- 460 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİTTİ DEDİĞİN YERDE BİR BAŞKA ŞEY BAŞLAR
Kafaya koymuş, intihar edecek. Bu dünyada hiçbir işe yaramadığına, kendisine dahi bir hayrı olmadığına, boş yere nefes tüketmeye, alan daraltmaya, meşgul etmeye hakkı olmadığına inanıyordu. Bunun için en uygun yeri bulmaya karar vermişti. Ancak bir çırpıda değil de son nefesini verene kadar birkaç dakika da olsa geride bıraktığı hayatını aklından geçirip, aldatmaları, alçaklıkları ve yalanları hatırlayıp, son bir kez canlarına rahmet okumak istiyordu.
Bir de son nefesinde hiç kimsenin kendisini görmesini ve kurtarmasını istemiyordu. Öldükten, vücuduna koku düştükten, kurtlar karıncalar üşüştükten sonra bulsunlar istiyordu cesedini. Son anında nefret ettiği ne kadar insan varsa gözünün önünden geçecek, nefesinin yettiği kadar bağırarak yüzlerine karşı söyleyemediklerini haykıracaktı.
Günlerce, haftalarca yürüdü, uygun yer bulamadı. Dipsiz kuyular, derin sular ve göğe erişen ağaçların hiçbirini beğenmedi.
En son derin bir uçurumun kenarında buldu kendini. Boşluğa bakarak havada süzülüşünü hayal etti. Gözleri kapalı, göğsünü delip geçen rüzgâra karşı direniyor, havada asılı vaziyette geçmişini hatırlamaya çalışıyor. Öfkelerini, kırgınlıklarını ve duygularını tüketen alçaklıklara karşı direnemeyişini düşünüyor. Uzattığı eli büküp geriye atan hainlikleri düşünüyor. Neden daha fazla yaşamak istemeyişinin sebeplerini hatırlayarak binlerce yıldır aynı aşklara ağlayanları düşünüyor.
Uzunca bir süre düşündükten sonra, burada intihar edebileceğine karar verdi. Derinliği tahmin ederek, boşluktan aşağıya süzülürken, aklından nelerin geçeceğini tahmin etmeye çalıştı. Nefret ettikleri, sevdikleri, üzüldükleri, acıdıkları ve yorulduğu ne kadar olay varsa, hatırlayabilirdi bu uçurumda. Uçurum o kadar derindi ki hepsini aklından geçirmek için yeterince vakti olacaktı. Madem kendisiyle bütün bir hayatı uçuruma yuvarlanacak niçin ta en başında bütün olayları yeniden hatırlamaya ve son nefesinde bile kendisini üzmesine izin verecekti, pek umursamıyordu. Doğrusu, sebebini de bilmiyordu. Tek düşüncesi, bir an önce hayatına son vermek, gücünün yetmediği olayların ve kişilerin kendisine verdiği acıları bitirmekti. Hiçbir kabahati olmadığı halde kendisine acı çektiren insanlardan hayatına son vererek kurtulmaya ve yeni günahların kapısını aralayacak olmasına asla takmıyordu kafayı. Sessiz kalarak kötülüklerin artmasına sebep olmadığı yetmemiş gibi, hayatına son vererek iyilerin sayılarının bir azalmasına da sebep olacaktı. Biliyordu hayatı son bulsa da kötüler yaşamayı sürdürecek, kötülüklerine aralıksız bir biçimde devam edeceklerdi. Ama olsun, kararlıydı. Hiçbir şey yapamamanın verdiği acıyı bitirmek istiyordu. Güçsüzlüğüne yenilmekten usanmıştı artık. Çaresizliğin onursuzluğuyla yaşamaktan bıkmıştı. Yüzsüzlüğü onurlu bir kişiliğe dönüştürerek filozof takılan ahlaksızların arasında bir suçlu gibi dolaşmaktan utanıyordu.
Uçurumun dibine kadar geldi, bir daha aşağıya baktı. Kuşlar, tam ayaklarının altından geçiyorlardı. Ağaççıklar, çalılar ve iri yapraklı dikenler, kayalıkların yırtıklarından aşağıya kol gibi sarkmışlardı. Keskin yırtıkların bıçak gibi uçlarına değen bedenini hayal ederek, burnuna gelen kan kokusunu içine çekti. Yaralı bedeninin sızısını hissedebiliyordu. Elleriyle vücuduna dokundu, ağrıyan yerlerdeki yaraları ve sızıyı görmeye, hissetmeye çalıştı. Şöyle bir silkindi, kendine geldi, gözlerini karşıya dikti, tam karşısında ki karanlık ve geniş ağızlı onlarca mağaraya dikkat kesildi. Sürüyle, renk renk kuşlar girip çıkıyorlardı mağaralara. Bazıları kanatlarını çarşaf gibi iki yana açmış, süzülerek mavi boşluğa bırakıyorlardı kendilerini. Bir adım daha attı uçuruma doğru. Biraz daha yanaştı keskin kayalıklara. Silahın namlusuna sokulmuş gibi burnuna barut kokusu geldi. Hızlı hızlı nefes almaya başladı. Kalbinin atışlarını sayamıyordu artık. Aşağıdan yukarıya doğru yükselen sessizliğin ürpertici derinliğini daha bir yakından görebiliyordu şimdi. Ilık, hafif rutubet kokan çiğ bir hava esiyordu suratına doğru. Nefes aldı, içine çekti, beyninden silip giden düşüncelerini toparlamak bahanesiyle kendine bir şans daha verdi. Sonra gözlerini kapattı, başını yukarıya kaldırdı, kollarını açtı, göğsünü öne doğru itti ki, bir el, açtığı kollarından tuttu, hızlıca geriye çekti ve yere yatırdı.
Başı ve sırtı, yarı kurumuş otların üzerine geldi, sere serpe uzandı.
Gözleri hala kapalıydı. Açmak ve ruhunu teslim alan kişinin kim olduğunu görmek istemiyordu. Son nefret ettiği insanın hayatını kurtaran biri olması büyük bir talihsizlik diye geçiriyordu içinden. Bugüne kadar yapmak istemediği işler yüzünden insanlardan nefret ederken, şimdi yapmayı istediği bir işten dolayı nefret ediyordu. Yaşamını karartan olaylara son vermek istediği zamanda bile yaşamasını isteyen birinin olması, hayatın ona oynadığı oyunun son perdesiydi.
Bir ses, çınladı kulaklarında. “Deli misin? Bu genç yaşta insan kıyar mı canına? Seni hayattan bu kadar bezdiren ne? Beni tanısaydın, dünyaya geldiğine şükreder, beş yüz yıl yaşamak isterdin; deli adam, kalk ve kendine gel.” dedi.
Bu bir rüya mıydı? Konuşan bir melek miydi? Sorguya mı çekiyorlardı yoksa?
Sıkı sıkıya yumduğu gözlerini açmaya çalıştı, açamadı. Adeta kirpikleri birbirine yapışmıştı. Gözleri kapalı, içinden kendisiyle konuşmaya başladı. Kimdi bu adam? Ruhunu teslim alan fikirlerden uzaklaştırmaya çalışan bu adam kimdi? Kimdi bu adam? Daha bir kelime bile ağzından çıkmadan, onu intiharın eşiğine getiren olayları sıralamaya çalışması, hayatındaki olumsuzlukları sıralaması ve sanki buraya geleceğini biliyor gibi, tam atlamaya çalışırken yakalaması, bütün aksiliklerin bittiğini, hayata yeni bir başlangıç yapması gerektiğinin işaretleri miydi yoksa?
Sonlandırmaya çalıştığı hayatın başkası için bir başlangıç olduğunu düşündü bir anda yattığı ıslak, çim kokan yerde. Bitti dediği yerde bir başka şey başlıyordu. Daha öteye götürmek istemediği hayatının ölümü tercih etmeye değer olmadığı, hayatı sevmesi gerektiğini söylemesi hangi sebepler, hangi olaylar ya da hangi duygular yüzündendi? Bu adamın bildiği, kendisinin bilmediği ne vardı hayatında?
Herkesin bir gün mutlaka öleceğini bildiği halde hayatına kendi elleriyle son vermek istemesinin sebebini başkaları yüzünden anlamaya çalışmak da hayatın ve kaderin bir oyunu mu dedi içinden.
Bittiği dediğin yerden bir başka şey başlıyorsa eğer, bu, yeni bir şey olmalıydı o zaman. Her şeyiyle yeni, her şeyiyle bir başka... Öncekilere benzemeyen, öncekilere uymayan, öncekileri kabul etmeyen yeni bir şey...
O zaman uçurumun dibinde beni bekleyen ölümün, burada bırakacaklarımla ilişkisi kesilmeyecekti dedi. Orada, ölümden sonraki hayatta da karşılaşacak, yüzleşecektim ölmek istediğim sebeplerle. Bu sebepler de benimle geleceklerdi ölüme. Benimle birlikte yuvarlanacaklardı uçurumda. Benimle yapışacaklardı yüzüstü yere. Orada da benim kaderim olacaklardı.
O halde beni uçurumun kenarına getiren hayatımla yüzleşmeden, hayatımdaki yanlışları, kötüleri ve kötülükleri, faydasızlıkları temizlemeden ölmemeliyim dedi duyacağı kadar.
Tam bu esnada iki gün önce gördüğü bir rüyayı hatırladı. Bir mezarlığın önünde, ayakta durmuş, mezarlığı seyrediyordu. İçerisi korkunç bir uğultuyla iniliyordu. Arada bir senfonik sesler de işitiyordu. Tuhaf bir şekilde içinden bir ses ona mezarlığa girmesini, işittiği seslerin yanına kadar gitmesini ve o sesleri çıkaranlarla tanışmasını istiyordu. Mezarda ölülerden başkalarının olmadığını düşündükçe, içeriye girmek ve o korkunç kemik parçaları ile yüzleşmek istemiyordu. Mezarlarından çıkmış ruhlar tüylerini diken diken ediyor, içi titriyordu.
Zaman ilerledikçe, içindeki ses onu mezarlığa girmeye zorluyordu. Kapıdan uzaklaşıp gitmeye çalıştıkça, bir el omzundan tutup içeriye sokmaya çalışıyordu. Bu elin kime ait olduğu ve hangi amaçla mezarlığa ittiğini bilmiyordu. Ne arkasında, ne önünde, ne de sağında ve solunda kimse yoktu oysa.
Fır döndü etrafında. Kimse yoktu. Kimsecikler yoktu. Hiç kimseyi göremiyordu. Kimdi bu el? Niye mezarlığa girmeye zorluyordu onu? Ölülerle tanışmaya ve onlarla konuşmaya neden zorluyordu bu görünmez el?
Elinde olmadan, isteksizce daldı içeriye. Senfonik mırıltılar, kuş cıvıltıları ve ne olduğunu anlayamadığı onlarca, yüzlerce hatta binlerce bağırışlar kulaklarını yırtarcasına ortalığı kaplamıştı.
Ses, gittikçe çoğalıyor ve yakınlaşıyordu. Birden mezarlar açıldı, etlerinin arasından kemikleri görünen, gözleri ışıldayan, dişleri parlayan ölüler çıktılar mezarlardan. Ana rahminden çıkarcasına çıkıyorlardı. Baharda toprağı yırtarak fışkıran solucanlar gibi kayıyorlardı toprağın içinden. Hepsi de kollarını açıyor, onu çağırıyorlardı. Hangi tarafa dönse, hangisine baksa, ağızları açık, tuhaf mırıltılarla gel diyorlardı. Mezarlığın kapısında onu içeriye girmeye zorlayan el, bu kez mezarlara yaklaşması için zorluyordu onu. Karşı konulmaz güçlerin ittirerek yakınlaştırdığı mezara, yavaş adımlarla yanaştı. Mezarlara yaklaştıkça, mezarların tepesinde, ayakta dikilmiş vaziyette duran ve tuhaf sesler çıkaran cesetler bataklığa saplanan biri gibi yavaş yavaş gözden kaybolup gitmeye başladılar. Tam yanına geliyordu ki cesetler aniden kayboluyordu. Bir sis bulutu gibi yok oluyorlardı. Biri kaybolunca diğerine yürüyordu. Yakınlaştıkça kayboluyorlardı. Yakınlaştıkça kayboluyorlardı.
Çok sürmeden cesetlerin tümü mezarlara, çıktıkları yere yeniden girdiler.
Başını kaldırıp çevresine baktığında ayakta hiçbir ölünün kalmadığını gördü. Onlar birer birer kayboldukça, sesler de onlarla birlikte kaybolmuştu. Hiçbir ses, hiçbir mırıltı ve kulağa düşen hiçbir armonu kalmamıştı geride. Tam bir sessizlik çökmüştü mezarlığa. Tuhaf, ürkütücü ve gizemli bir sessizlik. Onu korkutan, onu ürküten ne bir ses, ne bir görüntü vardı ortalıkta. İçini ferahlatan serinlik dışında fark edebildiği, hissedebildiği hiçbir şey yoktu meydanda. Hiçbir şey. Korkunun üstüne gittikçe, korku, ondan kaçmıştı. Korku, kendinden korkmuş, kendinden utanmıştı. Korku buhar olup uçuvermişti. Bulut olup dağılıvermişti. Korkunun kendisi korkaklaşmış, tabanları yağlamıştı.
Uçurumun dibinde, kendisiyle birlikte aşağıya gelecek olanlar, uçurumun tepesinde bıraktığını sandığı geçmişiydi aslında. Bunu şimdi daha iyi anlıyordu.
Doğruldu, gözlerini açtı, bir uçuruma, bir ufuk çizgisine baktı ve düşündü.
Bütün geçmişi uçup gitmiş, yuvarlanmıştı aşağıya.
Ayağa kalktı, silkindi, gözlerini şöyle bir ovduktan sonra, gökyüzünün sonsuz derinliğine daldı.
Kolundan tutup onu çeken, yere yatıran, kulağına fısıldayan kişiyi göremiyordu. Mezarlığa girmesini isteyen el, aslında onu uçurumun kenarından uzaklaştıran el olduğunu düşündü. Bir an aklının doğru şeyler düşünmesini sağlayan melekler harekete geçmiş, kafasının içindeki bütün olumsuzlukları, bütün yanlışları ve bütün kötülükleri silip atmış, hayata yeni bir başlangıç yapması için yüreğini büyük bir cesaretle doldurmuştu. Geçmişe ait hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordu artık. Gördüğü her şeyin, bitti dediği yerden başlayan yeni şeyler olduğunun farkına daha yeni yeni varıyordu. Her şeyin, her dakika dünyaya taze bir başlangıç yaptığını yeni yeni anlıyordu. Görebilmek için olaylara saplanıp kalkmak ve kendini aşağıya salmak yerine, arkasını dönerek geriye bakması gerektiğini şimdi daha iyi görebiliyordu. Gerilere, ta gerilere... İnsanı sürükleyip getiren zamana... Geçmiş dediği, ama aslında her dakikası yenilenmiş zamana… Uçuruma arkasını dönerek uzaklaştı, gitti.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.