- 680 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kur'an hangi 'yaş'lardan bahsediyor?
Küçükken, pikniğe falan gittiğimizde, huyumuzu bilen büyüklerimiz derlerdi ki: “Yaş dallara dokunmayın.” Neden bu uyarıyı yaparlardı? Çünkü piknikte illa bir ateş yakılırdı. (O kadar şey nasıl pişecek yoksa?) Ve bu ateşi yakmak için de hareket kabiliyeti yüksek küçüklerin topladığı odunlar kullanılırdı. Piknik için yerleşim yeri belirlenir belirlenmez, yükler bir ağaç gölgesine bırakılır bırakılmaz, resmi gazetede yayımlanan ilk karar “Hadi, siz çocuklar gidin, odun toplayın!” olurdu. Emir demiri keser efendim. Elbette sahip olduğumuz enerjiyle bu işi severek yapardık.
Yok, abartmayayım, çok da severek yapmazdık. Yani kısmen, başlarda, içimizde bu işe bir sevgi olurdu tabii. Ne de olsa kırsala çıkmanın coşkusu başka. Vücuda adrenalin salgılatıyor. Ama mübarek piknik ateşi cehennem kuyusu gibi “Daha yok mu?” diye sordukça ellerimiz nâçâr iki yana açılırdı nihayet. Çünkü yakındaki kaynaklar çabuk tükenirdi. Uzaklara gidince de oyun için harcanması gereken zaman azalırdı.
Zara’da piknik yapacak balta girmemiş orman da bulunmuyor ki elinizi attığınız yer kuru dal kaynasın. Ağaçların arasında güvenli takip mesafesi var. Birinden diğerine gittiğinizde ufaktan bir doğa gezisi yapmış sayılıyorsunuz. Karasal iklimin huyu malum. Kuru dallar ise ancak onların diplerinde. O da sizden önce başka piknikçiler onlara çökmemişse. O zaman hepten avucunuzu yalarsınız.
Her neyse. Çocuklukta herşeye bir çare bulunur. Kuru dallar ihtiyacı karşılamıyorsa yaş dallara çökülür. O nasıl yapılır? Ağacın boy yeten mesafedeki dallarına şöyle iki kolla asılınır. Vücud ağırlığı verilir. Yaş dal, canını kolay bırakmak istemez, direnir. Ancak ısrarlı çabalarınıza da boyun eğer. Ağaç kardeşler pek yumuşak huyludur. İşi kavgaya dökmezler.
Ama sizin bu yaptığınızın kıymetini büyükler bilirler mi? Bilmezler. Oyun için gereken zamandan hiç anlamazlar. O nedenle yaş dalları kırdığınız, getirdiğiniz, ateşe attığınız görülürse ihtarı alırsınız: “Yaş dallara dokunmayın!” Neden? Çünkü onların da canı vardır. Yaş dalı kırılırsa ağaç incinir.
Bu yaş-kuru meselesi daha sonra hiç işimize yaramadı diyemeyiz. Örneğin: “Ağaç yaşken eğilir!” sözünün ıslaklıkla ilgili olmadığını, oradaki yaşlığın ‘canlılık/gençlik’ manasına geldiğini ben böylesi tecrübelerim üzerinden öğrendim. Şimdi doğma-büyüme metropol çocuğu olan birkaç tane ilkokul bebesini çevirip sorsanız o cümleye bu manayı veremez. Ağaçlarla doğru-düzgün bir hukuku olmadığı için bu yaşlık-kuruluk meselesinin neye karşılık geldiğini anlayamaz. (Belki kuru odunu ıslatıp eğmeye bile çalışır.) Fakat ben o yaşlarda anlardım. Çünkü ağaçlarla takılırdım.
Arkadaşım, biraz da bu tecrübemden dolayı belki, “Ne yaş ne de kuru hiçbirşey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın!” buyuran En’am sûresinin 59. ayetini canlılık-cansızlık merkezinde de anlarım. Ayetin bir mana katmanının da buraya baktığını düşünürüm. Fakat geçenlerde iş farklılaştı. 20. Söz’ün 2. Makamı’nı okurken, ki o da bu ayet ile başlar, başka bir anlam dünyası daha açıldı kalbime. Mürşidimin orada ’peygamber mucizeleri’ ile ’medeniyet harikaları’ arasıda kurduğu ilgi beni bambaşka yerlere itti. Acaba bu yaşlık-kuruluk meselesi başka şekillerde de anlaşılabilir miydi?
Yeterince heyecan yaptırdığıma göre şimdi sadede geleyim: Biz birşeyin canlılığından bahsettiğimizde onun hakkında başka nelerden haber vermiş oluruz? Lisedeki biyoloji derslerini hatırlayalım hemence. Canlılığın, biyoloji kitaplarının ’daraltılmış’ bakışıyla, şu gibi şartları vardır: 1) Beslenme. 2) Solunum. 3) Boşaltım. 4) Gelişim. 5) Üreme. 6) Uyarılabilme. 7) Hücresel yapı… (Yalnız biz lisedeyken son ikisi söylenmemişti. Onları internette gördüm.)
Ben burada hemen nazarlarınızı 4. maddeye çekmek istiyorum. Yani ’gelişim’e. Gelişim canlılığın en bariz alametlerinden birisidir. Bir canlı varsa onda mutlaka bir faaliyet de vardır. Bu faaliyetin görünürlüğü olarak ’yeni olan şeyler’ de vardır. Hatta, her yaşta eşit derecede olmasa da, ’büyüme’ de vardır. Bir ağaç yaş dalları üzerinden büyür. Çünkü onlar canlıdır. Peki Kur’an’ın bahsettiği ’yaşlık’ ile bu ’gelişim’ arasında nasıl bir ilgi kurulabilir?
Baştaki piknik örneğimi hatırlayalım. Bir ağacın kurulu dalları o ağaç adına neyi ifade eder? el-Cevap: Geçmişi. Olmuşu. Sonuçlanmışı vs. Peki bir ağacın yaş dalları onun için neyi ifade eder? Yine el-Cevap: Geleceği. Olacağı. Sonuçlanmamışı. Yani kuruluk bahsi, zamanın bir yerinde duran köke benzerken, yaşlık henüz gelişmekte olan bir yapıyı imâ eder. “Ağaç yaşken eğilir!” sözünde de bu ’gelişmekte olan’a atıf vardır. Gelişmesi bittikten sonra ağacın dalı bükülmez. Gelişmesi bittikten sonra insanın da kafası/gönlü pek değişmez.
İşte, Bediüzzaman’ın, medeniyet harikaları (isterseniz buna ’teknoloji’ de diyebiliriz) ile peygamber mucizeleri arasında kurduğu bağ da bir açıdan aynı ağacın hem kuru hem yaş dallarını tefekkür etmeye benziyor. Yani, mesela, Bediüzzaman orada önce Süleyman aleyhisselamın mucizelerinden bahsediyor. Sonra da o mucizeleri getirip hayatımızın gelişmekte olan bir yanına bağlıyor. Fakat bir saniye. Metinden bir misal taşıyalım buraya hemence. Daha iyi anlamamızı sağlar. Mesela, Musa aleyhisselamın asâsını yere vurarak su çıkarması mucizesini anarak diyor ki:
“Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle, mânen diyor ki: ’Ey insan! Madem, Bana itimat eden bir abdimin eline öyle bir asâ veriyorum ki, her istediği yerde âb-ı hayatı onunla çeker. Sen de benim kavânîn-i rahmetime istinat etsen şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir aleti elde edebilirsin. Haydi, et!’ İşte, beşer terakkiyâtının mühimlerinden birisi, bir aletin icadıdır ki, ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet ondan daha ileri nihâyât ve gayât-ı hududunu çizmiştir.”
Yani burada görüyoruz ki: Kur’an olmuş olanlardan bahsetse de sadece olmuş olanlardan bahsetmiyor. Herşeyin hem kurusundan hem yaşından bahsediyor. Onları ’geçmişte gerçekleşmiş’ ve ’gelecekte gerçekleşecek’ boyutlarıyla birlikte kuşatıyor. Bir nevi diyebiliriz ki: Mürekkebin kuruduğu yerlerden de bahis var Kur’an’da, bizim için hâlâ yaş olan yerlerden de.
Zamanın kitabında ’yaş’ayan mahlûklar olarak ’yazılmış olanı’ da görüyoruz Kur’an’da, ’yazılacak olanı’ da ve hem henüz yeni yazılmış, ’mürekkebi yaş’ olanı da. Hatta belki 20. Söz’ün 1. Makam’ı daha başlarken bizi uyarıyor bu noktada: “Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor.” Ve 2. Makam’ı onun söylediklerini tamamlıyor:
“Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar.”
Yani Kur’an’da ’olmuş olan’dan bahsedilen her yerin ’olacak olana’ bakan yüzleri de var. Kollarsak var. Ararsak var. Görürsek var. Hem kurusu var hem yaşı var. Hem olmuşu var hem olacağı var. Hem mazisi var hem müstakbeli var. Elhamdülillah. Buradan, hızımı alamayıp, tarihselcilere de bir sağlam gönderme yapacaktım ama yazı çok uzayacak. Zaten epey vaktinizi de aldım. Onu, eğer nasip olursa, başka bir yazıya bırakalım. Burada bahsettiklerimizi de “En doğrusunu Allah bilir!” hakikatiyle bağlayalım. Evet, evvel ve ahir, en doğrusunu Allah bilir. Bizi istikametten ayırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.