Ankara’daki Çocukluk Yıllarım
20 Mayıs 1970’de bir kamyon dolusu eşya ile Ankara’ya gelmiştik. Büyükçe bahçesi olan, bir gecekonduydu kalacağımız yer. Geceleri bizi rahatsız eden faresi, bahçesinde çeşit çeşit meyve ağaçları ve ara sıra görünen kaplumbağa ilk arkadaşlarımdı. Daha yedi yaşındaydım ama analiz gücü kuvvetli, şehir lehçesine yabancı ana kuzusuydum. Köy gibi değildi. Özgürce gezebildiğimiz ve güven duygusuna hâkim kişiliğimi nerdeyse annem konuşmalarıyla siliyordu. O yıllarda gazetelerde, dillerde vampir almış başını gidiyordu. Her konuşmada korku senaryoları içimize işlemişti sanki. Televizyon yoktu evimizde. Özgürce bahçede oynuyor, karıncaları bile kendime arkadaş görüyor, her taşın altındakini merak ediyordum. Mayıs ayı, öylesi sıcaktı ki o yıllarda. Mevsimler aldatmıyordu. Yağmur yağdığında, her taraf çamur, sanki şimdilerde gözümüze aşina Asya toprakları gibiydi, belki Hindistan, Pakistan… Aslında köyden gelmiştim ama çevreme pek yabancı değildim sanki. Sinekleri aynı, geceleri yıldızları aşikâr, geceleri sessizliği bozan köpek ulumaları!
Bir sabah uyandığımızda, evin aralığında kocaman bir sıçan görmüştük. Birden görünce korktuk kardeşlerimizle. Annem gülerek geldi,
“Gece babanız tabanca ile vurdu. Sakın korkmayın…”
Sonrada her şeyi bize anlattı. O yıllarda, ruhsatlı veya ruhsatsız her evde tabanca bulunurdu. Her şey mümkündü, hırsızlık, saldırı veya anarşi. Sanırım ucuzdu da satın alması. Babamın da ruhsatsız bir tabancası vardı. Gece dolunay vardı o gece. Perdeler açılmış, içerisi sanki elektrik lambası açılmışçasına aydınlıktı. Annem gözlerini birden açmış ve babamın yüzünde gezinen sıçanı görmüş. Korkuyla karışık, derin bir uykuda ve her şeyden habersiz babamı uyandırmış. Hayvanın babamın suratında gezerken, uyanmanın etkisiyle ve korkusuyla, birden pencere kenarına doğru gitmiş. Babam hiç düşünmeden yanı başında hazır bulunan silahı ile hayvana ateş açmış. Birkaç ateş sonrası ölmüş. Hayvanın babamın kulaklarını veya herhangi bir yerini yemesi mümkünmüş. Ürpermiştik. Avcı misali, vurduğu hayvanı dışarı atmamış, bizler görelim diye! Ne kadar doğruydu bu hala düşünüyorum. O geceden sonra korkuyla uyur olmuştuk. Her yere tuzaklar, her deliğe tıkaçlar konulmuştu. Her ani seste uyanıveriyorduk. Bu korkumuz bir sene sonra apartman dairesine taşınana kadar devam etmişti.
Menderes döneminden kalma asfalttı yollar. Ana yol oldukça işlekti. Bu yol boyunca sadece bir kilim dokuma tezgâhı, birkaç kasap, bir gazete satan dükkân ve bakkal vardı. Günlük kıyma alırdık, annem elime 80 kuruş koyar, 250 gram kıyma alırdım. Buzdolabı yoktu veya alınabilecek fiyatlarda olmadığı için belki yaygın değildi. Hatırlıyorum herkes peşin para ile alır, bankadan kredi veya faizi pek kimse bilmezdi. Bu kadar çok bankada yoktu o yıllarda. Okula gitmeye başladığımda her gün bir lira harçlığım olurdu. Bir simit ile gazoz alırdım ona. Hala onun tadını unutabilmiş değilim.
Zenginlik gösteriş demekti o yıllarda. Bazı akşamlar davetlerin verildiği ve yeme içmenin bol olduğu toplantılar olurdu. Ana yolun üst tarafı zenginlerin, alt tarafı fakirlerin ikamet ettiği evlerdi. Şimdi herkesin kolayca alabildiği zengin evler abartılı ve iki katlı idi. İçine girip gezmek, üst kata salondan yukarı çıkmak ve koşmak benim için çok lükstü. Böyle tanıdıklara gittiğimizde sanki oyuncak bahçesine gider gibi hissederdim. Niçin bizimde böyle evimiz yok tu ki, diye düşünür ve üzülürdüm. Biz orta halli bir aileydik. Çok şükür, evimizde her şey yenirdi. Ama lükslerimiz sadece yediklerimizdi.
Bir sene sonra apartmana taşındığımızda, hapishanede yaşar gibi hissetmiştim. Her yaptıklarımız sıkı tembihlerle yasaklanıyordu. Çok yüksek konuşma, merdivenlerde koşarak inme, sessiz ol… Ve daha birçokları bize yasaklanıyor. Eğer yaparsak cezalandırılıyorduk. Bu yasaklara uydukça, köyü unutmaya başlamıştık. Ellerimiz ve dilimiz prangalanmış, sadece köylülük kırıntıları kalbimizde yaşanır olmuştu.
Babamın bir amcası vardı. Dedem ölünce babaannem onunla evlenmişti. Çocukları sevmez ve çevresine katı davranırdı. Onu nerede görsem kaçacak delik arardım köyde yaşarken. Şehre geldiğimizde ondan kurtulduğuma sevinmiştim doğrusu. Acımasız ve zalimdi de. Ankara’ya geldikten birkaç sene sonra bir öğlen vakti sıraları bize gelmişti. Babamı görmek istiyordu yeni gelmesine rağmen. Evde oturup akşamı beklemekte istemiyordu. Babam o sıralar inşaat taşeronluğu yapardı. Çalıştığı yerler çok azda olsa beni de götürürdü. Kendimi özgür hisseder, merdivenlerinde koşarak inip çıkmak, işçilere yardım etmek, kumlarla oynamak hoşuma giderdi. O sıralar babamın çalıştığı yer iki araçla gidilebilecek uzaklıktaydı. Dokuz on yaşında bir çocuk için gidilip gelinmesi zor bir yoldu. Amcanın o halini görünce,
“Eğer istersen ben seni babamın çalıştığı yere götürebilirim. “ dedim.
“Hadi oradan sen nasıl götüreceksin ki!” aşağılayarak söylemişti.
Moralimi bozmadan ve ne yapabileceğimi göstermek istercesine inatla, orayı bulabileceği söylemiştim. Annemde onaylayınca, düştük yola. Ağzında kaba sözler hiç eksik olmadı yol boyunca. Allah yardım etti ve babamın iş yerini bulabilmiştik. İlk defa şahit olduğum bir şey oldu. Benim bu hareketimi övmüştü. Çok gururlanmıştım kendi kendime. Bu yaşıma kadar unutmadığım güzel bir anı olmuştu. Birkaç sene sonra akciğer kanserinden bu amca ölmüştü. Çocukları ve yakınları onun zalimliğinden kurtulmuş, köylerine dönmüşlerdi yeniden. Ondan hatıra, ikinci dünya savaşı yıllarından kalma bir tavlam evimde muhafaza etmekteyim hala. Allah rahmet eylesin.
Bu ilk taşındığımız apartmanda tam yedi yıl oturmuştuk. İlk televizyon yayınlarını burada tanımış. Sokak futboluna burada başlamıştım. Öğleden sonraki uykularımız favoriydi. Geceleri açık hava sinemaları büyük eğlencelerimizdendi. Ay çekirdeklerimizi alır film başlayıncaya kadar müzikler dinleyerek filmin başlamasını beklerdik. Gonk üç kez vurunca, herkes sessizliğe bürünür, filmin acı ve tatlı anlarını sanki gerçekten yaşardı. Film ara verdiğinde gazoz ve kolaya koşardık. Çocukluk işte…
Çocuk olmama rağmen, radyodan haber dinlemek, çocuk piyeslerini takip etmek çok hoşuma giderdi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanışını pembe diziler gibi merak eder, her gün takip ederdim. Sonraları asıldıklarını öğrendiğimde böylesi kahramanlarımın ölmesine üzülmüştüm. Evimizde siyası bir ortam olmazdı. Bu sadece benim dikkatimden kaynaklanan bir süreçti. Duygusaldım sanırım.
O yılların Ankara’sından şimdilerde tek bir iz kalmadı. Ne zaman gitsem ve bu anıları hatırlasam, o yokluğun muhabbetini şu anki varlığım içinde özlerim. Her mekân ve görüntü basitti. Detaylı ve karmaşık değildi. Herkes birbirini tanırdı. Küçük küçüklüğünü bilir ve büyüklerin elini öper, onun yanında saygı gösterir, asker gibi disiplin içinde onu dinlerdi. Büyükler küçüklerin başarılı olmasını ister, övgü hikâyelerini anlatmak çok hoşlarına giderdi. Öylesi azdı ki böyle hikâyeler. Yaşam acımasız, ekmek derdi, Kemalettin Tuğcu’nun hikâye kitaplarının konusu gerçek hayata yansırdı. Şimdi gelinen noktada, ne böyle kitaplar var, nede okumaya düşkün bir nesil… Taş binalar içinde katılaşan yürekler hâkim. Ölü evine gittiğimizde yas değil, kahkahalar yükseliyor. Evlerin çatısında bacalar değil, uydu antenleri şekilleniyor. Sizleri bilmem ama ben bu basit görünen Ankara’nın o yıllarını özlüyorum.
Saffet Kuramaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.