- 556 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BU TARLADA MAL MI YATTI
BU TARLADA MAL MI YATTI?
Zahide ana, bir köylüsünden toprak tandırı siparişi almıştı. Oğlu Ali’ye, “Oğlum hadi katırları arabaya koşula da gidelim de topraklıktan biraz toprak getirelim” diye yalvarıyordu. Ali nin sanki pek umurundaydı anasının tandır toprağı. Anasının evin geçimine tandır yaparak yaptığı katkıyı umursamaz bi tavır takınmış onu hiç ciddiye almıyordu.
- Amaan ana, benim derdim bir dert, seninki ayrı bir dert. Şaşırdım vallahi bitmez tükenmez
İşlerden yana. Sabah erken kalkıp Tahsin emmimle tarlaya arpa biçmeye gideceğiz. Ben emmime gidip gelinceye kadar sende kazmayı, küreği hazırla.
Zahide ana çok çalışkan bir ev kadını idi. İbiş oğulları denen sülaleden Mehmet’le evleneli
yıllar ne çabuk geçmişti. Kocası çiftçiliğinin yanında aynı zamanda berberlikte yapar gül gibi geçinip giderlerdi. On üç yaşlarında Ali adında bir oğulları arkadaşlarıyla dağlara çiğdeme gidince kaybolur,
uzun aramalardan sonra çöcuğun cesedini bulurlar. Mehmet evlat acısına dayanamayıp ölür.
Bir müddet sonra kayınları Zahide’nin tarla, ev gibi hissesine düşen taşınmazları ayırdılar. “Sen bize kardeşimizden emanetsin, yetimlerin başında otur” dediler. Zahide zamanla bir kadından köyde ekmek pişirme tandırını dökmeyi öğrenmişti. Tarladan gelen beş-on kile buğdayla kapıdaki iki inekten yağ, yoğurt, süt elde ederek çocuklarının katığını temin ederken, bunun yanında tandır dökme işini yapıyor bundan da üç beş lira ek gelir sağlıyordu. Artık ölen oğlunun adını verdiği oğlu Ali büyümüş, çiftin ucundan tutar olmuştu. Karasabana öküz koşup tarlaları sürüyor, ekiyor, kağnıyla da taşıyordu. Bu tür çiftçilik çok zordu. Zahide ana zamanla kıt kanaat biriktirdiği bir miktar parasını oğlu Aliye teslim ederek, “Git filan yerde katır satan adam varmış, iki katır, bir at arabası, birde pulluk al gel” diye oğlunu savuşturur.
Dedesinden dolayı adına Morunun Ali lakabı takılmıştı, Ali aradan geçen zaman içerisinde katırları kendi huyuna suyuna alıştırmıştı. At arabasına binip de kamçıyı havada şaplattığı anda daha kamçı hedefe değmeden katırlar dörtnala adeta uçuyorlardı. İşleri yoluna girmişti, katırların traktörden pek farkı yoktu. Onlara yemin en iyisini yediriyor, tımarlarını yapıyor, ahırın temizliğine çok önem veriyor, vakti gelince kuyudan suluyordu. Köyde traktör, ancak beş altı evde varken artık çiftçilik öküzlerden yerini atlara devrediyordu. Köyde katıra pek önem veren olmadığından ondan başka kimsenin katırı yoktu. Adındaki Moru lakabının yanında “bundan sonra adım KATIRCI ALİ OLACAK”
Ali’nin çalışkanlığıyla çiftçiliği de başkalarından iyi yapması atı, arabası, çifti çubuğu olmayanların dikkatini çekiyor, bu yüzden ona tarlalarını ektiriyorlardı. Çoğu da “kendi hissesi olursa tarlaya daha çok özen gösterir” diye hasat ortaklığında Ali’yi tercih ediyorlardı. Bunlardan biri de Emmioğullarından Güdük İreşid’in Tahsin ile kardeşi Hasan’dı. Tahsin’le Hasan vakti gelince ortak çelikçilik (canlı hayvan alım-satımı) yapıyorlar, arada köyden buğday, mercimek satın alıp zahireciye satıp geçimlerini sağlıyorlardı. Bunun yanında ayrıca Hasan köyde kahvecilikte yapıyordu.
Arpalar yavaş yavaş sararmış, buğdaylar ütmelik durumuna gelmişti. Çiftçiler her gün birer tırpan ağzı vurmaya küllü yerden geçerken yol kenarında tırpan sallayan Çolağın Şık Hasan’a selam verirler, dönüşte de bu aynen tekrar ederdi. Hatta bu durumdan memnun olmayan Çolağın Şık Hasan “şurada selam ağacı oldum. Selam alıp vermekten arpaya bir tırpan bile vurmadan eve gidip geliyom. Tarlaya gidip gelen köyün atı, arabası her gün tarlayı çiğniyor” diye iç geçirdiği oluyordu. Tahsin’le Ali sabah at arabasına atladıkları gibi tarlaya ulaştılar. Ali, katırları işlenmiş bir arpa tarlasına üzerindeki koşumları çıkarıp yanında getirdiği urgan ipiyle yere sikke çakıp bağladı. Yavan yaşşık yanında getirdikleri biraz peyniri, biraz çökeleğe bir soğan, iki de yarı göğlü domatesi doğrayıp yufka ekmekle karınlarını doyurdular. Akşamdan düşen çığ daha kalkmamış ekin fışır fışır yaştı. Onun kalkmasını beklerken Ali, tönge için çıtlık otu toplamaya giderken Tahsin de örsü yere çakıp tırpanları çekiçle dövmeye başladığında güneş de Seyfe Gölü’nün üstünden doğuyordu. Önce ortalığı bir kızıllık kapladı göl adeta bir camız kesilmişe döndü, sonra sararmaya başladı.
Tahsin’le tırpan çalmada, mercimek yolmada kimse baş edemez, hızına yetişemez onun gerisinde kalırdı. Hele tırpan tönge si yapma da üstüne yarışacak yoktu. Üçgen şeklinde yaptığı tönge takıldığı bacakta adeta bir kuş gibi hafif olur, takanın bacağını yormaz, bir tek sapı tarlaya dökmezdi. Tırpan taşlamayı babasından öğrenmiş, onun çekicinin darbesini yiyen tırpan adeta ustura kesilirdi. Bunu bilen emmioğlu Ali yanında getirdiği tırpan taşıyla bunun olmayacağını bildiği için tırpan işini Tahsin emmisine bırakıp çıt çıt otu toplamaya kaytarmıştı. Artık töngeler yapılmış, bacaklara geçirilmiş, tırpanlar ekin biçme tavını almıştı. Güneş de artık ısıtmaya başlamış yavaş yavaş da çığ ortadan kalkıyordu. Bulundukları yer Kızılağıl denen Horla köyüne yakın Tahsin’le Hasan’a ait tarlaydı. Güneş yükseldikçe enginde olan tarla cayır cayır yanmaya başlarken, sıcaklanan Ali göö bocayı kafasına dikiyor, harareti biraz geçiyor, bir daha deniyor, kendini at arabasının gölgesine darın atıyordu. Kaçışının nedeni tırpanda Tahsin emmisine uyamaması, geri kalacağını anlayınca da su veya tuvalet bahanesiyle kayış yarmasıydı. Vakit öğleye yaklaşmış bayağı yorulmuşlardı. Gözleri ulu yoldan gelecek Zaade anayı ararken, bir yandan da yanında getireceği yiyeceğin merakı içindeydiler. Beklemeleri fazla uzun sürmedi. Zaade bacı onlara, “Kolay gelsin, hadi siz biraz yemeğe kadar dinlenin, ben de şu işlediğiniz sapları yığın yapayım” diyerek at arabasında duran orağı eline aldı.
- Alim, yavrum, sen bu sene de böyle biraz perişan olda seneye ölmezsem sana tohum ekmek için mibzer, biçmen için de orak makinesi borçlanıp harçlanıp alacağım. Belli bu böyle olmayacak.
Ali ve Tahsin’de onu dinleyecek hal kalmamış, hamlık ve yorgunluktan kendilerini zor kötek arabanın altına atmışlar, horultuları gökten duyuluyordu. Zaade ana onlar uykuyu alıncaya kadar bayağı çalışmış, orak elde fır dönmüş, zaten nasırlı olan ellerine sap ve orak zarar vermemiş, az su toplasa da bayağı üç dört yığın yapmıştı. Getirmiş olduğu çıkıyı açtı, pişirdiği bulgur pilavından aradan zaman geçmesine rağmen hâlâ buhar çıkıyordu. Hemen iki soğan şakladı, kesedeki süzme yoğurdu hoşaf tasına döküp iyice karıştırıp ayran çalkamacı yaptı. İçine iki domates doğrayıp tahta kaşıkla karıştırdıktan sonra tuzunu attı.
Yere serdiği sofra bezinin kenarına yufka ekmeği ve yiyecekleri yerleştirdikten sonra uyuyanları uyandırdı. Yığınların yığıldığını gören iki emmioğlu şaşkınlıktan birbirine bakıştılar, Şakacı Tahsin“ yoosam dışarıdan Ali’ye babalık mı çağırdın Zaade bacı, bu kadar yığını bir kadın tek başına yapamaz” diye onu zeklendi. Zahide kadın da Tahsin le zeklenecekti ama sonra bundan vazgeçti.
- Zevzeklenmeyi bırakında karnınızı doyurun, şurada akşama ne kaldı. Yarın da Ulu yolda tırpan sallayacaksınız. Hadi bakalım bileğinize guvat delaanniler.
Karnı doyan iki ortak hem laflayıp hem de iştahla tırpan sallarlarken Zaade ana da arkadan sapları toplayıp yığın yapıyordu. Vakit ne çabuk da geçmiş dışarı akşama yaklaşıyordu.
Belli ki tarla gündüz bitmeyecek iş geceye kalacaktı, bereket ay dolunay da olduğundan ışık sorunu yoktu. Ali, “ana sen durma köye git. Biz Allah’ın izniyle bu gece burayı bitiririz” dedi.
Zaade bacı, “Oğlum kendinizi fazla yorup da hastalanmayın. Tırpan çarpar ya da hamlarsınız. Olmazsa yarın kuşluk vakti gelir bitirirsiniz” diyerek köyün yolunu tuttu. Tırpan salladıkça tarla adeta gözlerinde büyüyor, bitmiyordu. Öğleden artan ne varsa akşam aceleyle yiyip bitirdiler. Doymak ne mümkün, işi de sabaha da bırakmak istemiyorlardı, Hemen yanlarındaki şahman buğdayı ekili tarladan bolca biçerek yaktıkları ateşte bunları üterek pişirip yediler, buğday içlerini yaktıkça kırmızı testiyi elden düşürmediler. Tırpan, tarla artık bir yanda kalmış, ne yemeden vazgeçiyorlar, ne de köye gidebiliyorlardı. Ay ışığında bir iki tırpan daha sallamaya çalıştılarsa da geçen zaman içerisinde açlıklarını gideremeyen şahman buğdayı önce onların karın ve bağırsaklarında rahatsızlıklar başlatmış, vakit ilerledikçe ikisini de ishal etmişti.. Sabaha kadar rahatsızlıklarından tarlanın içinde oturmadık yer koymamışlardı. Sabah gençlerin eve gelmediğini anlayan Zaade ana eline aldığı azık çıkısıyla tarlanın yolunu tuttu. Tarlaya geldiğinde gördüğü manzara karşısında donup kaldı. Uykuya yeni dalmış olan oğlu Ali’yi dürterek zor kötek uyandırıp yerlerdeki pislikleri gösterdi, “Oğlum burada celepçinin YOZ sürüsü mü yoksa DAVAR sürüsü yattı” derken kadının şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Tahsin de uykusundan uyanmış onları dinliyordu. "Zaade bacı, tarlanın sağında davar, solunda celepçinin tosun sürüsü yattı". Hep beraber gülüştüler.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 05 01 2012 KIRŞEHİR. GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için yazmadım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.