BELKİ BİR SABUKLAMA NÖBETİ
Kırmızı topuklu ayakkabısı sessiz sokağın tek enstrümanı gibiydi. Terk edilmiş gibi görünen şehrin sis inmiş sokaklarında sabahın en erkeninde yine yetişmeye çalıştığı şeylerin peşine düşmüştü. Dalgın olmaya bile lüksü olmadan hayatın en hızlı ritminden tutturmuştu müziğini. Hangi tarz hayat seversiniz diyen hiç olmamıştı. Önüne bir menü getirip en lezzetli bulduğu yaşamayı seçmesi içinde kimse bir şey yapmamıştı. Böyle yaşaması gerektiğini bir yerlerden, bir şekilde ezberlemiş ve doğaçlama bestelenmişti yaşadıkları. Topuklar tık tık tık… Saatler tik tak tik tak… Metronomun tik taklarına uyarken kaldırımdan piyanosunu çalarak ilerliyordu yaşamın portesi üzerinde.
Aslında yılgın yaşanmışlık zamanları doldurduğu geçmişinden midir bilinmez hep melankolik bir havası vardı onun. Yine aynı pespaye, zavallı duygularını boşluklarına doldurup çıkmıştı evden. Oysa o evde bırakıp çıkmak istediği öyle çok şey vardı ki. ‘’Keşke istemediğim tüm eski anları post it kâğıtlara yazıp saatlere yapıştırınca saatler onları yese,’’ dedi içinden. Bir an panikle çantasını karıştırmaya başladı. Çalışmak için eve götürdüğü dosyanın olduğu dijital belleği evde unuttuğunu düşündü. Hem yürüyor hem de çantasını karıştırmaya devam ediyordu. Bir yandan da eğer gerçekten belleği yanına almadı ise atabileceği sıradaki adımı hesaplıyordu. Ve…!
- Hay aksi ya… Eh be topuk, kaldırımların arasına takılıp kalmakta neyin nesi şimdi. Hah! Bir de kırıldın, çok güzel…
- Hanımefendi sanırım zor durumdasınız. Size yardımcı olabilirim isterseniz.
- A! Şey şu durumda buna hayır diyemeyeceğim. Yerinden oynamış olan taşa sıkışmış topuğu çıkarabilirsek ben bir şekilde tamir ettireceğim daha sonra.
- Ben hemen halledeceğim merak etmeyin.
- Çok teşekkür ederim bayım, çok zarifsiniz.
- Hah! İşte topuk çıktı.
Kadının elinde ayakkabı, adamın elinde ise topuk göz göze geldiler doğrulduklarında. Adam tam bir şey söyleyecekken yüksek sesli bir gök gürültüsü ile inledi tenha sokak. İkisi aynı anda başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Sis dağılmış hava bir anda bulutlanmıştı. Her an yağacak olan yağmurun ayak sesleriydi bu gürültü. Kadın, adam ve sokaktaki birkaç kişi bir anlık şaşkınlıktan sonra yine yapacakları şeye geri döneceklerdi ki bu kez bir çığlık sesi duyuldu. İnsanın neredeyse kulaklarını kanatacak kadar acı ve tiz bir sesti bu kez sokağı dolduran. Kadın korku ile adamın elini tuttu. Adam diğer eli ile kadının eline sakin bir dokunuş bıraktı. Onun korkmaması için dokunarak teselli veriyordu parmak uçlarındaki sakinlikle. Oysa adam da en az kadın kadar korkmuştu bu tarifsiz ve ürkütücü sesten. Ama o, bir erkekti! Erkekler korkulacak bir şey yaşandığında tutunacak değil tutunulacak tarafta olurlardı. Kadınlar ise sadece anne kucağı olduklarında bunu yaparlardı. Dünya hiç adil değil…
Gökyüzünden gelen ağlama sesi ile artık herkes ne yapacağını bilemez bir halde idi. Bazı evlerin camlarından ve balkonlarından uykudan yeni uyanmış insanlar başlarını uzatmaya başladılar. Herkes şaşkın bir halde sağa sola ve sonra da gökyüzüne bakıyordu. Neredeyse bomboş olan sokak birer ikişer meraklı insanlarla dolmaya başladı.
‘’Bakmayın bana, utanıyorum’’ dedi bir kadın sesi. Herkesin şaşkınlık sesleri birbirine karıştı. Boş sokak artık uğuldayan bir karmaşaya dönüşmüştü. Kimse sesin geldiği yeri tam olarak kestiremiyordu. ‘’Ne yani, gökyüzü bizimle mi konuşuyor?’’ dedi kadın.’’ Yani, ben de bir anlam veremedim. Şey! Şu kocaman bulutun üzerinde duran şey, sudan bir insan silueti gibi sanki.’’ dedi adam. Kadın,’’ hani nerede? Ha! Şu.. A, evet, evet’’ derken bazı insanlarda aynı garipliği fark edip birbirlerine işaret etmeye başladılar. Şaşkınlık ve korku tüm sokağı sarmıştı artık. Bulutun üzerindeki sudan insan şekli ellerini beline koymuş kendisine bakanları izliyormuş gibiydi. Gözlerinin olması gereken yerde iki yuvarlak boşluk vardı. Bir süre o insanlara, insanlarda ona öylece baktılar. Sonunda bir elini insanların üzerine doğru yöneltip işaret etti Su ve sanki bir megafondan çıkıyor gibi güçlü, mekanik, ağlamaklı bir kadın sesi ile konuşmaya başladı.
- Bakmayın bana öyle dehşet içinde. Asıl korkunç olan sizlersiniz. Şu gördüğünüz halimin sebebi her birinizsiniz. Başkalarına benzemeyenlere ellerinizle şekil vermeye çalışırsınız sizler. Günlük hayatınız içinde aslında kimse de ne bir zincir ne de ellerinde kelepçe vardır. Hepiniz birbirinize boynunuza takılmış tasmalarla bağlısınız. Görünmeyen tasmalarınız ile her biriniz bir diğerinin önünden giderken ardınızdan gelmek istemeyenleri ite kaka aynı yola sokarsınız. İster binlerce, ister milyonlarca olun tek istediğiniz sizin bir öncekine benzediğiniz kadar ardınızdan gelenin de size benzemesidir. Milyonlarca aynılık ile sabit bir düzenin huzurlu bir şey olduğuna inandınız, inandırıldınız. ‘’Kurallar’’ dediğiniz maddelerin bireysel özgürlükler olmadığını pekâlâ hepiniz biliyorsunuz. Ama yine o kurallar gereği bunu fısıltı ile bile dillendirmiyorsunuz. Hepinizin bildiği, sessiz bir itaatle uyduğu, birbirine dayattığı ahlak, namus, görgü, töre kurallarını gerekirse ölüp öldürerek devam ettiriyorsunuz. Hiç birinizin doğruluğunu sorgulamadığı inançlarınızı kutsallarınızın en üstüne koyup kendiniz bile açıp bakmadığınız kitaplar gibi seviyorsunuz. Anlamlarını bilmediğiniz, dilini öğrenmediğiniz ama uyulması uygun görülmüş emirleri sorgusuz sualsiz yaşıyorsunuz.
Mesela aşkı dokunmak, soymak ve sevişmek olarak anlamışsınız ve öyle de yaşıyorsunuz. Birbirinize çok rahat sunduğunuz gönlünüzün onlarca benzeri var. Öyle çok gönlünüz var ki dağıtmakta asla tereddüt yaşamıyorsunuz. İnsan birini ‘’canı pahasına sevmeli’’ dersiniz de ilk ihanette yaşadığınız üzüntüyü ‘’ can alarak’’ ödetirsiniz. Her biriniz kendi küstah gururlarınız için yaşıyorsunuz. Oysa sahip olduğunuz gururu sizden daha güçlü olana sunmaktan hiç çekinmiyorsunuz. Ne sevmeyi ne de gururunuza sahip çıkmayı beceremiyorsunuz. Bir kadını sevmeyi ona sahip olmak sanıyorsunuz. Sizin olan sizin kalmak zorunda. Mülk edindiğiniz sevdiğinize bunu değer vermek gibi gösteriyorsunuz. Bu, sadece sizin lanet egonuzdan başka bir şey değil. Eşitiniz olan dişiler size ait değiller. Onları severken, özlerken, sevişirken, konuşurken tek hissettirdiğiniz gücünüz. Sahip olduğunuz gücün kadınlara güven verdiğini söylerken aslen istediğiniz onların bu gücün karşısında eğilip sizlere itaat etmesidir. Siz, güce itaat etmeyi zaten öğrenmediniz mi? Eş olmayı, çift olmayı çoğul bir şey sanıyorsunuz, bir olmayı ise tekil bir şey. Farklı iki insandan illaki biri diğerine uyum sağlayacak, güç kim de ise onun kuralları ile yaşanacak. Bunun adı tek olmak değil. Teklik onca kalabalığın için de bir kalabilmektir. Bir sürü nedene, bir sürü gereksizliğe, bir sürü farklılığa rağmen bunlarla beraber, onları yok edip değiştirmeye çalışmadan bir arada kalabilmektir. Yoksa biri zaten tek başına çok kolay ‘’tek’’ olabilir. Bazılarınızın daha eşit olduğunu severken bile öğrete öğrete aşk oluyorsunuz.
Kadınlar, hayatlarınıza dâhil ettiğiniz adamları sizleri taşısın diye seviyorsunuz. Sevmekten anladığınız kendinizi bir başkasının ahlakı olarak görüp ona sahip çıkmak sanıyorsunuz. Siz, birey olmayı kendinize inandırmadan erkeklerin sizi öyle görmesini istiyorsunuz. Bir işte çalışmayı özgürleşmek sanıyorsunuz. Nereye giderseniz gidin, hangi işte çalışırsanız çalışın kendinizin size ait olduğunuzu bilip öğrenmeden birilerinin olmaya devam edeceksiniz. Bununla gurur duyacaksınız. Gururun ve ahlakın bacaklarınızın arasında sakladığınız şeyden ibaret olduğuna, onu birine sunmanın büyük bir lütuf olduğuna, buna sadece bir kez hakkınız olduğuna, o hakkı kullandığınızda ya da kullandırıldığınızda artık o çok değer verdiğiniz şeyin bile artık size ait olmadığına inandığınız sürece mülk olmaya devam edeceksiniz. Bazılarından daha az eşit olmak bir dişinin kabul etmesi ve bununla uysal bir şekilde yaşaması gerektiğine inandırılmış olmanız sizin suçunuz değil. Ama tüm yaşamınız boyunca size dayatılan bu ikincil yaşam haklarında bir terslik olduğunu görüp isyan etmemek ve bununla koca bir ömrü yaşamak sizin suçunuz.
Benim tek istediğim farklı olduğumun bilinip kabul edilmesiydi. Aslında her biriniz farklısınız. Ancak aynı olmaya çalışmakta ısrar ediyorsunuz. Ben istemedim. Aynı olamadım. ‘’Konuşmamız lazım’’ dediğim her sevgili ‘’kavga etmeliyiz’’ diye anlamıştır. Şikayet ettiğim şeylerle ilgilenmek onlara hep önemsiz, gereksiz, çocukça gelmiştir. İçimin dağınıklığını toplayıp en çok kendimden bir kez daha giderken parmak uçlarımda hareket ettim hep. Gidişimin gürültüsü ile bile rahatsızlık vermek istemedim önemsediğime. Kendi inançlarımın mahkûmu olduğumu anladığımda özgür kalmaya başlamıştım. Şiddet ve ötelenmekle dersimi vermeye çalışan gerçek deccal sizlerin kurallarından başka bir şey değildir. Çocukluğumdan beri beni çepeçevre saran korunaklı güven ortamının en büyük zayıflığım olduğunu gerçeğin ortasına öylece bırakıldığımda çok acı bir şekilde öğrendim. Aranızda gezinirken biraz hissettirip biraz şüphe ettirdiğim isyanımı, acıyan ruhumun sessiz çığlığını duymak istemediğinizi görünce hep yeniden sustum. Duymak istemediniz! O kıymetli vicdanlarınıza ‘’ben iyiyim’’ dediğim anda sorumluluktan azad olundunuz. Size istediğinizi verdim.
Hayat katlanılacak kadar acımasız bir tecrübeden başka bir şey değildi. Kaybedilen inançların verdiği özgürlüğün çok daha acı verici bir yolculuk olduğunu sizler anlayamazsınız. Her aştığım korkuyla bir parçamı aranıza bıraktım. Önce derilerimden soyundum. Çıplak kalan etimle nereye değip dokunsam daha çok canım yanıyordu. Gerçek hissetmenin huzur veren, rahat bir tarafı yoktur. Etlerimin yaşadığı dayanılmaz acılara tahammül edemeyip birer birer kemiklerimi terk etmesinden sonra oldukça hafif ve bir o kadar da korkunç bir yansımaya kavuşmuştu ruhum. Acıya rağmen kemiklerim yürüyüşüne devam etti. Bütün kurallarınızın üzerinde gerçek olan şeyleri görmek için gözlere ihtiyacım olmadığını boş göz çukurlarım öğretmişti bana. Hayatı yaşamaya değer kılan tek şey sanatın ta kendisi oldu. Felsefenin yeniden doğuşuna sanatın kollarında şahit olduğumda yükselen bir egoya da sahip olmuştum. Ödenen onca bedelle acı veren bu ego aslında hiç öyle böbürlenecek bir şey değildi. Daha ağır bir yalnızlıkla sizlerden biri gibi aranızda gezinemiyordum. Ağlayan sokak kedilerinin açlığı bile bende derin izler bırakıyordu. Birbirinize kıran kıran yapıp ettikleriniz toplumsal bir çıldırış gibi. Toplumlar birbirinden ayrışıp kendi kurallarını yeniden şekillendirse de hep aynı dayatmaların temelinde büyütüyordu yeni gelenleri. Ayrışmak için hep nedenleriniz oldu. Etnik, dinsel, tinsel ve başka ve başka pek çok nedene sahiptiniz artık. Aranızda sadece havada asılı kalmış su zerrecikleri gibi geziniyordum. Sizlere tahammül etmek, kendime tahammül etmekten çok daha ağır. Aynı mahallenin çocukları iken bile ayrışacak bir şey buluyor olmanızı çaresiz bir şaşkınlık ile izliyordum.
Yaşadıklarımı bir araya getirip bütünü ile kabul edemeyişim işte benim başarısızlığım olmuştu. Üzüntülerin, kayıpların, aşkların,gitmelerin, gelmelerin sonunda hep yeni başlangıçlar olduğunu göremiyordum. Her gelenle yeniden başka sonlara yol alınacağını hesap etmekten ikisi arasında olabilecek iyi şeylerin farkına varamadım. Önceleri sonunu göremeden yaşadıklarım beni böyle binlerce zerreye dönüştürmüştü. Sonra da bitişlerin yeniden başlayanlara gebe olduklarını görememekten yılgın düştüm. Umudun kaybolduğu karanlık bir boşluğa savrulup kimsesiz bir avuç Suya dönüştüm.
Seçimlerimi kendim yapamadığım için onları sevmeyi de beceremedim belki de. Acı çekmek asla ruhani bir ödül değildir. Acı, acıdır sadece… Yaratıcının değil yarattıklarının bize yaşattıkları şeydir acı. Buna tanrısal bir yön vermek ise yine insanın başka bir illüzyonu oldu. Hurafeleriniz kadınlara ikincil bir hayat, erkeklere ağır güç sorumlukları verdi. Hepiniz mutsuz ve öteki oldurulmuş hayatlara mahkûm edildiniz. Bunların dışında kalmak isteyen bazılarımızı da aranızda parçalayıp en küçük boyutlarına bölünene dek öğüttünüz.
Bu yaşadığınız sisli ve kasvetli sabah sizin ömrünüzün yarısı idi. Gözle görülemeyecek kadar sisler içinde yürüyorsunuz. ‘’Zerdüşt,’’ ilham verdiği onlarca düşüncenin ve melodinin buyurdukları ile sizleri acıya davet etti hep. Var olmanın ne olduğunu değil de ne olmadığını bilenlerin üstün bir yalınlık ile ödüllendirildiği bilinç. İşte bedenimin kalanında var olan şeye dönüştüm artık. ‘’Su’’ olarak bir araya gelen zerreciklerim ile size benzeyen bir siluetim en sonunda. Az sonra damla damla üzerinize yağacak olan ben, son kez veya belki de ilk kez sesimi duymanızı istedim. Geldiğim toprağa dönüşümün bana başka bir acı vereceğini düşünmüyorum. Hiç olan şey sadece Hiçtir. Hiç!
- Dur! Bir intiharın çözüm olacağını mı düşünüyorsun? Su, yaptığımız ve yaptığın hataların bedelini hepimize senin kendini yok etmeni izleyerek mi ödeteceksin. Bunu yapma. Madem sonunda her şeyi öğrendin ve farkında oldun. Bizlere de bunu öğretmek senin yaşamak için yeni nedenin değil mi? Sen böyle çekip gidersen bizlere yaşadıklarının böyle bir sonla biteceğini göstermiş olacaksın. Eğer senin yolun doğru olansa bize onun sonunu da göstermiş olduğun için yanlış bile olsa kendi hayatımızı yaşamaya devam etmeyi seçeceğiz. Bunun sebebi de sen olacaksın.
Elindeki ayakkabıyı heyecandan ve korkudan sallayarak konuşan kadın ne sebeple olursa olsun hiçbir canlının yaşamına bu şekilde son vermesine seyirci kalmak istememişti. Yapabileceği tek şeyi yaptı ve onunla konuştu. Bunun bir işe yaraması için büyük büyük dualar ediyordu içinden.
- Elif, yanında ayakkabının topuğunu tutan Mehmet ile büyük bir aşk yaşayacaksın. Bütün kuralların üzerinde, toplumun asla kabul görmeyeceği ilişkinizi sıra dışı bir şekilde büyüteceksiniz. Bu aşkı sadece ikinizin bileceği bir dünyada yaşıyor olmanız bile size ağır gelmeyecek. Sen kendi yükünü taşıyamadığından Mehmet’in şımarık bencilliğine katlanamayacaksın. Uzun lafın kısası soyulan derilerinin farkında olamadan sürdürdüğün ağır hasarlı hayatından eninde sonunda Mehmet’i çıkaracaksın. Sonunda sen bu bulutun üzerine çıkıp sessizce yok olacaksın.
Bu bir Gılgameş destanı değil ve hiçbir gölün dibinde ölümsüzlük otu yok. Ekindu ve Gılgameş ancak yeniden toprakta buluşacaklar. Onları bekleyen sadece soğuk, nemli bir yatak ve bir sürü böcekten başka bir şey olmayacak.
Su bulutun en ucuna gelip son kez insanlara bakınca ‘’dur, yapma!’’ gibi yükselen çığlıkların arasında kendini boşluğa bıraktı. Ardından başlayan şiddetli yağmur tüm olanları yıkadı.
Deniz...
YORUMLAR
Olasılıklar evreni...
Müdahale etmek anlamsız. Zaman bir Damascus bıçağı gibi, bir sürü yüzü var, bir sürü metalden. Bu boyutta sadece bir tanesini görmeye izin var. Ben bazen onlarcasını görebiliyorum, hatta binlercesini. Elif göremedi tabi. Görse müziğin sesini bile kısmak şöyle dursun, dur demezdi başka bir olasılığı deneyecek kişiye.
Çocuklarımıza Arrrapça isimler vermeyelim. Hele ki harf isimleri... Hatta üremeyelim yeter. Yeter kentrilyonlarca olasılık. Artıyor bile gezegenin karbonu.
Güzel deneme. Güzel gecelerin olsun...
Konsantre Karanlık Madde tarafından 2/19/2019 11:21:45 PM zamanında düzenlenmiştir.
Konsantre Karanlık Madde tarafından 2/19/2019 11:22:47 PM zamanında düzenlenmiştir.
Beyinlere izdüşümü olması ve de kazınması gerekli bir yazıydı
Öncelikle bireysel özgürlüğü yeterince içselleştiremeyen bayan hanımefendiler uyanın artık kendinize gelin
aksi halde şu ağlayan bulut gibi
her gün gözyaşlarınız durmayacak
akıp kuruyacak
özgürlüğü kurutacaksınız kendi elinizle
kul köle olmaya devam ettikçe
sizler
ben üzerinize boşalacağım der yüce bulut
daha ne desin demi ama;))
SEVGİLERİMLE GÖNÜLDEN TEBRİK EDERİM
ben hep sonu yazıdan bir fazla okurum, tüm anlatılmak istenen doğruysa eğer ilintilisi olan bağımsız son hedefe noksansız vardırır.
ekindu bu yazının en başından beri vermek istediği herşeyi veriyor bana, baştan çıkarılarak medeniyetin içerisinde yaşamak zorunda kalan ama anti medeniyet metaforu ile bu hayatı çelişen bulutlardan onun duygularının dile getirilişi ancak bu kadar iyi bağlantı kurularak verilirdi.
ayrıldığımız bir nokta var sadece :)
o da gılgamışın her ne kadar özlemle ona kavuşmak istemesi toprakta olacak gibi duruyorsa da, gılgamış kendi bedeninde ekinduyu tamamlamış
diğer yazılarının aksine en sağlam duyguyu bunda bulduğumu da belirtmek isterim, o denli güzeldi.,,
Mülksüzler, dilimize tam adıyla çevirilememesine rağmen, öncelikle adıyla girmişti yazın dünyama. Tıpkı bu yazı gibi. Sonra, kelimelerin farklı örüntüsü, gezegenler arası denklemler, yaşam anaforları, inanma eğilimlerinin tok sesleri, sıradanlık, onur savaşları ve daha pek çok bakımdan anılar bıraktı yazın dünyama. Tıpkı okuduğum yazı gibi. Anlamın çokluğu, onu nasıl belirlediğimizle de ilintili galiba. Hoştu. Çok hoştu...