- 793 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAMAN BİNİCİ
YAMAN BİNİCİ
Van Gölü’nün kuzey batısında, Ahlat İlçesi sınırları içinde, Nemrut Dağı’nın eteklerinde “Nazik Gölü” adında doğa harikası bir krater gölü vardır. Çevresinde 13 köyün bulunduğu, içinde çok lezzetli iri sazan balıkları yaşayan, denizden 1800 m. yükseklikte, kışın donan bu göl üzerinden ulaşım, kestirme olarak ilkbaharın son aylarına kadar kızaklarla yapılır. Her mevsimde ayrı ve doyumsuz bir güzelliği vardır bu yerlerin. Buraları görmek ve insanlarına hekimlik hizmeti vermek büyük bir mutluluk olmuştur benim için.
Ahlat’a 1958 yılı Kasım ayı sonunda gelmiştim. Kışın en yoğun geçtiği yıllardan biriydi. Ocak ayından itibaren ilçeye bağlı köy yolları kardan kapanmış ve ulaşım olanaksız hale gelmişti. Ağır hastalar ilçeye kızaklarla taşınıyor ve bu sırada büyük olumsuzluklarla karşılaşılıyordu. Yaşamı Ankara’da ve öğrenimi ailesi yanında geçmiş bir genç olmama karşı yeni yaşamıma kısa zamanda uyum sağlamıştım. Çünkü bu koşulları ilk çocukluk yıllarımda tanımıştım. İlkelerime bağlı ve sorumluluk duygusu taşıyan bir hekimdim. Bu nedenle hiçbir şey zor gelmemişti bana.
Kızamık, suçiçeği, boğmaca, difteri gibi salgınlar hastalıklar çok görülürdü o yıllarda. Bu nedenle kontrol ve aşılama, öte yandan adli vakalar için de otopsi yapmaya giderdik. Yolun uygun olduğu yerlere sağlık merkezinin jeepi ile gider gelirdik. Jipin gidemediği yerlere ise ya yürüyerek ya da atla gidilmek zorundaydı. Çocukluğumda dedemin ve dayımın terkisinde ata bindiğim olmuştu. Bu çok hoşlandığım bir şeydi. Tek başıma ata binmeyi çok hayal ettim. Ama bu mümkün olamadı bir türlü. Bu yüzden, bu arzum hep içimde kalmıştı.
Kışın en yoğun dönemiydi. Nazik Gölü’nün en uzağında, Bulanık sınırına yakın Kirs köyünden Purhus Jandarma Karakolu’na gelerek: yerinden kımıldaması bile mümkün olamayan çok ağır bir hasta için doktor çağrılmasını istemişlerdi. Çünkü o yıllarda iletişim ancak bu yolla sağlanırdı. Çağrıyı alır almak hemen jipe atlayıp Purhus’a vardık. Hasta yakınları karakolda bekliyorlardı. Gelirken de üç tane at getirmişlerdi. Jandarma Komutanı ve Nahiye Müdürü’nün kardeşi Nihat Barut da benimle birlikte kendi atlarıyla geleceklerdi. Bunlar harika insanlardı ve kısa zamanda dost olmuştuk.
O güne kadar hiç ata binmemiş olduğumu söyleyemedim onlara. Ata nasıl binildiğini dedemi ve dayımı izleyerek öğrenmiştim. Sol ayağımı üzengiye koyduğum gibi sanki usta bir binici gibi atlamıştım atın sırtına. Kafilenin en önünde ben vardım. Saygılarından beni geçmiyorlardı. Ara sıra Nihat veya komutan yanıma yaklaşıyor onlarla sohbet ediyorduk. At, yolu çok iyi biliyor onu yönlendirmeye gerek kalmıyordu. Nazik Gölü donmuş, kar örtüsü altındaydı. Her taraf bembeyazdı. Yerdeki kar kalınlığı atların karınları seviyesindeydi. Bu yüzden çok hızlı gidilmiyordu. Kar yağışı, tipi ve rüzgar yoktu. Güneşli bir gündü. Her taraf pırıl pırıldı. Soludukça insanın canına can katan tertemiz bir hava, insanın içini açan müthiş bir manzara vardı.
Nihat, yanımızdaki köylülerden birine bir türkü söylemesini istedi. O da Kürtçe bir türkü söylemeye başladı. Bir şey anlamadan dinlediğim bu türkü beni pek sarmamıştı. Ama Nihat tercüme ettiğinde ne kadar anlamlı ve romantik olduğunu anladım ve beğendim.
“Güzel bir atım olsa bir de tüfeğim, Yarimi atımın terkine alıp dağlara çıksam, Arkamdan bir ordu kovalasa beni, Ben dağın doruğunda, Yarimle diz dize oturup sevişsem.”
Bu türkü o an içinde bulunduğum mutluluk tablosunu tamamlamıştı. Ah bir de doğa harikası bu yerlerin fotoğraflarını çekebilmiş olsaydım. Öğrencilik dönemimde fotoğraf makinem elimden düşmezdi. Her fırsatta fotoğrafını çekerdim arkadaşlarım ya da gördüğüm yeni yerlerin. Ama Ahlat’a geleli unutmuştum bütün bunları. Çünkü o kadar yoğundu ki işlerim. Fotoğraf çekmek gibi şeyleri unutmuştum adeta.
Karşıdan köy görünmüştü. Evlerin bacalarından dumanlar yükseliyordu. Üstü buz tutmuş dereden geçerken atın, kaymamak için adımlarını daha dikkatli atışını ve yere usulca basışını görmek dikkate değerdi. Onların ne kadar akıllı ve duygulu olduklarını düşündüm bir anda. Atalarımın bu hayvanlara neden bu kadar yakın olduklarını ve bu kadar değer verdiklerini de anladım.
Dereyi geçtikten sonra, evlerin önünde toplanmış insanlar seçilmeye başlamıştı uzaktan. Sanırım 700-800 metrelik bir mesafe kalmıştı köye. Bunu gören at birden hızlandı ve arkadaşlarımdan uzaklaştık. Köye biraz daha yaklaşınca iyice şahlandı ve dört nala gitmeye başladı. Sanki girdiği son etaba gelmiş bir yarış atı gibiydi. İster istemez heyecanlanmıştım. Fazla düşünmeğe vakit kalmadan elimdeki dizgin kayışını çektim, ama bu yarar sağlamadı. Eğeri atın karnına bağlayan kolanın koptuğunu anladım.
Artık freni patlamış bir arabanın üstünde gibiydim sanki. Metrelerce uzağa savrulmam işten bile değildi. Her yer karla kaplıydı amaya karın altında bir kayanın olabileceği düşüncesi beni korkutmuştu. Ani bir karar vermem gerekiyordu. Öne doğru iyice eğildim. Kollarımı atın boyuna dolayarak, ellerimi kelepçeledim ve kendimi yere bıraktım. At birden durdu. Arkadan durumu izleyen arkadaşlarım geldiler ve atı benden aldılar. Beni kendi atlarından birine bindirdiler. Bu defa kayışını da kendi ellerine aldılar. Az sonra köye vardık. Kapı önündeki herkes beni büyük bir içtenlikle karşıladı. Ellerime sarılarak beni kutladılar. Bir taraftan da kendi aralarında konuşuyorlardı. Nihat söylediklerini bana tercüme etti. “Bu ne yaman binici” diyorlarmış.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.