- 740 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Kur'an neden bilimkurgu romanları kadar heyecanlı değil?
"Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, ta Zat ve sıfat ve esma-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. (…) Güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor." Sözler’den.
Bilimsel açıklamaların ömrü, genelde, kendilerinden daha kuşatıcı diğer bir bakışın okumasına kadardır. Daha büyük olan resmi kim görürse haklılığı o eline geçirir. Örneğin: Aristo’nun, o muhteşem zekasına rağmen, kendi zamanında söyledikleri bugünün çocukları için bile bilinecek ve hatta kimi zaman gülünecek şeylerdir. Mürşidimin İşaratü’l-İ’caz’da da dediği gibi: "Def’aten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zekâ-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen ancak çocuk gibi tedricen kemâle erer."
Bir zamanlar Newtonculuğu fizikte tartışmasız bir hakikat gibi görenler bugün Kuantumcu yaklaşımla damağını şaklatmaktadır. Annelerinin ıhlamuruna "Iıığğğ, anne, kocakarı ilacı bu!" diye burun kıvıran nezlezenler, bugün ’doğal sağlık ürünleri’ tezgâhında damacana yuvarlamaktadır. En nihayet diyebiliriz ki, zaman, yanlışlanmamak konusunda kendinden feci şekilde emin birçok ukalayı safsata kuyusuna atmıştır. Ve gelecekte de âdetini sürdüreceğe benzemektedir.
Ben bu durumu kendi dünyamda şöyle bir misalle daha anlaşılır kılıyorum: Karanlık bir oda düşünün. Perdeleri sıkıca kapalı. Sonra birisi geliyor. Kapalı olan perdeleri açıyor. Ve olaya şahit olan bizlerde, hani çok akıllıyız ya, teoriler kaynamaya/üremeye başlıyor. Diyoruz ki mesela: "Bu adamın perdelerini açtığı her odaya ışık doluyor. O zaman ışığın kaynağı bu adamdır. Veya bu adamın perde açmasıdır."
Sonra bir başkası bu resmin üstüne çıkıyor. Ve diyor ki: "Yalnız bu adam değil şu adam da olsa perde açılınca odaya ışık doluyor. Demek, odaya ışık getiren, adamın perdeyi açması değil, perdenin açılmasıdır." Sonra daha bir başkası bu resmin de üstüne çıkmayı başarıyor. O da diyor ki: "Arkadaşlar, ben hiç perdesi olmayan odalar da gördüm, onlar da bu şekilde aydınlıktı. Bu işin perdeyle ilgisi yok. Işığı veren camdır." Sonra daha da diğer bir başkası (ah bu iş nereye gidecek) en üst resmi(!) kibirle seyrederek diyor ki: "Yahu ne kadar gerizekalı adamlarsınız. Ben camın olmadığı yerlerde de aydınlığı gördüm. Aydınlığı yapan cam değil güneştir."
Bilimin ilerleyişi işte buna benziyor. Her defasında bir adım ileriye, resmin daha büyüğüne, kavuşarak ’genel-geçer’ olduğunu zannettiği teoriler üretiyor. Bunlar yanlışlanana dek doğru kabul ediliyor. Onlarla amel ediliyor. Ve hakikaten, daha büyük bir resme çıkma ihtiyacı hissedilmeyen alanlarda, o teorinin söylediği şey doğrulanıyor da. Ama daha büyük bir resme çıkıldığında? İşte o zaman ’genel-geçer’ olanın omuzlarından inmek zorunda kalıyorsunuz. Yeni birşeyle yol almak ihtiyacı hissediyorsunuz. Bilim böyle gelişiyor.
Peki İslam? İslam yapısı gereği böyle değil. Çünkü bilginin geldiği yer ’ezel’ denilen manzara-i âlâ. Yani görüşünün, bilişinin, takdirinin, ilminin üstünde bir görüş, biliş, takdir, ilim olmayan Allah’ın tayin ettiği hükümlerden kurulu bir düzen o. İslam’a iman edenler, yani elhamdülillah ki bizler, Allah’a da böyle iman ediyorlar. Allah’a böyle iman ettikleri için İslam’ı da öyle görüyorlar. Yoksa, hâşâ, bizim Allahımız, İsviçreli bilimadamları gibi bazı şeylerin sonradan farkına varmıyor. Yine Bediüzzaman Hazretleri bu sadedde diyor:
"Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ’ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir."
Cenab-ı Hakkın ezelî bilişi, görüşü ve takdiri daha üst bir resme ulaşılamayacak bir kuşatıcılıkta. Evet. "Allah herşeyi kuşatıcıdır!" buyuran Furkan da aslında bize bunu hatırlatıyor. Yarattığını kuşatamayan şey ilah olamaz. Birşeye ’Allah’ diyorsanız, o, yarattığı herşeyi kuşatıyor olmalıdır. Ve başka birşey de onu kuşatamıyor olmalıdır. Çünkü eğer başka birşey onu kuşatıyorsa bu, onu, kendisini kuşatan şeyin kulu haline getirir. Hem kuşatamadığı birşeyler de olduğu anlamına gelir. İhlas sûresindeki ’O doğurulmamıştır!" ihtarı da buna bakar. Öyle ya. Hiçbir evlat annesini kuşatamaz.
Konuyu fazla dağıttık. Toparlamaya çalışalım. Bazı hadsizler bugünlerde Kur’an’da geçen tasvirlerin ’yeterince bilimsel olmadığı’ gibi şeyler yumurtluyorlar. Doğrudur. Çünkü Kur’an parçaların dilini konuşmuyor. O bütünün lisanıyla insanlara hitap ediyor. "Güneş dürülüp toplandığında…" buyurduğunda mesela, işte, efendime söyleyeyim, "Kıyamette güneşin içindeki helyumlara şöyle olacak, hidrojenlere böyle olacak, patlamalar-çatlamalar yüzünden yüzeyi kararacak falan…" demiyor. Doğrudan en büyük resimden görüneni ifade ediyor: "Allah var. Onun mahluku bir güneş var. Kıyamete kadar dünyayı aydınlatmak görevinde idi. Görevi bitti. Allah da sergilediği mücevherin zamanı dolunca örtüsüne sarıp kaldıracak!" gibi bir tasvirle, bir kolaylıkla, bir kuşatıcılıkla söz söylüyor.
Baştaki örneğimize dokunarak konuşursak: Odanın içindeki aydınlığın güneşten olduğuna kadar çıktık diyelim. Ve güneşteki ışığın varlığını da helyumun patlaması-çatlaması ile açıkladık. Birgün birisi bizi güneşsiz de aydınlanan bir odayla tanıştırırsa ne olacak? O zaman aydınlığı açıklamaya nasıl devam edeceğiz? Hatta, diyelim ki, güneşteki bu patlamalar da esasında bir yansıma, başka bir boyuta açılan kapı, âlem-i nurdan bu âleme geçiş sağlıyor. Bunu ne yalanlar?
Sen kaynağı olduğunu söylüyorsun. Ben taşıdığını söylüyorum. Ayna olduğunu iddia ediyorum. Ne biliyorsun? Belki fizik de aynı noktaya gelecek ileride? "Işık bu âlemden değil!" diyecek. Neden gördüğün daha küçük resmin muteber tek resim olduğunu düşünüyorsun? Belki sen de Bediüzzaman’ın şu sözüne geleceksin birkaç asır sonra: "Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur." Kur’an, âlemi böyle görmeye bilimden önce başladı diye, suçlu Kur’an mı oldu?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.