abi; benim de derdim ihtiyar anam. Tutturdu ille de beni hacca gönder… “Ya ana” dedim, sen bu saatten sonra gitsen gitsen mezara gidersin.”
Yolun ortasında tetikte bekleyen bir tavşan, üstüne ışık vurunca ağaçların arasına fırladı.
“Geldik sayılır abi. Az ilerden sonrasını yürüyeceğiz yalnız.”
Şoförün arabasını kenarına park ettiği, kıvrıla kıvrıla tepeye uzanan yolun iki yanındaki lambaların kimisi işlevini yitirmiş olsa da, aydınlatması fena sayılmazdı. Boyacı, “Nolur nolmaz abi, dağ başı” diyerek eline kalınca bir sopa alan adamı takibe başlamadan bir süre göğü izledi. Büyükayı, Küçükayı, Ay; uykularını arayan birkaç martı; ne arasan vardı.
Zirveye ulaştıklarında nefes nefeseydiler. Rüzgâr burada sert esiyordu. İki yanı ağaçlık yol aşağı doğru devam ederken, burası bir odadan diğerine uzanan koridorun ortasındaki salon denilebilecek, düzleştirilmiş bir alandı. Tek ağaç bile yoktu. Birkaç gece lambasıyla aydınlatılmıştı. Kendilerini alanın etrafını çevreleyen korumalığın dibindeki banklardan birine bıraktılar. Önleri uçurumdu.
“Ee abi” dedi şoför, eliyle ışıldayan göğü göstererek, “oldu mu, seni getirebildim mi yıldızlara?”
“Beni anlamıyorsunuz” dedi Boyacı, “Beni hiçbiriniz anlamıyorsunuz.”
Şoför acı acı güldü. Bir sigara yaktı, bir sigara da ona uzattı ama yakmadı.
“Anlıyorum abi… Seni çok iyi anlıyorum.”
Kafasını birkaç kez iki yana sallayan şoför ayağa kalktı. Geldikleri yöne doğru yürümeye başladı. Gözden kaybolacakken başını çevirdi. Boyacı ona bakıyordu. Selamladı. Geliyorum der gibi selamladı.
Dakikalar geçti. Şoför gelmedi. Boyacı koşturdu, bakındı, seslendi. Boşa çaba. Döndü, kendini banka bıraktı. Ve yıldızlardan bir kadın hayal etti. İpeksi saçları olan, sevimli, kendisi gibi ellisine merdiven dayamış. Gökten kopup yanına oturan…
“Bir Şerif vardı” dedi kadına, “ta gençliğimde tanıdığım. Şerif, Şerif Abi. Tiyatrocuydu. Aynı zamanda yazarlığı da vardı. Garip garip şeyler yapardı. Yolda yürürken birden tanımadığı insanların önüne fırlayıp, kollarını açarak, “Sürpriiiiz!” diye bağırırdı mesela. Daha türlü oyunlar. N’apıyorsun abi diye sormuştum günün birinde. “İnsanların tepkisini ölçüyorum Hamit” demişti. “Bizim meslekte çok önemli bunlar. Fırsat buldukça deney yapacaksın.” E, ben de işte n’apayım; iş yok güç yok. Elde belirli bir meslek de yok. Yaşa başa bakmadım, hevesli olduğum sanata bir adım atayım dedim. Resimle başladım. Boyacı diye takılmaya başladılar. Boyacı geldik boyacı gittik. Sonra öykü yazmaya da başlamışken; uyku da tutmayınca, bir anda aklıma bizim Şerif Abi geldi işte. Bir role bürüneyim dedim; bakarsın bir şeyler çıkar.”
“Seni anlıyorum” dedi kadın.
Ayağa kalktı Boyacı. Uykusu gelmişti.
“Öyleyse, ben de evime gidip şu deli geceyi yazayım. He he… Sağ salim gidebilirsem tabii.”
Cebinden çıkardığı buruşuk paralara baktı. Acı acı güldü.
“Ödemesini de fazlasıyla yapacaktım yahu.”