- 553 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kaygıdan Sızıya
- Kadir Kuvvet Anısına -
Zaman kavramını yitirmişti. Gece miydi, gündüz mü? Abajurun pembe ışık yansıtan lambası yandığına göre, gece olduğunu düşündü. Acılarını dindirebilmek için rahatça yaslanmayı amaçladığı dayanaklarla minder denizine çevirdiği yatağının kenarından bacaklarını sarkıtarak oturdu. Her hareketinde karın boşluğunun yanlarına bıçak gibi saplanan acıyla yüzünü buruşturdu.
“Ooooy, beliiiiiim!”
Çektiği acı yetmiyormuş gibi, bir de şu prostat laneti yüzünden saat başı yataktan kalkmak zorunda kalmıyor mu? Sağlıkçıların taktıkları prezervatif sondayla da rahat edememişti. Oturduğu yerden etrafına bakarak nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Karşıda, üzerinde ilaç ve hasta bakım malzemeleri olan aynalı komodine tutunmak için uzandığında düşecek gibi oldu. Bu sırada geniş yelpaze çizen elinin çarpmasıyla komodin üzerinde bardak, ilaç ne varsa etrafa saçıldı. Gözlerindeki yüzde altmışlık görme kaybına sitem ettiği günleri anımsadı. “Keşke onunla kalsaydı.” diye geçirdi içinden.
Tutunarak ayağa kalkmayı denedi. Dizlerinin artık vücudunu taşıyamadığını hissediyordu. Ayaklarının üzerine doğrulup adım atmaya çalıştıkça boşluklarına saplanan sancıya lanet okudu. Yavaş adımlarla ilerlemeye çalışırken kapı kolu, masa, sandalye gibi eşyalara tutunarak destek aldı. Yürüteçle yürümeyi becerememişti bir türlü. Oysa yakın zamanda kaybettiği eşi, kullandığı yürütece ‘ceylan’ adını takmıştı.
Bin bir zahmet ve sızıyla lavaboya ulaştı. Hastanede kaldığı bir hafta boyunca büyük abdestini çıkaramamıştı. Uzun bir bekleyişten sonra rahatladı. Yatağa dönüş yolundayken çıkardığı seslere uyanan oğlu Salim karşısındaydı.
“ Baba, kalkmışsın! Buraya kadar nasıl yürüdün tek başına?”
Oğlunun sorusunu yanıtlamadan önündeki odaya yöneldi.
“ Burada değil, ileriki odada yatıyorsun baba.”
Yatak odasının kapısına kadar tutuna tutuna geldiğinde, oğlu kenardaki oturağı göstererek;
“ Baba, lavaboya kadar yorma kendini. Düşersin. Buna görüyorsun ihtiyacını, unuttun mu?”
“ Unuttum.”
“ Bir dakika... Şu etrafa saçılanları toplayayım öyle geç yatağına.”
“Tamam.”
Etrafa saçılanları toplarken ‘Alzaymır başlangıcı mı acaba?’ diye geçirdi içinden oğlu. Hastaneye, acile ilk gidişlerini anımsadı sonra. Evde yine böyle bir tuvalet dönüşüydü. “Oy! Beliim.” bağırışıyla yere çömeldiği gibi kitlenip kalmıştı. Sonra ambulansla acil...
Bir gün öncesinde göğüs ağrılarından şikayetçi olarak muayeneye geldiğinde çektirdiği tomografi sonucuna bakan, eski öğrencilerinden acil doktoru Burcu, Salim’e dönerek; “Hocam, ufak tefek şeyler var filmde; böbrek, safra kesesi taşı vs. ama bunların hiç biri bu kadar şiddetli ağrının sebebi olamaz. Bir akciğer filmi, bir de ağrılı bölgeye MR. çekip bakalım.” dedi. Filmler çekildi sonuçlara bakıldı. Bu arada serum ve toplamda dört tertip kuvvetli ağrı kesici verilmesine rağmen haykırışları devam ediyor, hiçbir yerine el sürdürmek istemiyordu.
Son bağırışta Dr. Burcu öğretmeniyle göz göze geldi ve “Bir de beline bir film alalım. Fıtık olduğunu düşünmüyorum ama…”dedi. Uzman, beline çektiği ilk filmin üst kısımlarında bir sorun görünce makineyi sırt omurlarını da alacak şekilde ayarladı. Aman Allah’ım; sırt omurlarının beş tanesinde omuriliğe baskı yapan kitle! Yani, kontrolsüz hücre bölünmesi… Oysa iki yıl önce kitle oluşan sol böbreğini aldırdığında geriye kalanların temiz olduğu söylenmişti.
Yatağına oturdu. Ellerini, “Allah’ın takdiri.” anlamında iki yana açtı. Ağrılarını yansıtan yüz ifadesiyle “Alacağımızı aldık demek ki yaşamdan.” dedi.
O an, babasının sık sık dile getirdiği Almanya değinmeleri geçmeye başladı Salim’in aklından:
“ Almanya’ya işçi olarak kabul edildiğimizde altmışlı yıllardı. Bizlerin bir şeyi yoktu ama Almanya’nın da var sayılmazdı. Su bulunmayan tuvaletleri bile evlerin dışındaydı. Almanya’ya giderken İş ve İşçi Bulma Kurumu’muzun hazırladığı tavsiye mektubu verilmişti bizlere. Türkleri diğer ülke insanlarından ayıran en güzel belgeydi bu. Bunları unutmadan yaşamaya çalıştık. Belgedeki tavsiyelerden bazıları “Onurlu olmak; ailemizi, evimizi unutmamak; sağlığımızı korumak; zekâmızı iyi kullanmak; bayrağımızı düşünmek…” başlıkları altında sıralanmıştı. “Yolumuzun ve bahtımızın açık olması” temennisiyle bitiyordu belge.
Çalıştığım madenden her çıkışımızda Sinoplu arkadaşımın boy boy üç kızı babalarını karşılamaya gelirlerdi. Onlar bana sizleri anımsatırdı. Vardiya sireni çaldığında oyunlarını bırakan kızlar, kömür karasına bulanmış yüzlerden babalarını seçmeye çalışırlardı. Bu da bir oyundu onlar için. Arkadaşım üç kızını banyoya sokup yıkadıklarında ayakuçlarından süzülen suyun rengine bakıp ‘Bunlar ki güya temiz havayı soluyor, acaba bizlerin hali ne olacak?’ diye dertlenirdi. Anlayacağın bizler, sizlere daha iyi bir gelecek hazırlamak için daha çok kazanma arzusuyla kendi sağlığımızı hiçe sayar, en ağır işleri kabul ederdik.”
Salim, babasının son günlerini yaşayacağını bilmeden eve götürürken de babasının geçmişte anlattıklarını kesit kesit anımsıyor; onun yaşadıklarını yaşar gibi oluyordu.
“3439 künye numaralı işçi olarak çalıştığım madenin bazı birimlerinde çalışanlara diğer işçilerin bir buçuk katı ücret verilirdi. Burada çalışmak bizim tercihimizdi. Bu gün, bu duruma düşeceğimi düşünmedim hiç. Kömürlerin geçtiği fırınlar arızalanınca tamiri için o cehennem sıcağına girerdik. Ayaklarımız yanmasın diye bizim takunyaya benzer tahta ayakkabılar verirlerdi, giyerdik. Oyundu yaşam o zamanlar, o yaşlarda bize. Çıkarılan kömür fırınlardan bantlara akıtılıyordu. Onlarca metre uzunluğundaki bantların derinliği yaklaşık bir metreydi. İçi su dolu bantların alt bölümünden basılan hava sayesinde kömür su içinde havalanıyor, ağır olan taşlar ise kanalın dibinde kalıyordu. Son kısımda kömür ve taşlar ayrılmış olarak ayrı silolara ulaşıyordu. Biz de o tozlu ortamda banttan geçmekte olan baret, işçi feneri, tahta parçaları, ahşap direkler –Çöken madenlerden karışıyordu.- vs. gibi yabancı cisimleri ayıklamaya çalışıyorduk. Kömür bantlara girmeden tavandaki yüksek çekimli mıknatıslar, metal parçalarını; işçi baltaları, İngiliz anahtarları, tornavida, makara gibi madende kullanılan ve unutulup kömüre karışan metal olarak ne varsa kendine çekiyordu. Dönen düzenek bunların ayıklanarak bir yerde toplanmasını sağlıyordu. Son kısımda ıslak kömür tozunun farklı vantilatörlere yapışması sağlandıktan sonra sıyrılan tozlar katran karışımı ile sıkılıp yumurta kömür haline getiriliyordu. –Bize yakacak yardımı bunlardan yapılırdı. - Böylece madenden çıkarılan her zerre kullanılmaya çalışılıyordu. Kömürü kullandığı gibi kullandı bizi Almanya. Çıkan taş, toprak, silolarda biriken ne varsa erişilebilen kömürü boşaltılmış, kullanım dışı kuyulara dolduruluyor, bir kısmı da yeryüzünde düzlük veya çukur alanlara yığıldıktan sonra üzerlerine örtülen 20 – 30 cm. toprakla birlikte ağaçlandırılıyordu. Çalıştığımız bölgede bu şekilde birçok ormanlık tepe oluşturmuştuk.”
Babasını yatağına yatırdı Salim. Babası Kadir, çocuklarının çocukluk fotoğrafının duvarda asılı olduğu yere baktı. Fotoğrafları görüyor muydu; yoksa orada olduklarını bilmenin içgüdüsüyle mi oraya bakıyordu; bilinmez. Salim’in aklından sözü ele alıp devam etti:
“İşte oğul, bir yaşam böyle sürüp gitti. Altmışlı yıllarda dişimize, çişimize, barsak parazitimize bakarak sağlam almışlardı bizi ama böyle teslim ettiler. O zamanlar bizleri tren istasyonlarında, bandolarla karşılamışlardı. Şimdilerde ise bizleri ne memleket, ne de Almanlar anlıyor. Koyduğumuz yerde durmuyor, sevdiklerimiz için tükeniyor yaşam.”
“Yol ve baht açıklığı; en önemlisi bu olmalı!” sözleri döküldü dudaklarından. Ardından, “Oy! Beliiim.” diye haykırarak kapadı nemli, solmuş yeşil gözlerini...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.