- 709 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'bon appetit'
‘Abi, haberin var mı’ dedi. ‘Eldin, Eldin’i gözaltına almışlar. Büyük ihtimalle hapse girecek.’ Cafer nefes nefese kalmıştı. Ne gözaltı mı? Hapis mi? Eldin mi? Cafer’in ara ara gereksiz şaka yaptığı olurdu ama şu an için ciddi olduğunu boynuna doğru yağlı saçlarından akan terden anlayabiliyordum. En son geçen hafta halı sahada maç yaparken kendisine çok sert bir faul yapılmıştı. Maç bitiminde kavga çıktığını, Eldin’in iki kişiyi fena patakladığını söylemişlerdi. ‘Maç mı’ dedim, ‘geçen hafta maç yapmışlardı, bu dayak atmış birilerine, o yüzden mi?’ Cafer iyice soluklandıktan sonra ‘yok be abicim, ne maçı. O maçta ben de vardım, kavga yaptılar, sonra da Eldin onlarla beraber çiğköfte yemeğe gitti. Bu sefer olay büyük. Eldin’in yakasını kurtarması zor.’ Sinirlenmiştim. Masaya uzattığım eli havaya kaldırdım. Önce olmayan saçlarım arasında parmaklarımı gezindirdim. Gözüme kalem takılmıştı. Uzanıp, masanın köşesinde duran kalemi aldım. Parmaklarımın arasında yavaşça kalemi çevirmeye başladım. ‘Ayişa yok mu, Eldin’in kız kardeşi, geçen bunlar mekânlarını kapattıktan sonra sokakta üç kişi laf atmış. Ayişa’ya ağza alınmayacak laflar söylemişler. Eldin’de dayanamamış…’
Pastanenin önünden geçtim. Yürüyordum ama adımlarımı hatırlamıyorum. İnsan bazı zamanlarda kendi varlığına bile katlanamaz. Çoğunlukla kendine aşık olduğundan unutur dışarıyı. Dışarıda da oysa kendi gibi, benzerinin var oluşuyla hazmedilmez bir yankının uydurduğu uğultuyu hisseder. Kimse seni ilgilendirmiyor. Çünkü onlar içinde sen bir hiçsin. Herkes, aslına bakılırsa herkes için bir hiçtir. Bu varlık ve yokluk arasında diyalogu anımsatır. Sözlü sataşmalar gün gelir yerini bıçaklı, tabancalı kavgalara bırakır. Sonra bu kavgalar büyür de, büyür. İnsanların yığınla, halklarla, devletlerle yemek için can attığı demir, gaz, karbon, kurşun ve metal kavgasına bırakır. Fizik ve kimya iddialıdır. Matematik statik olarak yerini korur. Çünkü o stratejiktir. Kirli camekândan içeri bakıyorum. Bu noktada tüm strateji ortadan kayboluyor. İçimi derinden hissetmekle sorumlu tutulduğum bir keder kaplıyor. Boğa yılanı gibi ağzını açıyor ve yavaşça boynundan kılcal hareketler başlıyor. Sarıyor, sarmalıyor. Boynumdan kurtarmaya çalışıyorum. Elimi terli enseme attım. Leonardo’nun ucuz bir reprodüksiyon tablosu duvarda asılı. Serpil Louvre gezisinde bu tabloyu gördüğünden bahsetmişti. Hatta bir gün Ayişa’da içerdeyken, ‘ay kız Ayşe, aynısıydı kız bu tablonun, kaç sene evvel Paris gezisinde bunu görmüştüm. Oradakini görsen, ne güzel, ne güzel!’ Benden başka kimseye anlattığını sanmıyorum. O tabloyu Berlin Sanat Üniversitesinden mezun Hamza’dan, Ayişa ve Eldin’in babasından başkası yapmamıştı. Tablo hakkında malumatım olmadığı için bir gün Eldin’e sormuştum. Gülerek ‘ben anlamam bu işlerden’ demişti. ‘Bu işlerin piri, babasına çekmiş şu kızda’ diyerek kardeşini göz ucuyla işaret etmişti.
Cadde boyunca yürümeye devam ettim. Dükkânlar göz ahengini bozan tabela ve çeşitlilikleriyle beraber sıra sıraydı. Bir dükkândan Chopin duyar gibi oldum. Yaklaştım. Evet, gerçektende Chopin çalıyordu. İçeri göz ucuyla bakayım dediğimde ‘buyurun’ diye bir ses işittim. Sahi, hangi dükkânın önünde durmuştum ki? İçeri bilinçli bir şekilde baktığımda aktar olduğunu fark ettim. İstemsizce ‘güzel pul biberiniz var mı’ diye sordum. Hiçbir şey söylemeden çekip gidebilirdim. Neden arandım ki? Dükkândaki adam ‘olmaz olur mu’ diye yanıt verdi. ‘Antep’ten yeni geldi sayılır. Çok kaliteli. Acısı da tam ayarında.’ Bir taraftan da Chopin’in burada neden çalındığını sorguluyordum. Saniyelere ihtiyacım vardı. ‘Sema gelinlik, bindallı ve kına malzemeleri artık internet sitesiyle de sizlere hizmet sunacaktır. 91. 6. Radyo …’ Birkaç saniyeliğine de olsa Chopin dinlemek kederimi yumuşatmış, nefes alışımda rahatlama olmuştu. Gayri ihtiyarı sordum:’ Beyaz çay var mı sizde?’ Adam ilk başta ne sorduğumu anlamamış gibiydi ama çok geçmeden zorlada olsa gülümseyerek ‘o bizde bulunmaz’ diye yanıt verdi. Ayişa’yla konuşmalı, Eldin’in ne durumda olduğunu öğrenmeliyim. Cafer haberi verdi ve gitti. Ondan ancak böyle bir şey beklenirdi. Kötü haberi ver ve kaç. İşte meyus bir mahcubiyet maskesiyle ben. Dükkânlardan uzak durmalıyım. Yüzümü görüyorum.
Eve varır varmaz ilk işim pul biberi denemek oldu. Dört yumurta kırıp, üzerine pul biber ekledim. Adamın dediği gibi gayet güzeldi. Ancak kötü bir şey başıma gelmiş gibi içim sıkılıyordu. Yumurtanın yarısında tıkanmıştım. Benim için bu neredeyse imkânsız bir durumdu. Kendimi lavaboya zor attım. Ayağa kalktığımda aynaya bakan ıslak ve kan sıçramış gözlerim acı bir tadı ağzımla beraber paylaşıyordu. Midem fenaydı. Yemek borum dışına çıkmışçasına acıyor, yanaklarım yanmaya başlamıştı. ‘Ne oluyor’ diye düşündüm. Bir pul biber mi böyle kötü etti. Musluğa elimi uzattım. Suyu açıp, başımı suyun altına bıraktım. Su, başımın bir noktasına çarpıp sonrada başlangıç noktası aynı ama uzamı ayrı damlalar var ediyordu. İrkildim. Tekrar klozete eğildiğimde artık içimden çıkan tek şey acı mide suyundan başka bir şey değildi. Ancak beni korkutan bu suyun kırmızı renkte olmasıydı. Yüzüme birkaç defa daha su çarpıp, havlunun yumuşak yüzüne yüzümü bıraktığımda sesli gülüyordum. ‘Bon appetit dostum!’
Sağlık ocağındaki doktorun sorduğu ilk soru ‘dışkınızda herhangi bir değişiklik gözlemlediniz mi?’ Doktor babacan birine benziyordu. Laf bir kere ağzıma kadar gelmişti:’ Kusura bakmayın hocam, çocukken bize tuvaletteki dışkıya bakmanın hafıza kaybı yaptığına, günah olduğuna dair şeyler öğrettiler. Fakat insan bu tür sindirim problemleri yaşadıkça bilinçleniyor. Hastaneye sıra bulamadığım için buraya geldim. Bu tür kanamalara karşı bir ilk tedavi tarzı bir durum var mı bilmiyorum ama siyahtı.’ ‘E, burada ne arıyorsun? Acile gitsene’ der gibi bakışını atlattıktan sonra ‘ben sadece sana mide koruyucu yazabilirim, ondada pek sağlıklı sonuç alamazsınız. Ciddi bir mide kanaması geçiriyor olabilirsiniz. O yüzden acile gitmenizi öneriyorum.’ Sahi, acile değil de neden kıçı kıytırık sağlık ocağına gelmiştim ki? Dışarı çıkınca elimi sigara paketine attım. İstemiyordum. Alışkanlık üzere yakacaktım ama hayır, vazgeçtim. Biraz yürüdükten sonra karşıma çıkan ilk marketten muz ve soğuk süt aldım. Farklı bir deneyim olacaktı. Sahile doğru bayır aşağı yürürken elimdeki iki muzla, şişe süte bir süre bakındım. Muzları yiyecektim ama bu kadar sütü içemezdim. Bari bir kap bulayım da sahilde kedilere veririm düşüncesiyle yürümeye devam ettim. Birden ‘ulan sağlık ocağına gitme sebebin mide koruyucu almak değil miydi’ diye kendime söylenmedim. Dünyanın sınırı bu kıyı şeridiydi. Bir fiyort sınırında olsaydım bu düşünceye daha yakın olabilirdim. Yarıda bıraktığı romanına ne de olsa ‘bir fahişeye âşık oldum’ diyerek başlayan birisiyim. Ha bir araba çarpmış, ha mide kanamasından ölmüşüm; ne fark ederdi ki?
Aşkın ne olduğunu onun gözlerine bakarken anlamıştım. Neydi adı, unuttum. Ay ile başlıyordu ama Aysu muydu, Aygün müydü? Yanlış hatırlamıyorsam yirmi sekiz yaşındaydı. Elmacık kemiklerinden dudak çevresine kadar olan bölgede yer yer sivilce izleri belirgin bir halde gözüküyordu. Eğer her sabah fondöten sürmese kendisine aynada hiç bakmak istemeyebilirdi. Onun bakışlarındaki kırık bir valsı andıran kaçamaklar ve de baygınlıktı asıl anlatmaya çalıştığım. ‘Bir fahişeye âşık olmak’ zamanından sonraydı onun yazgısı. Hiçbir şey olmayacaktı. Sadece aşkı anlamlandırma çabasında bir kolaylık sağladığını söyleyebilirim. Kısa süren sohbetlerimiz arasında gözlerine direkt bakıyordum. Ne yapmaya çalıştığımı anlamıyordu ama o da kendi cephanesine zarar gelmesini engellemek adına vapurda daha uygun bir koltukta oturmuş, manzarayı seyreden turist gibiydi. Güneş batıyordu. Saçlarını arkadan cinler tutmuş, sıkmış ve bir noktada bağlamışlardı. Bir gün yanımdan geçmek isterken hafifçe çarpışmıştık. Onun omzu benim göğüs kafesime doğru gelmişti. Yumuşaklığını algılamak için birkaç saniye… O birkaç saniye öylece durduktan sonra ona müsaade etmiştim. Arkasından bakmamış, geldiği yerde boşluğa bakıyordum.
‘Ne oldu bana’ diye soruyorum. Sanırım sadece mırıldanıyorum. Bir siluet gözüme tanıdık geliyor. Gittikçe belirginleşen bu siluetin gülen yüzü içime tarifsiz bir neşe katıyor. Nereden tanıyorum ben bu yüzü? A… Merhem gibi sesi. Hayır, bu ses içimdeki tüm ateşi söndürecek kadar da kuvvetli bir tona ait. Zayıf bir rakibim. Belki de rakip bile değilim. Bu boks müsabakasını birinin sonlandırması lazım. Vuracaklardı. Neye vuruyorlardı ki? Bir ses çıkıyordu. Gong muydu? Söylerken komik geliyor: Gong. King Kong’u çağrıştırıyor. – Ben maymunlar cehenneminden geliyorum ayrıca. Ben sizin kralınız, sizin başınızım. Her şeyi benden soracaksınız. Siz yaşıyorsanız benim sayemde yaşıyorsunuz. Sizin varoluş sebebiniz benimdir. Tamam mı? Kime diyorum. Hey, duymuyor musunuz? Ah… Ayişa bu! Eski bir fabrika duvarına askerin birinin yazdıkları gözümün önüne geliyor:
‘NO TEETH…?
A MUSTACHE…?
SMEL LİKE SHİT…?
BOSNİAN GİRL !’
Ayişa’nın siyah, omzuna yayılmış saçları. Arkadan da mı toplamış; tam olarak seçemiyorum. Dağınık bir görüntüsü var. Gözaltlarında belirgin bir siyahlık gözüme çarpıyor. Her şeye rağmen gözlerinin güzelliği apaçık. İnsanın usunu ve yüreğini okşuyor bakışları. Ateş diyorum, tüm o ateş sönüyor. İçimi kaplayan bir ferahlık… Bunun müsebbibi bu güzellik: Apayrı, insanı mahvedecek bir cazibeden bahsetmiyorum. Şimdiye kadar bu duyguyu hissetmişsem, onurlu bir şekilde kendi adıma ‘evet’ diye yanıt verebilir ve karşılıksız olanları da katarsan buna ‘yazgı’ diyerek kendi gerçekliğime halel getirmemeyi arzularım. Çünkü gardım düştü. Güçlü rakibime yaklaşıyorum. Yumruk atar gibi yapıp, onunda boşluğuna getirip birden üzerine çullanıp sarılıyorum. Ancak bu kız beni korkutuyor. Canım sigara çekti. ‘Ayişa’ diyorum, ‘ben nasıl buraya geldim?’ Çana vuruluyor.
1: Abimi mahkeme öncesinde sağlık kontrolü için hastaneye getireceklerdi. Abim dedi ki sende gel hastaneye. Tam içeri girerken sedyede seni gördük. Abim telaş etti; ‘Ayişa, ne oldu ki acaba’ diye sorup, durdu. ‘Sen bir git bak’ dedi. Seni sordum sonra. Mide kanaması geçirmişsin. Mideni yıkadılar. Sonra da serum verdiler. Sanırım yüksek ateşinde varmış.
Eli havalanıyor. Yavaşça alnıma iniş yapıyor. Neden soğuk ki eli? Elin neden soğuk ki? Keşke hiç elini oradan kaldırmasa. Yüzümde sonsuza kadar elini gezdirse. Dudaklarımın üzerinde parmak uçlarını hissedebilsem… Aşka mı, sevgiye mi… Hayır, direkt sana ihtiyacım var demeliyim. ‘İyisin, ateşin düşmüş, hemşire 42 dedi de, çok korktum.’ Düzeltmedi. Korktuk demedi. Zaten korktuk dese ne değişirdi ki?
2: Bu sataşanlarla önceden de karşılaşmıştım. Pastanedeki bıçaklar iyice körelmişti. Abim ‘sen geç gelirsin. Bunları bilettirirsin. Malzemeyi kesemez olduk’ demişti. Evin sokağına yaklaştık ki, bu üç serseri yine karşıma çıktı. Fakat bu sefer abimleydim. Ağza alınmayacak laflar söylediler. Gazeteye sardığı bıçaklardan ikisini eline aldı. Çok kötüydü. Çok kötü… Neden başıma bunlar geliyor benim?
Önce 95’de babaları Hamza. Sonra dört sene evvel kanserden ölen anneleri Naida. Abisini şimdi hapse atacaklar mı, atmayacaklar mı belli değil. Biri dokunsa ağlayacak Ayişa. Ayaklanıp, saçlarından, avuçlarından doyasıya öpmek istiyorum. Çok mu ayıp? Ancak ben ‘bir fahişeye aşık olmuş adamım.’ Nasıl olur da bunu Ayişa’ya yapabilirim. Dudaklarımla kirletmesem bile, usumla kirletmişim, kirlenmişim. Şimdi bu zehirli dudaklarla şefkate muhtaç bu canı mı avutacağım? Benim verdiğim sevgi zehirden başka bir şey olamaz. Hem o ister mi? Mideyi kanattık. Doktor gelir şimdi ‘endoskopi yapalım’ der. Sonra eldiveni eline geçirir, domalın; pardon eğilin der. İşaret parmağıyla önce makatın etrafına dokunur. Sonrada çeper etrafı çok kuruysa hafifçe parmağı kayganlaştırıp, parmağının karanlık dehlizin içine sokar. Saçmalama! Kayganlaştırıcı sürerse yaraları nasıl anlayacak? Zaten böyle bir tedaviye geçmek isterse ölümü de göze alıp hastaneden defolup gideceğim. Ayişa’da benimle gelir mi? Sahi, Ayişa neden yanımda oturuyor.
3: Pardon. Kusura bakma olur mu? Hasta olan sensin, bende kalkmış nelerden bahsediyorum. Abim dedi ki, bilmiyorum senin için ne kadar uygun olur:’ Rica et benim için, beni kırmaz. İyileştiği zaman pastaneye seninle beraber gelsin. Üsküp’te yaşlı bir büyük teyzemiz, akrabamız vardı. O ölmeseydi seni oraya gönderecektim. Bu şerefsizler, Allah’ın belaları seni rahat bırakmaz. Fakat böyle bir sorumluluk için onu da mecbur tutamam. Sen benim kardeşimsin, canımsın; kendini de korursun ama bu şerefsizler bilirler senin şimdi tek kaldığını. Fakat istemezse…’ Kusura bakma lütfen…
Çan üç kez vurdu. Kalbim üç ayrı yerinden parçalandı. Karnitin yüklemesi yapılmış bir kalbim işte. Kalp dediğinde sonuçta bir kas. Üç ayrı tonda, üç ayrı kez ve arzuyla. Ben bir fahişeye aşığım. Her şey dengi dengine. Ayişa; seni ne kıskanırdım bilemezsin! Konuştuğun bir erkek vardı. Bir ara cidden sevgilin sanmıştım. Meğer oğlan seni fena kandırıyormuş. Yine abin Eldin ortaya çıkarmıştı. Şu Eldin’de yaman çocuk gerçekten! 1.94 müydü boyu? Az daha kilolu olsa daha çok çekinirler. Böyle görünce cılız mı görüyorlar ne! Bilek gücünü görünce de ‘yandım Allah’ kıvamında kaçışıyorlar. Şafak mıydı, Apak mıydı; neydi o çocuğun adı? Yok, yok Okan’dı. Okan evet. Cafer mi demişti yine, hatırlamıyorum ama bizzat şahit olmuş da olaya, şey demişti:’ Abi, çocuğu dövmekten beter etti. Öyle şeyler söyledi ki, bir daha bu mahalleyi geçtim, bu ilçeye bir daha uğrayacağını sanmıyorum.’
O boğucu, gaddar ve yıkılmaz gibi duran kapıdan içeri girerken arkasından bakakalmıştım. Beni görüştürmüyorlar. Önceden dilekçe vermem gerekiyormuş. Aslında görüşmek de istemiyorum. Ne diyeceğim Eldin’e? ‘Kardeşini çok seviyorum Eldin, biliyorum, sen onu bana emanet ettin ancak bu emanete hıyanet değil. Gerçekten seviyorum kardeşini.’ Böyle şeyler söylenir mi yahu? İyice arabeske bağladım. Kıza daha bir şey söylemedim. Önce abisinden izin almam mı gerekiyor? Eldin’in böyle bir şeyi sorun edeceğini sanmıyorum ama şu an Ayişa’nın Eldin’den, Eldin’in de Ayişa’dan başka kimsesi yok. İşte geliyor. Koşup sarılmamak için kendimi zor tutuyorum. Üç tane yarım bırakılmış roman, sayfalarca lakırdıdan ibaret yazılar ve yıkılmış bir kuş yuvasını andıran şiirlerden başka neyim var? Bitirecek ve o romanı basacakmışım. Romanın ilk cümlesi de neydi; hah, şey: ‘Ben bir fahişeye aşık oldum.’ Tam olarak böyle miydi? Artık bir önemi kalmadı. ‘İyi’ dedi, ‘çok iyi hatta. Sana da bolca selamı var.’
Minibüse bindik. Sonra sahile en yakın yerde indik. Yan yana yürüdük. Ellerimiz öyle yakın sallanıyordu ki birbirine, yorulmuştum. Mideden yırtmış olsam da, bu sefer kalpten gidebilirdim. Usumla bilinçli bir şekilde konumlandıramıyordum. Ya eksik ya da fazla! Yürürken bir ara ‘seni burada bulmuşlar yarı baygın şekilde. Önce sarhoş sanmışlar. Sonra bakmışlar ki elinde süt şişesi’ dedi ve sustu. Gözlerinin içinde kaybolmak istiyordum. ‘ Şu an iyisin değil mi? İyi hissediyorsun?’ Bu his aşk mıdır bilmiyorum fakat içimden gelerek, en ufak kırılgan bir romantizme saplanmadan, o şu bu demeden –sanırım burayı sesli söyledim- ona sarılmak; hayır, onu sarmalamak istiyordum. ‘Hı’ dedi. ‘O şu bu’ dediğimi duymuştu. Bir Uzakdoğu niyet mektubu altındaki imza sahibinin ismi gibiydi. ‘Oşubu …’ Yutkundu. ‘Eldin dedi ki’ dedi ve duraksı. Abisini şimdi ismiyle anıyordu. ‘Seviyor musun onu’ diye sordu. ‘Neden bunu sordun’ dedim. ‘Seviyor musun’ diye tekrar sordu. Güldüm. ‘Hatırlıyor musun’ dedi. Bürokratik işlemler sürüyordu, akıbeti nedir bilmiyorum ama Sava nehri kıyısında büyük babamızdan kalan tarla senle benim üzerimizde. Onu da al git, oraya gidin. Orada kendinize bir hayat kurun. Burada evlenin önce. Neden olmasın ki; evet, evlenin. Çok mutlu olurum.’ Ucuz bir Rus öyküsünün içerisinde kendimi bulmuştum. Ayişa ve ben; öyle mi?
Gözümü kâğıda akan sıcak, yapışkan, kahverengi su yüzünden açtığımda, gece yarısını geçmiş, saat bire geliyordu. Sandalyede oturup, yazarken kâğıtların üzerine, masaya eğilmiş, kollarımı yastık yapıp uyumuşum. Midem tekrardan kanamış olmalıydı ya da yemek borusundaki tahriş ve tahribat dolayısıyla böyle aciz bir duruma düşmüştüm. Kâğıda bakındım. ‘Ben bir fahişeye âşık oldum’ cümlesi kanla karışık asidik su ile silinmek üzereydi. Alta doğru isimler duruyordu. Cafer, Eldin, Ayişa, Hamza, Naida, Okan… Gözümü duvara çevirdiğimde Leonardo’nun tablosunu görür gibi oldum. Bir daha gözümü açıp kapadım. Güney tarafında dağlar vardı. Meryem annesinin kucağındaydı. Ayaklarından biri Batı’yı, biri Doğu’yu ve diğeri de Kuzey’i gösteriyordu. İsa Batı yönünde kuzuyla beraber duruyordu. İsa’yı Batı hem terk ediyor hem de seviyordu. Bu büyük bir yanılgıydı. İsa’yı sevenler için, İsa yine vardı ve bu bir aşk kadar da güzeldi. Kalemle çizdiğim sırık gibi çöp adam Eldin tutsaktı. Ayişa özgürdü. Ellerimin arasındaydı. Ta ki kanla karışık asidik suyun dağılmadan durduğu kağıtları alıp, çöpe atıncaya kadar.
Anlamakta ben bile zorlanıyordum ama yaşıyor olmak için herkes gibi bana da kan gerekiyordu. Biraz kan akıttığım zaman her şey normale dönecekti. Yüzümü yıkadım. Ağzımı defalarca çalkaladım. Havluyla kurulandım. Yatağa yürüdüm. Yorganın altına girdim. Ayak parmak uçlarıyla çoraplarımı çıkardım. Yorgun ve tesellisiz bırakılmış bir yığındım.