- 756 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İLKLER VE İLKELER
Adımımı sokağa attığım anda beklemediğim bir sağanakla karşılaştım. Karla karışık üstüme üstüme geliyor. İçeri girip şemsiyeyi almak istedim ancak üşendim. Sulu sepkenin yeryüzüne inişi sanki neşeden çağıldamak gibi.
Uzun süredir ilk kitabımın basımı heyecanı içindeydim. Kitap çıkarabilmenin verdiği telaş, yazar olabilme heyecanından daha öte bir şey. Yazarsınız akar gider ama yazdıklarınızı basılı hale getirip onu elinize almak, okurla buluşturmak apayrı bir duygu. Kafamda bu anlamdaki düşünceler sağanak halinde akıyor. Sulu sepken kara döndü. Yerle buluşan kar fazla tutunamıyor.
Vapur iskelesine ulaştığımda sanki hava bahara dönmüş yerini şımartan bir güneş almıştı. Hâlbuki zemheri ayının güneşine ne kadar güvenilirdi ki! Soğuk dokunuşlarını bırakıp gelmemişti. Deniz şimdi daha dalgalı. O da geçiyor mavrasını.
Koşar adım turnikeleri geçmeye çalışıyorum. Nefes nefese oturuyorum sıcağa taraf. Rüzgârın yüzümü yalayarak geçişini seviyorum. Gözlerimde bir ışık maviye düşüyor şimdi.
Çaycı “tavşankanı” diye pazarlıyor çayını.
“Tavşankanı çaydan bir tane” dedim.
“Buyur abim” diyerek uzattı bardağı. Sıcak ve samimi bir sesle. Göz göze geldik. Çayı ışığa tuttum. Sevimli bir ifadeyle;
“Bu mu tavşankanı! Babamın abdest suyuna benziyor.” dedim.
“Abi yapma! Çayı öyle ışığa tutarsan göreceğin de abdest suyu olur.” dedi.
“Hadi hadi iyisin! Bu tebessümüne karşılık bu çay şimdi şeker gibi oldu.” dediğimde gülümseyerek ayrıldı yanımdan.
Heyecanımı ona sataşarak atmaya çalışıyordum. Şimdi havanın soğuk yüzü vurdu bedenime. Çaydan medet umarcasına bardağı iki avucumun arasına sıkıştırarak ısınmak istedim. Gözlerim karşı kıyıda. Martılar görünmüyor şimdi. Vapur yalpalayarak yol alıyor. Lodos iyice hissettiriyor kendini. Bayrağın rüzgârla dansı şiddetli. Daha kaç rüzgâra böyle dayanır diye düşünüyorum.
Keyiften olsa gerek ağzım kulaklarımda iniyorum vapurdan. İskele her zamankinden şaşırtıcı derecede sakin! Işıklardan karşıya geçtikten az sonra tırmanıyorum. Devamındaki yol ayrımında yazarların gittiği o güzergâhtan devam ediyorum. Kim bilir kaç insanın ayak izine basarak yürüyordum, tasavvur etmeye çalışarak.
İşte! O ünlü yokuştayım. Lise yıllarında okuduğum ‘Bir gün Tek Başına’daki kurguların içindeyim. Sağımda ve solumda kitap ve kırtasiye yoğunluklu iş yerleri var. Ağır ağır değil ama sanki farkında olmaksızın hızlı adımlarla çıkmanın telaşı var.
Görüşme öncesi internet üzerinden taslak çalışmamı göndermiştim. Yanımda öykü dosyamın bir nüshası var, görüşme neticesinde bırakmak istiyorum. Yokuşu çıkarken bir sokak kitapçısının yanı başında buluyorum kendimi. Kitaplar yere serilmiş bir naylon parçasının üzerinde. Bir kısmı sıralı konulurken bir kısmını dağınık atılmış yerlere. Kitabın ikinci eli! Okunmuş kitaplar mı? Yoksa satılmamış kitaplar mı? Arkada kalanlar mı? Düşündürüyor insanı? Her birini tarıyorum gözlerimle. Başka zaman olsa alır elime incelerdim ayrı ayrı. Bazılarının kapağına bazılarının arka ya da ön sözlerine göz atardım kesin. İçim cız ediyor. Acaba kitabımın kavşaklarından birisi de burası olabilir miydi? Sert bir rüzgârın insanın suratına vurması gibi hissettiklerim. Yazan için gerçekten üzücü. Ama tüm gerçekliği ile kitaplar orada. Bir nefeslik moladan sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Verilen adrese yaklaştığımı biliyorum. Ya kendimi yeterince ifade edemezsem! Ya yazdığım yazıların ağırlığı altında kalırsam diye bir kaygı sarmalı içindeyim. Sokak, kitap kokuyor. Dönemeçten içeri girdim. Büyük ve eski bir binanın önündeyim. Kapı eşiğinin yanındaki merdiven basamaklarında birkaç hamal semerlerine oturmuş sigaralarını içiyor. Zayıf, kara kuru olan; “Böyle ne olacak ağa? Her geçen gün işler daha kötüye gidiyor.” diyordu. Diğer hamal ise tam konuşmaya başlayacaktı ki bir öksürük tuttu. Adam öksürürken bir taraftan da boğazını temizledi ve çıkardığı balgamını yere savurdu. Ayağıyla üstüne basarken de hemen sigarasından bir fırt çekti.
“Doğru söylersin de yapacak iş yok.” …
Onlar kendi aralarında konuşurken bir fırsatını yaratarak araya girdim ve “Pardon, 222 numara hangi katta biliyor musunuz?” dedim. Birbirlerine baktılar. Sonra içlerinden arık olan “Soldan giderseniz yol sizi oraya götürür.” dedi.
Giriş labirent gibiydi. Sağlı sollu yollara ayrılıyordu içeride. Kitapçılar ve kırtasiyecilerle dolu. Koridorun içinde koliler, çuvallar, balyalar yayılıydı. Artık gerçekleşecek bir öykünün ilk adımıydı burası. Kapıdan bir hamal çıktı. İçeride koli koli kitaplar var. Genç bir adam dosyaları tanzim ederken geldiğimi fark etti ve ayaklandı;
“Buyurun kimi aramıştınız?”
“Ali Bey’le görüşecektim.” dedim.
“Soldaki siyah beyaz boyalı kapının olduğu bölümde olacak.” dedi.
Kapının önüne geldiğimde siyah ve beyaza boyanmış bir sembolle karşılaştım. Ortasında kartal başlığı bir tokmak. Hafifçe vurdum, içeriden sesi beklemeden girdim.
Odada iki kişiydiler. Ben girince ayağa kalktılar. Genç olan kafasıyla bana selam vererek “Müsaadenizle” deyip çıktı. Odada kalan kır saçlı, uzunca boylu, hafif kilolu, pos bıyıklı beyefendi “Buyurun oturun.” dedi.
Ahşap sandalye pek şık görünüyordu. Otururken odadaki her bir noktayı tarıyorum. Duvarda siyah beyaz, aynı boylarda dört tablo var. Yayıncılık ilkelerinin temellerini bu tablolardan yola çıkarak anlamak mümkün.
Ali Bey, sanırım beni takip ediyor olmalıydı ki oturduğu yerden hafifçe eğilerek, gözlerinde bir gülümseme; “Tekrar hoş geldiniz beyefendi.” dedi. Oldukça sıcak ve nazik bir insana benziyor.
“Bir şey içer misiniz?”
“Çay olur” dedim.
“Çalışanımız mükemmel kahve yapıyor. Kahve Küba’dan, suyu Türkiye’den, yapan Bulgaristan’dan olunca ortaya karma bir şey çıkıyor.” dedi. Masanın önündeki butona bastı. İçeriye 1.50 boylarında beyaz başörtülü siyah elbiseli bir kadın girdi.
“Şekersiz iki kahve istiyoruz.” dedi. Nasıl içeceğimi sormadan, ağzımdan aldı söyleyeceklerimi.
“Gözlerim, duvardaki resimlerde, fotoğraflarda. Onları anlamlandırmaya çalışıyorum bir süreliğine. Farkına varmış olmalı ki söze girdi.
“Gördüğünüz bu karakterlerin çoğunu tanıyorsunuzdur; bildik tanıdık yüzler. Bizim yayıncılık hayatımızda da önemli yeri olan şahsiyetler, figürler. Tabii ideolojik yanları olduğu gibi ideolojileri için dövüşmüş olanlar da var içlerinde. Yani teori ve pratiğin hayat içindeki karşılıkları bunların bazıları… Hem köken itibariyle hem de yayıncılık olarak bu düşüncenin tanıtımını ve gelişimini sağlıyoruz. Yine laik demokratik bir ülkenin kuruculuğu ve onun etkilerindeki eserleri harmanlıyor ve yayımlıyoruz.” derken kahveler geldi. Yanında bir bardak su ve ‘kahve çöreği’ dedikleri ay şeklinde bir kuru pasta. Ali Bey’i takip ediyorum. Kahvesinden bir yudum ardından çörekten bir ısırık aldı. Konuşmaya bıraktığı yerden devam etti.
“Azizim lafın özü şu; insanlar kendilerini var eden değerler üzerinden büyür ve gelişir. Bu değerler yazınsal birer metne dökülmeli ki kalıcı olsun ve aktarabilelim geleceğe. İlkler önemlidir. Bizim ilk kitabımız ‘Anadolu Medeniyetleri’ adlı bir araştırma kitabıydı. Aslında yayıncılığımızın genel politikaları da araştırma ve inceleme kitapları üzerine kurulu oldu. Mesela edebiyatın diğer alanında yine bir inceleme kitabı olan ‘Hayyam Şiirleri’de bizim yayınlarımızdan.” dedikten sonra yerinden kalktı. Sehpanın üzerinde kapalı duran bir kutuyu açtı. “Müsaade ederseniz” diyerek içinden eski bir pikabı çıkarttı. Parmağını plağın ortasına geçi-rip sağını solunu gözleriyle yokladı ve üzerinde toz varmışçasına üfledi, plağı yerleştirdi. İlk önceleri bir çıtırtıyla başladı. Plağın yüzünü bana çevirdi.
“Benim için çok önemlidir. Sevgili eşimin aldığı ilk hediyelerdendir. Birincisi bu pikap ikincisi elimdeki plak. Ardından Gülden Karaböcek 45’liği” dedi.
Pikap, plak ve 45 terimleriyle başım dönerken bir de buna plaktaki sanatçının o güzel sesi eklenince hoş bir ortam doğmuştu. Yayınevi sahibi, beni her kaldığım sürede sarsıyordu.
Arka fondan şarkıcı;
“Ne insanlar gelip geçti kapından
Memnun gelip giden var mı yolundan
Kimi fakir kimi ayrılmış yârinden
Adaletin bu mu dünya
Ne yâr verdin ne mal dünya
Kötülerinsin sen dünya
İyileri öldüren dünya…” sözleri ortamı hüzünlendirmişti
Ali Bey, “Azizim yine daldın gittin.” dedi.
Bunun üzerine “Yayınevinizin her anlamda yayıncılık içinde olduğunu şimdi daha iyi kavradım.” diye cevap verdim.
Ali Bey, “Bir türlü sizin dosyaya gelemedik.”
“Sakıncası yok, burada gizli saklı dosyaların içinde yolculuk etmeyi sevdim.”
“Ali Bey bir sözleşme metniniz var mı?” diye sordum.
“Tamam, tamam yayıncılık biraz da ilke işidir; olmaz mı?” dedi. Siyah beyaz butona iki defa bastı. İçeri girdiğimde çıkan uzun saçlı güleç yüzlü genç geldi.
“Oğlum şu sözleşme metnimizden bir örnek getirir misin sana zahmet? Tam çıkacakken yine Fatma Hanım’a söyle, boşları alsın.” dedi.
“Nerede kalmıştık? İlkler önemli olduğu gibi ilkeler de çok önemlidir. İlklerimiz bizi toprakla bütünleştirir. İlkelerimiz ise bizim kaliteli ürünler vermemizi sağlar. Mayalarımız duvarda gördüğünüz resimlerin, fotoğrafların bir sureti. Ama yürürken ilkeleri de unutmadık.
“Evet, Ali Bey! Benim ilkim ise bu öykü dosyam. Önemsiyorum. Yazmak, benim için bir tutku hâline geldi. Yazmasam kendimi yalnız hissediyorum bu dünyada. Yazı şimdilerde yoldaşım. Bunları üleşmek istiyorum okurla. Beni anlayacak olanlar çıkacaktır elbet.” dedim.
“İnternet üzerinden göndermiş olduğunuz dosyayı okudum. Yayınevimizin editörüne de ulaştırdım. Bizim yayıncılığımızla çelişen, ilkelerimizle çatışan yanlarınız yok. Daha önce de gerek internet üzerindeki yazışmalarımızda gerekse telefon görüşmelerimizde ifade ettiğim gibi yakın zamanda bunu basmak isteriz. Yazar olarak sizin sorumluluklarınız olduğu gibi bizim de yayınevi olarak sorumluluklarımız var. Gördüğünüz gibi birçok çalışanımız mevcut ve buranın giderleri… Takdir edersiniz ki bu çarkın dönmesi için bir ön ödeme almamız gerekiyor.” dedi.
…
Genç adam elinde birkaç kâğıtla girdi içeri.
Ali Bey “Bu kez oturur musun?” dedi gelene. Genç adam oturdu.
“Azizim, oğlum Cevahir. Yayınevinin görsel yönetmeni ve yazı işleri müdürü, yayınevini birlikte yürütüyoruz.” dedi.
“Sözleşmeyi incelemem mümkün müdür?” diye sordum. Ve devamında sözleşme metni üzerinde katkı anlamında eksiklik ya da fazlalığına ilişkin önerilerim olabilir mi?” dedim.
O da; “Tabii ki olmaz mı? Bizimki basit bir sözleşme. İncelemeniz ve katkılarınız sonrası olmadı mı yeniden değerlendiririz. Sonrası için bakarsınız çıkaracağımız kitaplarda bu metni örnek alırız. Kim bilir?” dedi.
Bense “Elbette, hiç şüphesiz doğru söylüyorsunuz. İlkelerin yazılı hale gelmesi önemli. O halde ben okuyayım, değerlendireyim. Sonra olmadı mı avukatıma da sunarak önerilerini aldıktan sonra size döneyim. Devamında imzalarız.” dedim.
Getirdiğim kitap dosyamı bazı notlarımla masasının üzerine bıraktım ve tarafıma sunulan sözleşmeyi alarak çantama attım. Ali Bey pikabın yanına ulaştı. Bu kez tanıdık bir ses vardı plakta. Selda Bağcan’ın “Uğurlar Olsun” adlı şarkının tınısı odayı doldurdu. Buradan bir ders çıkararak, “Artık kalksam iyi olur.” dedim.
Sözleşmenin yayıncıyla yazar arasında bir akitten çok “İlkeler” üzerine kurulması gerektiğini düşünerek avukatıma gönderdim. Avukatım, sözleşme metnini kısa sürede inceleyerek ve katkılar sunarak; iki sayfalık “İlkeleri” dört sayfaya çıkartarak geri gönderdi. Gelen metnin bazı maddelerini yayıncım lehine revize ettim. Sonuçta, tanınmış bir yazar değildim. En önemlisi bir sözleşmenin öykü kitabımın yolunu tıkamasını istemezdim. Kısa zamanda e-posta marifetiyle yayıncıma gönderdim. Akabinde de telefonla da arayarak metni gönderdiğimi, değerlendirmeleri sonrası sözleşmeyi imzalayarak bir an önce pratik adımlar atmak istediğimi söyledim.”
O da memnuniyetlerini ifade ederek “Tamam, inceleyip size geri döneceğim. Elinize sağlık.” dedi.
“Ben bir hatırlatma yapmak isterim diyerek; bu sözleşmenin tarafımca değil avukatımca profesyonel bir yayınevinin sözleşme örneğinin esas alınarak revize edildiğini ifade ettim. Ve kendilerine ilkesel olarak ters gelebilecek maddeler var ise onları metinden çıkarabileceklerini söyledim.”
Yayıncımda “Ooo! Daha iyi bir hukukçu tarafından hazırlanması, metni sağlam zemin üzerine oturmuştur. Yakında size dönerim.” diyerek görüşmeyi bitirdi.
Artık her şey yolunda gidiyor gibiydi. Oldukça sevinçliydim. Neyse ertesi sabah öğleye ramak kala telefonum çaldı. Arayan Ali Bey’di. “Bu iş tamam” dedim içimden. Heyecanla telefonu açtım.
“Beyefendi kitabınızı basamayacağım.” dedi.
Yerime çakılı kaldım. Yanlış mı anlamıştım? Nasıl yani?” dediğinde;
Yumuşak bir ses tonuyla; “Beyefendi bir görüşmede ilk sözcükler bu olmamalıydı, önce bunu belirtmek isterim. Ve bunun üzerine arkasından gerekçeleri sunmak istemeniz çok anlamsız. Önce kapıyı kapatıyorsunuz arkasında gerekçeler. Hiç yakıştıramadım. İlkleri olan ve bunun üstünden ilkelerini biçimlendiren çağdaş insan davranışları bu muydu? Öyle ki ben size sözleşme metninin üzerinde gördüğünüz fazlalıkları bile çıkartabileceğinizi söyledim. Siz daha bu metni ‘İlkeleri’ tartışmadan ve üzerine düşünce belirtmeden ‘Basamayacağım’ derseniz geriye ne kalır konuşmak için, söyler misiniz?” dedim.
Sözleşme yani “İlkeler” Ali Bey’i alt üst etmişti. İlkelerin önemi yoktu. Önemli olan onun “Güven ilkesi”ydi ve yayıneviyle ilişki kurma biçimimdi. Ahbap-çavuş ilişkileriyle kurulan bir iletişimin sonucu buydu. Yani tanınmış bir yazar değil “Tanıdık” bir yazardım. Bu nedenle ‘İlkeleri’ belirleyenin kendisi olması gerektiği fikriyle bitirmişti cümlelerini.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.