- 944 Okunma
- 6 Yorum
- 2 Beğeni
'ayrıkotu'
Önceleri bir ormanda on yıllarca başka bir formda yaşayan şu sap; küreğin sapı, şimdi de kaç senedir benim elimde yaşamaya devam ediyor. Fakat dün kötü bir haber aldık. Bir fesleğen, bir gül ve de iki çamı kaybettik. Bir süre kimseyle artık muhabbet etmeyeceğime yemin ettim. ‘Aha’ dedim, ‘ölüm bak nasıl da kurutuyor yaşamı.’ Suyunu da versen, toprağını da havalandırsan ve hatta özel gübre dahi alsan nafile! Ölüm vakti gelince Azrail’in elinden kimse kurtulmuyor. Ah taş olaydım da bilmeseydim! ‘A, cahil, sen hiç taş oldun da mı taş olup bir şeyi hissetmeyeceğine dair hüküm veriyorsun?’ Madem öyle, madem form değiştirerek ya da tamamen gözden yok olarak bir şeyleri yitirmek gerekiyor, kitabı aldığım gibi kendimi kıyıya vurdum. Boyası kalkmış, diğer uyuyan kayıkların yanında daha çelimsiz ve de eski duranın dibine çöktüm. Nefes nefese kalmıştım. Niye koştuysam! Sanki bir acelem var da, üzerine kendimi yoruyorum. Çöktüm. Böyle bir çöküşü nice sultanlar bilmez. Nice devletler vardır ki böyle bir çöküş yaşamamıştır! Tahammül sınırını çoktan aşmış bir umudun lakayt vaziyetinden bitap düşmüş olsam da, ‘ya sabır’ çektim. Sayfalar toprağa yakışan ellerimin arasında kendisini kaybetmiş kâğıdın delice naralarıyla parçalanmaya başladı. ‘Hadi’ dedim, ‘hadi, daha çabuk, daha çabuk…’ 3, 45, 66, 98, 123… Ne çok sayfası varmış bu kitabın! Yetmedi, yetmez. Sigara çıkardım. Çakmağı elimden düşürdüm. Kumun arasında dağılıp yitmesine izin versem daha manidar olabilirdi. Duraksadım. Bir süre oraya niçin gittiğimi, neden böyle acele ettiğimi, ne yapmaya çalıştığım unutmuştum. ‘Ah’ çektim, doğru ya, yapmam gereken şeyi yapmak için niye bekliyorsam; korkunun faydası yok. Sigaranın ucunu yaktığım gibi, sayfalardan birinin ucundan ateşledim. Yavaşça kor dağlandı, hızlandı ve tek bir düzlemde birleşti. İp gibi hizada sarılı mavili bir kırmızı canlandı. Gözlerimi yaşarttı ilk duman. Sonra sağ elimden başladım. Elimden ilk koku almaya başladığım ana kadar göğsüme saplanan acının ne kadar kuvvetli olduğunu düşünüyordum. Meğer yanmak o kadar da basit değilmiş! Hızlıca olsaydı daha basit olabilirdi. Bir şok etkisi gibi diye düşündüm; başladı, o an hisseder gibi olduğundan her şey çoktan sonlanmıştı. Meğer ummaktan başka bir şey değilmiş! Umarsızlığımı sevdim.
‘Bu günahı sen kaldıramazsın dostum’ dedim ama dinlemedi. Kimseyi dinlemedi. Dinlemek ister gibi birkaç kere kandırdı. Sonra aslında kendinin kandırıldığını fark etmiş olabilir, ben bunu önemsemedim. Eve dönerken eczaneye uğradım. Silverdin aldım. Paralanmış eski bir yazma çıkardım. Üç tane elim olsaydı diye düşündüm. Hah, ne komik! Üçüncüsünü de yakardım. Neyse ki eczanedeki keşin hiçbir şeyden haberi olmadı. Ellerimin o halini görse, hiçbir şey konuşmasa dahi gözleriyle beni rahatsız ederdi. Bir keşi görmekten böyle memnun olacağımı da ummazdım. Sahi, ne umarcının teki oldum! Az evveli umarsız olduğumu iddia etmiştim. Bir de yalan ha? Tü tü tü, kalıbından utan be!
Evden de sıkıldım. O halde kendimi dışarı attım. Çimenlere koşturayım, kediler bulayım, onlarla oynaşıp vakit geçireyim dedim. Çimen buldum. Çöktüm de. Ancak ne kedi geldi ne de başka bir canlı. Böcek dahi yoktu. Hani olsa serseri bir kelebek ya da uçuşan altın bir arı; memnun kalırdım. Biri görse o halimi ‘memleket memleket değil, açık tımarhane’ der, kayıtsız kalıp ötemden uzaklaşırdı. Uzanmaya karar verdim. Mavi benekli çiçekler gözümün hizasındaydı. Kaval kemiğime uzanmış bir ot rahatsız edip duruyordu. Sen ey sevgili yorgun bedenim, ol rahatsız! Beynim acıyordu. Susamıştım. Nereden çıktı bu susamak? İyiydim. Rahattım. Toprağın üzerinde, olmam gereken yer de; çevrem otlarla, adını bilmediğim mavi benekli çiçeklerle kaplıydı. Sayıkladım, ‘makûs talihi şu ülkenin’ dedim, ‘yavrum ne de güzelsiniz ama boşsunuz.’ Rizomun olur olmaz sancılarından biriyle meşguliyetim olacaksa kolaydı. Fakat yetiştirilmek için onca zaman uğraşılmış, belirli dinamiklerle defalarca sınanmış ve kendine özen göstermişler arasında istek dışı bir hayata tutunma olarak hantal ve tanıtsız bir bedene sahip olduğumu hissetmemle irkildim. Üşümüşsem, bundan dolayı irkildiysem, yazıklar olsun sana da ruhum!
Bu tür haykırmaların bir faydası olmayacak. Nefes alıyorum. Bak, ellerim, yanmış olabilirler ama hala güçlüler. Bir filmden mi yoksa Sovyetlerin emeğe ait bir afişinden mi aklımda kalmış hatırlamıyorum ama bir kadın erkeğinin yorgun, nasırlı parmaklarını öpüyordu. Film olması daha olası. İşte, ellerim; on parmağım, onu da bir yerde, ‘öp’ diyorum. Toprak ıslak dudaklarıyla sarıyor, sarmalıyor. Ayrıkotları çevreliyor, gölge yapıyor; ‘kimse görmesin’ diyor. Kimselerin gördüğü yok. Ne mesudum Tanrı’m! Anlaşılmaz olanın kıyısında anlama bu kadar yakın olacağımı bilseydim daha önce yakardım ellerimi ve daha önce koşup, şurada uzanır, yüzümü toprağa verir, parmaklarımı ona uzatıp ‘bu ne bahtiyarlık’ diye kısık naralar atardım. Ayrık otlarından birini kökünden çıkarıyorum. Karnım guruldamaya başladı. Bugün mezarlığın üst tarafında bulunan gizli meyhaneye gideceğim. Aylar önce sahibiyle tesadüfen aynı bankta oturduk. Az biraz sohbet sonrası bana meyhanesinden bahsetti. ‘Karı’ demişti, ‘karı öldükten çok fena efkârlandım. Çocuklardan biri ta Amerika’da, biri de hayırsız bazı bazı uğrar buna. Ha, bir de kız var. Güzel sanatları bitireceğim ben baba diye tutturmuştu. Kaç senedir İstanbul’da. İlk yıllar para gönderirdim. Sonra bir gün Amerika’daki abisiyle yanıma geldiler. Abisini çok sever. Buradakinden nefret eder ama küçük abisine hayrandır. Geldiler neyse, bir iki gün kaldı döndü. Giderken de ‘baba ben artık çalışıyorum, beni merak etme, sen annemin mezarını yaptır’ dedi. Hala yaptırmış değilim ya karının mezarını; evin büyük salonuna masalar aldım. Şöyle hasırdan bir de dekor filan, mavi beyaza boyadım duvarları. Komşu vardı. Bir gün ben boyarken gördü de şey demişti’ Faik, hayrola be ya, ne yaparsın evi mi boyarsın?’ Caminin dernek başkanı. Gerçeği desem arıza olurdu başıma. Siyasi ilişkileri de iyi. Ayan beyan ederlerdi meyhanemi. Neyse hal öyleyken, masalar, sandalyeler derken ben Yunanistan’dan eski ahbaplardan biriyle konuştum. Sınırdan Edirne’ye gide gele bana iyi de uzo getirdi. Şu dolar mark euro ucuzken ben kasap Memduh’un sözüyle parayı da euro marka çevirmiştim. Kısmet o ya, bir fırladı sonra. Benim üç lira oldu mu yedi lira. Uzo dedim de, şarabı kendim fıçıda yaparım. Sonra yeni bir tarif buldum. Yeni rakı halt etmiş! İlk başlarda Allah var korktum, ulan dedim milleti kör etmeyesin! Sonra sana hah şu kadar anasondan bir rakı yapmışım, içen mest oluyor. Sen de gelsene bir gün, temiz birine benziyorsun, senden laf çıkmaz gibi. Gel, ilk gün bendensin!’
Aylar önce tarif ettiği yeri bulmam güçtü. Akşama doğruydu. Ezan yeni bitmişti. Mahalle dediği yer, dağ başında eskiden köy olan bir yerdi. Bu kadar zorlanacağımı bilseydim yürümezdim de buraya kadar, neyse, o kadar teptik yolu, girip az demleneyim dedim. Kurumuş dallarla çevrelenmiş, yer yer sarmaşıkların görüşü kapattığı çitlerin olduğu bahçe kapısından içeri girdim. Kocaman bir bahçeydi. Tek katlı, kotsuz bir ev çınar ağacına yaslanmış karşımda duruyordu. Bana o zaman ‘eğer gelirsen kapıyı dört kere tıklat, sonra da dur, iki kere daha tıklat’ demişti. Ne saçma şeyleri hafızamda tutuyorum. Dediği gibi yaptım. Az biraz bekledim. Ses duyulmuyordu. Sonra bir ayak sesi duydum. Önce iç kapıyı açtı. Karşımda gördüğüm adam aylar öncekinden daha yaşlı ve bezgindi. Sarhoş muydu acep? ‘Buyurun’ dedi. Kısaca kendimi hatırlatmaya gayret ettim. Adam durdu, ‘vay be Faik, ne yaman adammışsın, hatırladın be adamı’ diyerek demir kapıyı da açıp beni içeri davet etti. Buranın evin bir odası olduğuna kimse beni inandıramazdı. Faik öyle bir yapmıştı ki, bana anlattığından daha fazlası vardı. Odanın köşesine tahtadan bir tezgâh yapmış, arkasında iki iri fıçı, sonra rakı dolu cam şişelerle dolmuş taşmış bir raflı bir dolap vardı. Sekiz masa vardı. Masaların kiminde iki, kiminde üç sandalye vardı. Pencere kenarında, dağın gözüktüğü masada nedense tek sandalye vardı. Faik ‘geç nere oturmak istersen be ya’ dedi. ‘Ha, unuttum sanma, bendensin bugün. Sözüm söz’ diye de ekledi. İstemsizce gülümsedim. O masa pek hoştu. Sandalye de boştu. E, ne diye kafamı meşgul edecektim ki gidip oturdum. Faik’le göz göze geldik. Üç masa daha doluydu. İçeride yedi kişi vardı. Demlenenlerin yüzünde olay çıkaracak bir hal yoktu. Aynı masada oturanlar bile kendi halindeydi. Ben masaları gözlemlerken biri ‘Faik, bana az daha peynir virsene’ diye bağırdı. Ah, bağırdı mı dedim? Eğer onun bağırdığını söylediysem ayıp ettim. Kimse kimsenin umurunda değildi. Küçük bir radyodan müzik sesi geliyordu ama ne çalıyordu anlamış değildim. Öyle kısık ve kendi halinde çalıyordu ki, radyonun da ara ara demlenip, sızdığını söyleyebilirim. Faik peyniri verdikten sonra raflı dolaptan bir şişe kapıp, iki de bardak alıp yanıma geldi. Masada sürahide su duruyordu. Şişe ile bardakları masaya bıraktı. Ötedeki ilk masadan bir sandalyeyi çekerek masaya kadar getirdi. Masaya koyduğum şeyleri görünce irkildi: ‘Buna be ya, ne oldu sana’ dedi.
Masaya ellerimle beraber kökünden çıkardığım ayrıkotunu da koyduğumdan, Faik içinden ‘delirmiş bu adam’ diye düşünmesini normal karşılayabilirdim. ‘Ellerine ne oldu? Şu ot neyin nesi?’ Şişeye elini uzattı. ‘Yaktım’ dedim. ‘Nasıl be’ dedi, ‘ellerini mi yaktın?’ Tam o an laf arasına ‘ben katıksız içerim, yanında bir şey de yemem. Sen ne istersen söyle. Zaten soğuk meze yaparım genelde. Arada tavuk yaparım Sivas usulü. Tenekeye kor, toprağa gömer, beklerim bir saat. Buranın tavuğu nazsız arkadaş. Bir saat de pişiyor. Ötede daha geç pişiyormuş.’ Gülümsedim. Canım bir şey yemek istiyor muydu? Aslında aç bile sayılırdım. Ne bilesi, düpedüz açtım. ‘Sana zahmet olmazsa ya da istersen ben alıp geleyim, tabağa az peynir, turşu filan… Varsa ekmeğin iki dilim de ekmek.’ Ben der demez Faik Efendi ayaklandı. Efendi oldu tabi adam. ‘Ne garip adamsın sen yahu! Hem ellerin yanmış, hem masada ot durur. Hem de kalkmış ben alıp geleyim diyorsun. Otur be ya oturduğun yer de. Bak caminin kermesinden koca tencere zeytinyağlı sarmada almıştım. Dur, ondan da koyup geleyim.’ Yaşına göre Faik Efendi atik sayılırdı. O gidince şişeye takıldı gözüm. Balık olsaydım, şu şişede yüzen, daha mı manidar olurdu? Başımı çevirdim. Elektrik direkleri uzanan dağa doğru bakındım. Karanlık sarmıştı her bir yanı. Akşam güneşi de ‘eyvallah’ deyip usulca gitmişti. Zor iş şu yalnızlık ve işsizlik!
Faik Efendi yayık, uzunca bir tabağı doldurup getirmişti. Tulum ve tam yağlı hafif tuzlusundan peyniri, sarması, turşusu, meyvesi derken gözüm doymuştu. Diğer elinde bir bardak daha vardı. ‘Ben’ dedi, ‘direkt içerim, sana getirdim.’ Bardağı alıp sürahiden su doldurmaya çalışırken parmaklarımı hareket ettirmekte zorlandım. Ayrıkotuna bakındım. Ellerin yanık, üzerine merhem de sürmüşsün, ne diye toprağın bağrından şu zavallı otu çıkarıp aldın? Elini de iyice harap ettin? –Sen iyice delirdin be dostum! Haksız mıydı seni bırakıp giderken… Sus, sus açma o mevzuları. Kurtarıcının sesi böyle değildi ama katlanmalıydım:’Ya, nasıl yaktın be ellerini sen?’ Şu mevzu hiç açılmasa! Ne de güzel oturmuşuz, dem vakti dedik. Neme lazım şu mevzu ortamında ahengini bozar. Fikret’i anımsadım. Bir ara ne uğraşırdı çocuk benimle:’ Yaz bak, tamam mı, ne olursa olsun yaz. Doğruları anlat. Dünyada ne oluyor, ne bitiyor her birini yaz. Hem içini rahatlat, hem de insanlarında ufku genişlesin. Arada hakikatten bahset. Senin temelin de iyi, anlatırsın arada dini konulardan da. Vallahi cennetlik adamsın!’ Nereden geldi şu vakit aklıma. Faik Efendi’nin meraklı gözleri olmasa, Fikret’i çabuk unuturdum. Sırf Faik Efendiyle bu konu üzerine konuşmamak için başka şeyleri hatırlamaya başladım. Şimdi de onu mu? Lanet olsun, hem de ne lanet! Cennetlik adammışım! Pis yalancı! Mayam sağlammış; maya mı kaldı bende ulan dürzi? Neymiş, doğruları, hakikati anlatacak, insanlar da faydalanacakmış. Gazeteci miyim ben a be ahmak! İnsanlar faydalanacakmış bir de; yalanın böylesi. Ulan insanların tek önemsediği rahat yaşamak. Hakikatmiş, doğrularmış, adaletmiş, hukukmuş; kime ne lan? Herkes ‘aman bana bir şey olmasın da, ne olursa olsun’ havasında yaşıyor. Yazmak bir de bana iyi gelecekmiş. Sen neredesin Fiko? Ulan Şerefsiz, dostluğunu siksinler senin!
Yaramaz, bu kadarı bile çok fazla. Fakat çoktan ben demini aldım. Eskiye de selam mı çakıyorum? Neyzen’in sözü geldi bir de aklıma, tam oldu:’ Kâbe’den maksat varmaktır yara, kör gibi tapınma kuru duvara.’ Beynime acıyorum. Şu üzerimde çamaşır suyu lekeli pantolonun, vahı kalmış parçalanmış ayakkabının, iki düğmesi eksik paltonun dilleri olsa konuşsalar:’ Kapıldım gidiyorum bahtımın…’ Faik Efendi, ne sen zorla, ne de ben cesaret alayım meyinden de konuşayım! Sahi, hane, hanedir, meyde, meydir. Biri vardı. Hoş biriydi. Evliydi. Gel zaman, git zaman derken içinde birkaç öykü olan bir dosyayı ona emanet etmiştim. İyide öykülerdi. ‘Oku da, bak bakalım beğenirsen bunları ileride kullanırım’ demiştim. Okudu mu, okumadı mı onu da bilmiyorum ya, bir zaman sonra gördüğümde kendisini gözleriyle ‘senden tiksiniyorum’ dercesine bakıp, ‘okudum hepsini, bana göre değiller pek, seveni çıkar herhalde’ demişti. Dosyayı elime fırlatmıştı. ‘Ne kuru, ne sıkıcı, ne budalaca kadınsın’ diyecektim de kendimi zor tutmuştum. Yazdıklarımı beğenmedi diye mi öyle söyleyecektim? Asla! Kibirliydi. Sanki anlamadım aklından geçenleri. Köpek gibi de beğenmişti ama rahatsız olmuştu. İnsan kendisine dokunan bir şeyi anımsadı mı ürker; ondan kaçınmak ister. Yazdıklarım arasında geçen hadiselerin pek çoğu yaşanmıştı. Onu tanımadan önce yazdıklarımdı. Ancak itiraf edememişti. Nefret ettiğini, benden de korktuğunu diyememişti. Hem dese ne olacak? Bir gün kocasını gördüğümde dilimin ucuna kadar gelmişti de, soramadım. Ne soracaktım? Ha, ‘siz…’ Faik Efendi atıldı:’ De sen yahu, ne yaptın, nerede yaktın ellerini. Merak ettim.’
Nasıl yaktığımı anlatınca Faik Efendi’nin gözlerinde de o kadının gözlerindeki nefretle karışık garipliği görür gibi oldum. Az biraz gerdirse gözlerini, şöyle az biraz da yüzüne çekidüzen versek, makyaj yapsa… İyi saçmalıyordum. Bir ayağı çukurda adamın gözlerini o kadının gözleriyle benzeştirdiğimden dolayı saçmalama hakkım vardı. Gülümsedim. Bu gülüş sükût taşıyordu. Yaban ellerden kopup gelmiş, aciz ve fukara eski bir beyefendinin artık bir işe yaramaz çek defteri gibidir benim de ellerim. Ne yapayım şu ellerimi? ‘Sebebi aleni’ deyip sustu. Kavi durmanın lüzumu mu vardı? Tesirsiz bir nümayişin bedbaht bir kaçığıyım. Artık kim ne derse, oyum. Ben, siz insanların dediği gibiyim. Lamı cimi hiç bu kadar olmamıştı. Sakin durmaya çabalıyorum. Dizlerim titriyor. Bir zamanlar ben de severdim kendimi. Vücudumu, gözlerimi, saçlarımı. Ağarsa bile hoş bir tecelliydi. Numanın derininden kopup gelmiş, bir zamanlar üzerine eğilip, okumalarda şevklendiğim felsefeyi bana anımsatıyordu. ‘Baba, derdin büyüğü yaşamaktır.’ Ne de beylik bir laf! Derdin büyüğü yaşamakmış; bizim felsefemiz de bu kadar. Yoksa Rönesans’tan beri değişen onca kavram vardı. Şu postluğu üzerinden tekrar atıp, modernliğin yakışıklı haline geri dönmeyi aydınlarımız geri arzulamıyor mu? Eskisi gibi kimse değer görmüyor. Bir velet çıkıyor, ilgi çekiyor, çocuğundan büyüğüne millet onu takip ediyor. O da kendini bir şey sanmaya başlıyor. Bizim şu aydınlarda ne garip insancıklar! O veletleri münevver mi görüyorlar yoksa? E, tabi herkesin bir on beş dakikalığına meşhur olma çağı.
Beni öldür de, öyle unut, öyle git, öyle savur kendini de başka şehirlere. Ne lüzumu vardı içmeye? Başım da ağırınca tam olacak. Mideye laf yok. Faik Efendi sağ olasın. ‘Ne demek’ diye gülümsüyor. ‘Şu ellerine yine de mana erdiremedim ya, karı kız mevzusu mu’ diye ekliyor. ‘He’ diyorum, ‘karı kız mevzusu olsun, derdi kendinden büyük derman olsun, laf olsun, naz olsun, niyaz olsun; ne olursa olsun da bir şey olsun en azından.’ Şu pencerelerden birini açsak? İyice dumanın altı olur benim sigarayla. ‘İç sen, üşür şimdi bu köftehorlar. Sigaradan da nem kapan olmaz. Rahatına bak. Yalnız şu ellerin… Çok kötü olmuş be ya!’ Zihnimdeki bulutların ardınca pak bir şekilde gözüken bir rivayeti anımsıyorum. Masalda olabilir. Ben gerçekliğine halel gelmesine karşıyım. Ormanda kayıp olmuş bir ufak çocuğun düşman askerlerini köyden uzak tutmasındaki mucizeyi diyorum. Şu harpler de olmasa adamakıllı insanların elinde hikâyeleri olmayacak! ‘Benim karı’ diyor, ‘Münevver Çerkez kızıydı. Çerkez kızları çalışkan, saygılı olurlar. Nasıl diyem sana be, temiz kadındı. Varı yoğu hah şu adamcağızı da adam etmeye harcadı gençliğinde. Tütün fabrikasında işçiydim. Gençken de Kavala’da tütün ekerdik. Yetmiş üçte önce Edirne’ye, sonra da buraya geldik. Şu üst taraftaki köy Çerkez köyüdür. Ben o ara iş arıyorum. Tütün fabrikasına girmeden bizi tanıştırdılar. Oranın Katerinası var ki, hah sar kâğıda iç tadını ala ala. Bıraktım ben. Bakma burada içerler laf etmem. Bizim fabrikada işlediğimiz tütünde iyiydi, de şu Amerikanların tütünü girince araya bok ettiler. Oranın da bak virjinya mıydı, neydi be ya, o tütün de sağlam derler. Amma buraların gibi olmaz. Kavala’nın tütünü gibi hiç olmaz. Az olsaydı burada, sarıp içmeye niyetlenirdim de, kalsın. Karıya söz verdik. İçkiye laf etmezdi de, şu sigaradan nefret ederdi. O da içerdi genç iken. Şu bizim hayırsız büyük oğlan demiştim ya sana, ona hamile iken bırakmıştı. Bir daha ağzına aldığını görmedim. Otuz beş yıl beni de zorladı. Ölmeden önce çok hastaydı. Çerkez kızı dedik, sağlam dedik de, e, Allah der herkese bir can vermişim. Çok zorladı be kendini, dayanmaya çalıştı. Benim şu büyüğü adam etmeye kendini adamıştı son zamanlarında. Ne dese boş, olmadı be! Hah, ölmeden bana dedi ki:’ Faik, hakkım sana tek şartla helaldir. Şu meledi içme. Acırım sana. Sana bir şey olmasından korkarım.’ Ulan erkek adam ağlar mı? Ooo, çoktan ağlamaya başladı. Ulan Faik Efendi, siga-i mübalağa ediyor gözlerin. Bir de meyhane açtım demiştim. Gizliymiş. Gizli olur tabi, meyhane değil, derthane mübarek! Duçar olmamak ne mümkün gamdan burada!
Gözlerini elinin tersiyle silip’ bu ellerin be ya dedi, fena olmuş, doktora gözükseydin bari.’ Ses etmedim. Ne dese hoş görecektim! Öyle bir tatlı ağlamıştı ki, Faik Efendi’ye laf söyleyeceğime, hah şu dilimi koparıp uyuz itlere atardım. Zaten ne işe yaradı şimdiye değin. Şu ellerim gibi, dilimde dertten, kederden gayri ne yazdı defterime? ‘Kusra da kalma be’ dedi, ‘bak daldık gittik, ben buz da getirmedim bize.’ İki ihtiyar haricinde içeride bizden başka kimse kalmamıştı. Öyle dalıp gitmişim ki, gideni de gözüm görmemiş. ‘Faik Efendi, bunlar sana hesap vermez mi’ diye sordum. Maksat ortamın havasını dağıtmaktı. ‘Ha, onlar mı; yok be ya’ dedi, ‘meyhane açtık da, ne karhanedir, ne kerhane! Hesapları toptan verir her biri. Paraya ihtiyacım mı var sanki benim? Çarşıda iki dükkân var. Kiradalar. Şu evden başka iki evim daha var. Münevver gidince öteye, yalnızlık ağır geldi. Diyen çıktı ha, evlen yine. Deli miyim ben be ya? Gelen mala gelir bu yaştan sonra. Hah şurada sen gibi iki adamla sohbet edeyim yeter de artar bana. Gelcen di mi yine? Bak hesap filan dert değil. Atarsın iki üç lira, sadakan olur. Ekmek filan alırken bazen şu karşıda bir dul kadın oturur. Gençtir de zavallım. Asker karısıydı. Oğlu vardır. Ona aldırırım ekmeği. Çocuğa verdim mi bozukluk havalara uçuyor. ‘Faik amca büyüksün sen’ deyip zıplaması yok mu? Ah, neyse be ya, sen anladın beni. Gelesin diyorum bak, gel, sevdim seni. Yalnız şu ellerini doktora götürsen diyom…’
Çıktım. Çıkarken Faik Efendi kendi bahçesine ekip kuruttuğu naneden verdi. ‘Bunla’ dedi, ‘ayran yap, bi şeyciğin kalmaz a sabaha.’ Ne yalan söyleyeyim, sevdim. Faik’i ayrı, demini ayrı sevdim. Paltodan sigara çıkarıncaya kadar akla karayı seçmesem iyi olurdu. Ellerimin acısı dayanılacak gibi değildi. Sonra bir de yakması var ki; ne eşek herifim! Paltonun derin iç cebine zor bela tıkıştırdığım ayrıkotunu hafızamda belledim. Geldiğim gibi dönecektim. Ne taksi, ne dolmuş geçer bu yönden. Açık havada yaradı. Açıldım bile denebilir. Mezarlığa yaklaşınca parlayan muslukları görünce yüzümü yıkayayım dedim. O da iyi geldi. Kremi de alıp götürdü ama ellerimde rahatladı. Aslında her şey iyiydi be! Yürümek, Faik Efendi, demi, derthanesi, nanesinin kokusu, su, gözyaşı, anılar, karılar; kadınlarımız, ah bir de hayırsız da olsa çocuklar ve ayrıkotu.
Eve vardığımda soyunmadan kanepeye uzandım. Zorlanarak da olsa iç cebimden ayrıkotunu çıkardım. Her şey bu haliyle iptidai kalsa diye düşündüm. Ne gerek vardı onca yeniliğe, gelişime? Şu ota bir de işgalci, düşman gözüyle bakarlar. Ne diktatör şu insan evladı! Faydasını bilmez etmez de, hemen kulp takar da onu ötekileştirir. Sürün yüzüme, hah şöyle. Ne güzelsin sen! Köklerinle sar beni. Rizomuna kat kökümü. Cevherimiz topraktır ikimizin de. Suya, Güneş’e, havaya muhtacız. Bizi karanlıklar korkutmaz. Bizi kışlar da korkutmaz. Bizi korkutan, yardan ayrılıktır. Beni affeder misin ayrıkotum? Seni de kendi bencilliğimden ötürü kökünden koparıp çıkardım. Günün neredeyse yarısı benimlesin. Ama ben sana kötü laf ettim mi? Sevmedim mi? Hem dedim ya, ikimizde aynı hasretlik çekeriz. Yar’dandır bu halimiz. Yakar bizi bu ayrılıklar. Oysa bizi ayrı koymasalar, ne de gür çıkardı sesimiz! Pürneşe olurduk. Serilirdik toprağımıza, büyürdük, büyürdük; öyle büyürdük ki, kuşlar bizim gölgemizde su içerdi. Yarından tezi seni gülün öldüğü yere ekeceğim. En azından birimizin hasretliği son bulsun. Yarın olsun, Güneş bir doğsun. Şu naneyi ayrana katık eder etmez, senin hasretliğini bitireceğim. Ben diktatör olmayacağım. Ben sevenleri birbirinden ayırmayacağım. Yarın olsun da, şimdi bana müsaade et. Koynunda biraz uyuyayım. Öpeyim seni. Öpeyim. Öp…