- 586 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Kur'an'ın 'son kullanma tarihi' olur mu?
Ebubekir Sifil Hoca’nın Riyazü’s-Salihîn derslerinin 66.’sında "Din nasihattir!" hadis-i şerifinin ele alınış şekline bayıldım. Bayıldım, çünkü o hadis-i şerife dair öğrendiklerim yanında, elhamdülillah, başka birçok hadis-i şerife bakarken de kullanabileceğin bir bakış açısı öğrendim. Kendi cümlelerimle ifade edersem, Ebubekir Sifil Hoca, sahabenin suali ve Aleyhissalatuvesselamın o suale cevabı sadedinde diyor ki: Burada verilen cevabın zenginliği gösteriyor ki; Efendimiz aleyhissalatuvesselam, sahabesi kendisine birşey sorduğu zaman, sadece o suale cevap olacak şeyi değil, sahabeyi ve daha sonraki nesilleri üzerinde düşünmeye sevkedecek daha kapsamlı bir bilgiyi/bilgileri de paylaşırdı.
Aslında ben bunu Bediüzzaman’ın "Dünya öküzün ve balığın üstündedir!" hadis-i şerifine yaptığı izahlarda da görmüştüm. Fakat böyle formüle etmediğim için bakış açısı olarak da edinememiştim. Okuyanlar hatırlayacaktır. Mürşidim orada bu hikmetli sözden ’dünyaya müekkel olan melekler’den tut, ’hayvancılık-balıkçılık faaliyetleri’nin dünya düzeni için içerdiği anlama, oradan da astronomi bağlamında ’boğa-balık burçlarının ifade ettiği hakikat’e kadar uzanıyordu. Yani, orada da Aleyhissalatuvesselam, sahabisinin "Dünya ne üzerinde duruyor?" sualine, beklenilenden daha aşkın şekilde cevap veriyordu. Hadisi müteşabih kılan ’yanlışlığı’ değil ’aşkınlığı’ idi.
Tabii, arkadaşlar, çağrışım çağrışımı doğuruyor. Bunları düşünürken de Facebook’ta aylar önce yaşadığım bir yazışma hatırıma geldi. Fatır sûresinin 14. ayeti üzerinden bir kardeş soruyordu ki: "Abi, burada sanki putların işitmesi-konuşması mümkünmüş gibi birşey söyleniyor, bunu nasıl anlamak lazım?"
Cevaba geçmeden önce hemen soruya konu olan ayetin kısa bir mealini alıntılayayım: "Eğer onları çağırsanız çağrınızı duymazlar. Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler. Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler. Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez."
O zaman aklıma Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’ndeki Tûr sûresi tefsiri geldi. Hani orada Bediüzzaman 29-43 aralığındaki ayetleri izah sadedinde der ki: "Onbeş tabaka istifham-ı inkarî-i taaccübî ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşelerini kapatır. (...) Herbir fıkrada, bir taifenin hülasa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükûtla butlanını bedahete havale eder veya başka ayetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder."
Devamında da mezkûr ayetlerin herbir parçasının hangi fırka/fırkalara cevap olduğunu açıklar. Bu fırkalardan bazıları o zaman dünyada varolan fırkalardır. Bilinen dalalet türleridir. Diğer bazıları ise gelecekte ortaya çıkacak arızalardır. Yani bu ayette hem geçmişe hem geleceğe dair bilgi bulunmaktadır. Fazlasını okumak isteyenleri yerine havale edelim.
İşte, ben, o kardeşin Fatır sûresi hakkındaki sualine de bu örnek üzerinden şöyle cevap verdim: "O zamanlar Mekke müşriklerinde sadece putperestlik vardı!" diye düşünüp Kur’an’ın cevab-ı nuranîsinin sadece bu hususa ziya saçtığını düşünmeyelim. Kur’an bütün zamanlarla konuşuyor. Bir zaman içinde nüzul ediyor oluşu, devrinin olayları hakkında geliyor oluşu, bir dönemin insanını özellikle terbiye ediyor oluşu, ondan bütün zamanların, olayların, insanların hissesiz kalacağı anlamına gelmez. Kur’an’ı bu şekilde anlamak onu daraltmaktır.
Devamında da dedim ki: Allahu’l-a’lem. Burada da, Bediüzzaman’ın Tûr sûresi merkezinde ifade ettiği şekilde, şirkin birçok çeşidine birden cevap veriliyor olabilir. Misal: "Çağırsanız çağrınızı duymazlar!" ifadesi cansızlardan koşulan şirke, yani Mekke müşriklerinin putperestliği başta olmak üzere, bütün cansız tapınmalarına; "Duysalar bile çağrınıza karşılık veremezler!" ifadesi işitme yeteneği olanlardan koşulan şirke, mesela, Hinduların inek vs. canlılara tapınmalarına; "Kıyamet günü de sizin ortak koştuğunuzu inkâr ederler!" ifadesi ehl-i şuur olanlardan koşulan şirke, mesela, insan-iblis-cin vs. gibi ’inkâr etme yeteneğine sahip şeylere’ yapılan tapınmalara; "Bunları sana hiç kimse hakkıyla haberdar olan (Allah) gibi haber veremez!" ifadesi de ’gaybdan haber verici oldukları iddiasındaki’ kahin-medyum-brahma-batınî ekollere karşı duyulan tapınmalara bir cevap içeriyor olabilir. Yani mekan bir olduğu halde makam birçok olabilir. Muhatap bir gibi göründüğü halde konuşulan birçok sayılabilir.
Hatta mürşidim aynı eserde yine bu sadedde der: "Kur’an öyle bir maide-i semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hatta pekçok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır."
Buradan şu noktaya da değinip yazıyı bitirmek istiyorum: Bugün ’tarihselcilik’ veya ’sosyolojik okuma’ denen bir kısım yaklaşımlar Kur’an’ı ’zamanının şartları içinde’ anlamak yönünde bir mesaiye girişiyorlar. Bu mesainin Kur’an’a katabileceği bir zenginlik varsa biz bunun aleyhinde değiliz.
Fakat, aksine, görüyoruz ki: Bu mesai Kur’an’ın dersini zenginleştirmek yerine fakirleştiriyor. Onu, sanki sahibi ezelî ve ebedî değilmiş gibi, indiği döneme hapsediyor. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kıstasları içinde, yani meşru dairede, anlaşılabileceklerin sayısını sınırlıyor. Hatta kimi zaman çarpıtıyor. Halbuki Kur’an bütün zamanlara ilaçtır. Bütün zamanlara hitaptır. Bütün dertlerimize devadır. Bu nedenle, elbette, kutusuna ’son kullanma tarihi’ koymaya yeltenen de bizden değildir. Onların sözlerine ’bizden olanların sözleriymiş/yorumlarıymış gibi’ muhatap olmayız, olamayız, olmamalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi istikametten ayırmasın. Âmin.