- 816 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Romantik, Nostaljik ve Asi
1 yıldır bu günü bekliyorduk. İlk karşılaşmamız "Dörtyol Kültür ve Sanat Derneği"nde olmuştu. Ben o zaman yine bir röportaj için oradaydım. O da elinde ilk eseri "Yüreğimin Sesi"yle gelmiş, "Ben de Erzinli’yim toprağım" demişti. Hatay’ın Dörtyol ilçesinde yaşıyor ama aslen Hatay Erzinli. Yazmak hakkında birçok soru sormuş, beni ilgiyle dinlemişti. "Sizinle de röportaj yapmak isterim" dediğimde, "İkinci kitabım çıktıktan sonra yapabiliriz" demişti. Nihayet kitap çıktı; röportaj sözümü tutmak üzere kolları sıvadım. Röportaja hazırlanmak için yeni kitabı "Buradan Bir Kadın Geçti"yi henüz okuduğum esnada, şiirlerini nasıl bulduğumu sorunca, "Gözlerim doluyor" dedim. "Niye" dedi. "Çünkü duygularıma tercüman tercüman olmuşsun" cevabını verdim. Meselâ şuna bakın: "Bir battı çıktı var şuramda, tam sol yanımda. / Bıçak mı desem, hançer mi? / Acıyor içim acıyor, batıyor dikenli tel her yanımda. / Çuvaldız mı desem, iğne mi? / Dar geliyor her yer bana, kalbim sığmıyor kınına. / Aşk mı desem, özlem mi?" İçli ve hisli kalem Aysel Çınar Demirci’nin buna benzer çok güzel şiirleri var; yüreğe dokunan. Ama sadece gönül işiyle ilgili yazmıyor. Çocuk, doğa, yoksulluk, özgürlük temalı da kalem oynatıyor. Bana göre şiirler, şarkılar, türküler; ezilmişliğe, haksızlığa, ihanete uğramışlığa, kalleşliğe karşı açılan isyan bayrağıdır, yakılan bir ağıttır zaten. Ezenler, sömürenler, hak yiyenler, terk edenler bu çirkefliği öven methiyeler düzmez ammavelâkin masum insanlar saf duygularını mısralara ilmek ilmek işleyip, acılarını ve isyanlarını dizelerler. Emekli hemşire olan Aysel Demirci, "Özgürlük" sözcüğünü dilinden düşürmüyor. "Çocukluğumdan beri özgür ruhlu bir insanım. Kimsenin etkisi altında kalmam. Kendi doğrularımda ısrarcıyımdır. Sağlık okuluna gittiğim yıl, okulun müdiresi yatakhanelerimizi değiştirmek istedi. Birbirini tanıyan kişileri bir araya getirip, beni yabancıların arasına gönderince, ’Neden ayrım yapıyorsunuz’ diyerek isyan ettim, bağırdım. Tokat yedim iki tane de. Ağladım. Duvara sıkıştırdı beni, ’Nasıl karşı geliyorsun’ dedi. ’Ayrımcılık yapmayın’ diye bağırdım. Eşitlik ve özgürlükten yana bir insanım. Belki şimdi değil ama yıllar sonra beni herkes konuşacak. Kimileri, ’Çok uçarıydı, aşırı özgürdü’ diyecek, belki de ’Deliydi’ diyecek. Kimileri örnek alacak, kimileri takdir edecek" diyor. Şiirlerinde onun bu meziyeti bariz. "Bir Kadın Geçti Buradan" kitabındaki kadını kendi olarak gördüğünü belirtiyor. Aysel ablayla geçirdiğim 4 saatten bayağı keyif aldım. Çok tatlı bir insan. Çevremizde onun gibi birkaç insan yaşasa ne güzel olurdu! Aysel Çınar Demirci’ye sanat yolculuğunda kolaylık ve başarı temenni ediyorum. İlhamı ve okuru bol olsun. Zihnine ve kalemine sağlık. Röportajın sonundaki kısa filmi seyretmeyi es geçmeyin lütfen!
Öncelikle yeni eserin için seni kutluyorum. Hayırlı olsun. 1 yıl önce seninle burada; Dörtyol Kültür ve Sanat Derneği’nde tanışmıştık. O gün bana ilk kitabın "Yüreğimin Sesin"ni hediye ederken, bir kâğıda yazmış olduğun kısa özgeçmişini ve sanat yolculuğunu anlatan bir de metin vermiştin. O kâğıdı ben saklamıştım. Bir gün röportaj yaparsak yararlanabilirim, diye. İşte o gün geldi çattı. O metnin sonuna, "Pembe Elbise" şiirini eklemişsin. Bu şiir, "Bir Kadın Geçti Buradan"ın 23’üncü sayfasında yer alıyor. Bana verdiğin kâğıtta şöyle bir not düşmüşsün: "Yaşanılan her gerçekten bir şiir çıkardığım, yazmış olduğum şiirden anlaşılır. Bu şiirin benim için manevî değeri çok büyük." Pembe Elbise’nin hikâyesini anlatır mısın?
4-5 yaşlarındaydım; güzel elbiseler, bağcıklı ayakkabılar giyen giyen kızlara imrenerek bakardım. Bir akrabamın kızına teyzesi pembe bir elbise dikmişti. Tıpkı şiirde tarif ettiğim modelde o elbiseden giymeyi çok istedim. Geceleri ağlardım pembe bir elbise giyemediğim için. İçimde onun eksikliğini yaşayarak büyüdüm. İlkokul öğretmenim bile; soluk siyah önlüklü, lâstik ayakkabılı öğrencileri arka sıralara, bağcıklı kırmızı ayakkabı giyen öğrencileri ön sıralara oturturdu. Derste en çok onlarla ilgilenirdi. Bu durum beni hırçınlaştırır, içimden isyan ettirirdi. Saçları permalı güzel öğretmenimin ayrım yapması benim daha fazla içime kapanmama neden olurdu. Bir gün kendime; "Kır seni küçük gösteren aynaları. Hayallerini büyüt Aysel" dedim. O günden sonra hep farklı olma çabasına girdim. Düşüncelerimi her gün biraz daha büyüttüm. Elimdekilerle yetinmeyip, daima yukarılara tırmanmaya çalıştım. Kendimi yenileyerek içimdeki ezikliği yok ettim. Ortaokulu öz güvenli bir şekilde okudum. Artık kendime güveniyordum. Antakya kız yatılı sağlık okulunda 3 yıl başarıyla okudum. Bana göre kendimi ispatlamıştım. İyi bir kariyerim vardı. Çalışma hayatımda hep sevildim. İnsanların sorunlarına çareler arayıp, yardımcı olmaya çalıştım. Bazen onlarla güldüm, bazen beraber ağladım. Kimilerine abla, kimilerine kardeş oldum. Yüreğimde sevgiyle yaklaştım insanlara. Herkesi sevdim ayrım yapmadan. Herkes de beni sevdi, biliyorum bunu. Hayatımda hiç kimse için zerre kadar kin, nefret duymadım. İlkokul öğretmenimi bile affettim. Büyüdüm, evlendim. Doğan ilk kızıma o pembe elbiseden diktim. Kızım 3-4 yaşlarındaydı. Diz altı beyaz çoraplarını, kırmızı ayakkabısını, bebe yakalı ve etekleri kuşlu pembe elbisesini giydirince mutlu oldum. Sanki onu ben giymişim gibi; eskiden kalma bir eksiğimi kapattım. Bana öyle geldi. Hep giymek istemiştim ama bir türlü giyememiştim. Alan da olmadı zaten. Çocukluğum ne gül bahçesinde geçti, ne de karanfil... Gösterişli, zengin bir ailenin kızı değildim çünkü. 10 kuruş harçlıkla okula giden bir çocuktum. Bunun adı yokluktu.
Duruyor mu o elbise?
Yok eskidi, eskittik. Benim de olsaydı saklamak değildi amacım, eskiyinceye kadar giyecektim. Hani gezmeden gezmeye değildi. Öyle canım istiyordu, her gün giyecektim. O elbiseyi 38 yıl önce kızıma giydirerek o eksiğimi kapattım. Fakat yine de bu şiiri yazma ihtiyacı duymuşum demek ki; bu yaştayım, yine de yazdım. Onu unutmamışım, hâlâ içimde o eksiklik duruyor. Yazdığım birçok şiirde belki de ondan esinlendim.
Var var; birçok şiirinde entarili, ayakkabılı ögeler var.
Aynen, evet.
En içli, en hisli şiirlerin bence ayrılık ve hasret üzerine kaleme alınmış olanlar. Yarım kalmış bir beraberliğin tutkuya, kara sevdaya dönüştüğünü düşünebiliyor insan. Yaşanılan her gerçekten şiir çıkaran usta bir kalem olarak mısralarına ektiğin duygulu sözlerin çıkış sebebini, daha başka bir ifadeyle kaynağını öğrenebilir miyiz?
Yarım kalan bir aşkım olmadı. Şunu belirteyim; hayal gücüm kuvvetlidir. Olmamış bir şeyi kafamda canlandırırım; bir hikâye gibi yazar, şiirler çıkarırım. Bunu hayal gücüme borçluyum. Özgür ve geniş fikirlere sahibim. Hayallerimi de hep önemsedim. Hayaller olmazsa olmaz. Hayali bitik bir insan bomboş yaşar. Yalnız şöyle söyleyeyim: Belki de o güzel şeyleri, aşkları, yaşanması benim için zor olan şeyleri yaşamak isteyişimden dolayıdır yazdıklarım.
Aysel abla, böyle söylüyorsun ama sosyal medyada enişteyle seni kadeh tokuştururken görüyorum, maşallah çifte kumru gibisiniz.
Yaparız öyle. Artık alışkanlığımız da oldu bizim birbirimize. İki kopmaz arkadaş gibiyiz. Enişten üstüme çok düştü benim. 1970’de karşılaştık, 72’de evlendik. Gezdik, tozduk, sonra da evlenme teklif etti. Aslında eşimi ben, beni koruyucu olarak sevdim, güvenerek evlendim. Ara sıra kavgalarımız, anlaşamadığımız durumlar oldu tabiî.
Okuduğun duygusal ve romantik kitaplardan, seyrettiğin Yeşilçam’ın aşk filmlerinden etkilenerek o duygunun eksikliğini hissettin kendinde belki. Baktın eşine; bir Kartal Tibet gibi, Ediz Hun gibi değil. (Gülüyoruz)
Erzin gibi bir yerde okuduk biz. Hiç erkek arkadaşım olmadı. Oradan yatılı okula gittim Antakya’ya. 3 yıl sadece kızlarlaydık. Erkeklerle bir alâkamız yoktu. Mezun olduk, atandık. Karşımıza çıkan ilk beyefendiye "Evet" dedik.
Şöyle mi diyorsun: Ben, duygularını yoğun yaşayan bir kadınım. Ama eşim daha oturaklı, ağırbaşlı, daha gerçekçi bir adamdı.
Aynen öyleydi. Eşim sert mizaçlı, ağır ağbiydi. Bense hayatı kucaklayan, romantik geçinen, duygulu, hoşgörülü, sevecen biriydim. Fikirlerimiz fazla uyuşmuyordu ama birbirimizden yine de vazgeçemiyorduk. Ben şiir ruhluydum. Espriyi severim. Sevgili eşim şaka yapmaz, gülmez, şakalarımı da kaldıramazdı. Hâlâ da öyledir. "Düşüncelerimi gözlerime bak da anla. Sana olan hislerimi gözlerimden anlamıyor musun" der. Ben onları duymak isterim. Hâlâ da duymak istiyorum şu yaşımda. Onlar benim hayatımda duymadığım eksiklerim; "canım, gülüm" meselâ... En basit şeyler. Onlar da özlemlerim her hâlde; onlara da dayanarak düşüncelerimi, duymak ve yaşamak istediklerimi kâğıda döktüm. Başta belirttiğim gibi, yarım kalan aşkım olmadı. Eniştenle bu güne kadar idareli bir şekilde sürdürdük aşkımızı. (Gülüyoruz) Aşkı bitirmedik, hepsini birden kullanmadık. Bölerek, o günden bu güne idare ettik, getirdik. Kitabımda bir şiir var: "Bize ne oldu yâr; Güzelliklerden ne kaldı elimizde. / Zamanı durdururduk zaman içinde. / Günlerimiz geçerdi aşkla sevgiyle, biz ne zaman değiştik böyle." Eşime yazdım. Şiirlerimin çoğu benden, çoğu etraftan gördüğüm olaylar.
"Aşkımızı idareli sürdürdük, idare ettik" demişken... Evinizde idare lâmbası var mı?
Eskiden vardı, şimdi yok.
Şöyle sorayım o zaman: Gittiğin bir yerde bir idare lâmbasının tozlanmış olduğunu gördün ve lekeyi temizlemek için lâmbayı azıcık ovalayınca içinden bir cin çıktı; "Dile benden ne dilersen. 3 tane dilek hakkın var" dedi. Neler dilersin? Fantastik bir soru.
Ne hakkında cevap vereyim sana?
Maddî olur, manevî olur.
Tabiî ki. Maddî isterdim. Yani yaşantımın, maddî düzenimin iyi olmasını dilerdim. Bir tanesi bu olurdu.
Şiirlerine konu ettiğin, hayalindeki yaşamak istediğin şeyleri yaşamak?..
Mutlaka isterdim; mutlaka güzel bir hayat, değer verilmiş bir hayat...
O lâmbadaki cinden sonra evine gidiyorsun; gül yaprakları falan, masa donatılmış, masanın üstünde şamdanlar... Tango çalıyor, "Sevdim bir genç kadını..."
Romantik yaşamayı kim istemez! Evine gittin, evinde temizlikçi evini temizlemiş, pırıl pırıl her yer. Yemeğin önüne konmuş veya eşin, "Hadi bu akşam dışarı yemeğe gidiyoruz" demiş, sana bir çiçekle gelmiş. Bu teklifi beklemez mi bir kadın?
Üçüncü dileğin ne olurdu? Bir rahatsızlığın var mı?
Rahatsızlığım yok Allah’a şükür. Belli bir hastalığım yok. Çocuklarımın daha iyi yerlerde olmasını dilerdim. Üçüncü dileğim bu olsun.
Duygusal, romantik şiirlerin yanı sıra tabiat üzerine de edebî çalışmaların var; "Antalya Kıyıları", "Düden Şelâlesi", "Erik Ağacı" gibi... Sanatçı olmak isteyen insanların bol bol gözlem yapması tavsiye edilir. Bu husus edebiyatçılar için de geçerli, oyuncular için de... Sana şu şekilde sorayım: Gözlem yapmadığın, "Ben buradan bir şeyler çıkarayım, üretmek için bir malzeme bulayım" demediğin zamanlar oluyor mu? Bir ortamda ister istemez illâki ilham alır mısın yoksa?
Ben gördüğüm şeye şiir yazıyorum. Meselâ Antalya’ya bir arkadaşıma gitmiştim. Arkadaşımla eşi, beni Düden Şelâlesi’ni gezdirdiler. İlk defa görüyorum. Gezerken etrafıma iyice, her yerine baktım. "Ben buraya bir şiir yazmalıyım, gelmişken bu tabiat güzelliğini değerlendirmeliyim" dedim. Arkadaşımın evine gelince hepsini gözümde canlandırdım. Hikâye gibi kafamda yazdım. "Çevrilmiş dört bir yanı / İçine girenlerin kaynar kanı / Dünyaya yayılsın şanı / Antalya Düden Şelâlesi."
O anki psikolojine bağlı o zaman. Canın sıkkın, moralin bozuk olsa, insanın aklına gelmez belki yazmak, uğraşmaz yani. O an kendini ilhama açık hissediyorsun.
Canım sıkkınsa da, moralim bozuksa da morali bozuk bir şiir yazıyorum.
İllâ çıkacak yani. Aslında doğru; bir roman okurken bile oradaki bir cümle, kafamızda bir ışık yakabiliyor, bir yazı konusuna kapı aralayabiliyor.
Ben duygularımı dile getirmeyi seven bir insanım. Aklıma gelen güzel şeyleri, kötü şeyleri kâğıda dökmeyi severim. Bi’ de Ali; hüzünlü zamanlarım, ağladığım günlerim de çok oldu vaktiyle. Hâlâ da olur zaman zaman. Ben çok duygusal bir insanım çünkü. Hüzünlendiğimde hüznümü kimseye aktaramazdım. Elime defteri, kalemi aldım, aynen yazdım. Neyi yazdım biliyor musun; onun açıklamasını yazdım. "Neden böyle oluyor? Nasıl oluyor? Şöyle olsaydı, böyle olsaydı..." Sanki karşımdakiyle konuşuyormuşum gibi. Sayfalarca yazdım. İki, üç, dört sayfa. Eşimleyse kavga, eşime yazarım. Mektup yazarım; bayağı bildiğiniz mektup... Sonra n’ ağaparım onu; birkaç gün okurum, kendime gelirim, rahatlarım. İnsanlara söyleyemediklerimi kâğıda söylerim ben. Kâğıt üzerinde küfrederim yeri gelir. Derken öfkem geçer, rahatlarım. 3-4 gün sonra rahatlayınca onun içinden bir tane şiir çıkarırım. Mısraları alttan, üstten, ortadan birleştiririm. Kâğıda döktüğüm döktüğüm zaten benim duygularımda. Şiirler de duygu yüklü. Oradan hüzünlü bir şiir çıkar işte.
Sanat yolculuğunda kendini şu an yolun neresinde görüyorsun?
Baştan anlatayım. Şöyle ki; çocukluğumdan beri kitap okumayı severim. Küçükken kardeşlerimin, ağabeylerimin kitaplarını gizli gizli okuyup yerine koyardım. Kendime ait kitabım olmazdı. Hep okudum. Bulduğum kitabı, gazete parçasını okurdum. Ailemle olan kavgalı bir günümde odaya çekildim ve ilk kitabımdaki "Nerede Sevdiklerim" adlı ilk şiirimi yazdım. Severdim şiir yazmayı. Çocukken birkaç mısra karalayıp atardım; insanlar görüp de, "Şair mi oldu bizim kız" demesinler diye. Arkası geldi; sevindim şiir yazdım, üzüldüm şiir yazdım. Gitgide kendimi geliştirdim. İnsana, aşka, ayrılığa, vuslata, ihanete, doğaya, sarı kuşa, gül ağacına, mendil satan çocuğa, hayata dair ne varsa yazdım. Yüreğimden süzülüp parmak uçlarıma gelen bütün duygularımı yorgun kalemimle yazıp kitaplaştırdım. Aslında kitaplaştırmayı hiç düşünmemiştim. Şöyle ki, şiirlerimi arkadaşlarıma okurdum; bazen yüz yüze, bazen telefonda... Hepsi de beğenerek bana cesaret verdiler, kitaplaştırmamı istediler. Şiirlerimde herkes kendinden bir parça buldu. Zaman geçtikçe ilk kitabım olan "Yüreğimin Sesi" basit gelmeye başladı bana. "Sen bu değilsin Aysel" dedim kendime. Benim düşüncelerim daha büyüktü. "Ben neden bunu yazmışım, niye böyle yazmışım? Olmamış. Ben tam oturaklı bir kitap çıkaracağım" dedim. Bazı şairlerin kitaplarını okudum, her birinden bir üslûp kavradım. Belki yine eksiklerim vardır mutlaka. Üçüncüye ömrüm yeter mi, Allah bilir. İkinci kitabımın şiirlerini yazarken sayın Orhan Kibar sayesinde, çok değerli Hikmet Öztürk beyefendiyle tanışmıştım. Telefonda birkaç tane şiir okudum. Beğendiğini söyledi. Ama bu bana yetersiz geldi. Şiir defterimi inceleyip inceleyemeyeceğini sordum, "Memnuniyetle" dedi. İnceledikten sonra bana söylediği söz şuydu: "Şiirlerin artık oturmuş." Bunun üzerine ben bir cesaretle yazmaya devam ettim. Hatta onun için de şiir yazdım ben. Okudun mu?
Hangisi?
"Saçların dağınık kalsın: Varsın eksin olsun bazı şeyler, canın sağ olsun. / Senin gök kadar yüreğin zaten var." Engelliler Günü’nde ben o şiiri ona yazdım ve telefonda okudum kendisine. "Bu şiiri kitabına koy lütfen" dedi. Biz kanka olduk, kan kardeşiz şimdi.
Romantik olduğun kadar, nostaljik bir insansın da. Sözlerin seni ele veriyor Aysel abla. Şiirlerindeki geçmişe özlem teması teması göze çarpıyor. Örneğin, "Merhaba Çocukluğum" şiirin. "Merhaba çabucak geçen çocukluğum. / Yağmurlarda ıslanıp çamura düşüşüm, saklambaçlar, körebe oyunlarım. / Aynı bardaktan su içtiğim, bir simidi beşe bölüştüğüm çocukluk arkadaşlarım, merhaba. / Çocukluğumdaki saf yüzümü, duru gözlerimi geri veren bana." Böyle bir şiir. Aslında çoğu insan özellikle çocukluk çağlarına geri dönmek istediğini dillendiriyor. Zaman makinesi olsa en yoğun seyahat çocukluk çağına yapılırdı sanırım. Sen bu konuya nasıl bakıyorsun?
Büyüdükçe insanların hayalleri de büyüyor. Çocukken küçük hayalleri var çocuğun zaten, onun ihtiyaçları görülür. O şiirde şöyle diyorum: "Aynı bardaktan su içtiğim, bir simidi beşe bölüştüğüm çocukluk arkadaşlarım, / Biz böyle değildik, ne çok doymaz olduk. / Bir fincan çayı esirger olduk birbirimizden." Yani büyüdükçe insanın gözü doymuyor artık. Çocukluk saf, duru, temiz, her şeyle mutlu olan bir zaman dilimi.
Bi’ de hani insanın artık nazını çekecek kimsesi kalmıyor ya. Ne bileyim; acıktığında illâ "Yemeğini ye" diyen, soğuk havada üstünü örten, onun sağlığını düşünecek birisi olmuyor. Biz yaş aldıkça büyüklerimiz de bu dünyadan göçüyor. İnsan, nazını çekecek ve hırçınlığını hoş karşılayacak birilerinin yokluğunu fark edince geçmiş zamanı özlüyor. Bu da bir etkendir.
Sen 15 yaşında da olsan, nazını çekecek birisinin kalmadığını anlayınca o zaman zaten kendiliğinden büyüyorsun. Bir çocuğu düşünelim: Annesi babası ölmüş veya ayrılmış. Ya annede kalıyor, ya da babada diyelim tamam mı! Bir taraftan eksik bu çocuk. Özellikle annenin yokluğunu düşünelim. Eve yabancı bir kadın geliyor. Çocuk ona hemen, kolay ısınamaz. Bu çocuk mecburen büyüyor Ali. Çünkü onun nazını götürecek kimsesi yok artık. Hayallerini küçültüyor, kendisi büyüyor. Büyüdükçe her şeyi anlıyor. Onun kendi annesi olmadığını anlıyor. Analığından doğacak çocuğa babasının daha yakın olacağını düşünüyor. Kendini büyütmek zorunda kalıyor. "Keşke eskisi gibi olsaydım; annem varken veya babam varken gibi..." Ve eskiye dönmek istiyor.
Senin de özlem duyduğun oluyordur, düşünüyorsundur.
Ben hep düşünürüm. Bak o yokluk içerisinde bile, "Keşke o günler geri gelseydi" diyorum bazen.
"Keşke annem yaşasaydı veya babam..." diyorsun.
Bu yaşımdayım, özellikle annemi diyorum. "Ah anam!" diyorum, özlüyorum. Bazen şöyle düşünüyorum: "Keşke kalksa. Üç günlüğüne gelse, âdet olsa Allah’tan. Onun yerine ben yatsam, o gelip dinlense." Olmayacak bir şey istiyorum, mucize istiyorum Allah’tan. Dinlendirmek istiyorum onu topraktan çıkarıp. Sanki canı orada mı; değil. Ama beden olarak bir görmek ister insan. Bu sadece benim için değil, herkes için geçerli.
Benim bir arkadaşım var. Annesi vefat etti, çocuk 21-22 yaşlarındayken. Anasının kırkı çıkmadan babası evlenmişti. Arkadaşım her gün kabristana giderdi. Derdi ki: "Keşke yılın belli zamanlarında topraktan çıksalar da bir görsek, sonra geri girseler mezarlarına."
Yani bak aynı düşüncedeyiz. O çocuk o yaşta, ben bu yaşta aynı şeyi düşünüyoruz. Büyük, küçük fark etmiyor geçmişe özlemde.
Hemşirelik yaparken yazdın mı? Meselâ sağlık hakkında, hastalıklarla ilgili şeyler...
Zamanım olmadı. O aralar çocuklarım büyüyor, evin işiyle, yemeğiyle uğraşıyorum. Zaten işim gereği çoğu zaman dışarıdayım. Arada 1-2 satır yazdıysam da devamı gelmedi.
Oynadığın "Satılık" isimli kısa filmden bahsedelim biraz da...
Yazar Hatice Elveren Peköz bir gün beni aradı, "Selahattin Yılmaz diye bir arkadaşım var. Bir kısa film çevirecek, anne rolünde oynayacak birisini arıyor, seni tavsiye ettim. Ne dersin" dedi. "Tanışalım" dedim hiç düşünmeden. Selahattin beyle bir kafede buluşup tanıştık bir gün. Konuyu anlattı, "Olur" dedim. Ondan sonra beraber çalıştık.
Nasıldı oyunculuk? Zor mu, kolay mı?
Yok, rollerimiz zor değildi aslında. Fakat ses tonunu tutturmak çok önemli. Yönetmenin dediği şekilde olmak zorundasın. Birkaç defa tekrarlıyorsun tabiî aynı olayı. "Şöyle yap, böyle yap, karşıya bak" diyor. O zaman kızıyorum içimden Selahattin’e. Çok karışıyor bana. (Gülüyor) Karışmasa daha güzel yapacağım aslında. Ve tamamladık filmi. Köylü bir anneydim. Şalvarlı, başı örtülü; beyaz tülbent başımda, elimde baston vardı. Yönetmenimin annesi oldum. Selahattin’in çocukları da torunlarım rolündeydi. Bu filmden sonra ana-oğul gibi olduk Selahattin’le. O bana "Annem" der hep. Dörtyol Atatürk Parkı’ndaki imza günümde arkamdan bir sarıldı, "Annem" diyerek.
Peki daha önce oyunculuk hayali var mıydı kafanda?
Yok yok hiç. Şu anda bile yok. Ama anîden bir şey çıkarsa gene olabilir yani.
Değer verip röportaj teklifimi kabul ettiğin için, sorularımı samimiyetle yanıtladığın için teşekkür ederim.
Sen de değer verip benim kitabımı ele aldığın için, bana değer verip buralara kadar geldiğin için ben teşekkür ediyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.