- 1040 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
'caro'
Yeni bir illet bu. Yeryüzü bu illetle kaplandı ve her insanın başına geliyor. Ne olduğunu, nasıl yayıldığını ve nasıl kurtulabileceğimizi kimse söylemiyor. Çünkü illetin var olduğuna inanmak bir yana, bir illet varsa bile kendilerine bulaşabileceğinden, onları tesiri altına bırakacağından pek de emin değiller. Gözlerim bu karmaşık gibi gözüken, aslında sıradan olduğu kadar ölümcül et üzerinde duruyor. Yüzüm soluyor. Aynaya baktığımda dudaklarım kupkuru. Nasıl başa çıkacağım? Suyla mı? Sudan korkuyorum. Temizlenmekten ve de gerçekten bu hisle şüphe içinde yaşamaktan… Fakat bir kuduz bile nihayetinde suya bulaşır; ona ulaşır ve sonucunda iyi bir şeyler olur. Olması gerekir. Bunu bilim öğütler. Kara ödün ne kadar fazla olduğunun artık pek önemi yoktur. Ölü bir insanı yaşayan birinin kurtardığı nerede gözükmüştür?
Yüzüm solgun. Olabileceği en karanlık tonda gözlerim bir uyanamama rolünü seçiyor ve başarıyla bu rolün altından kalkıyor. Sahne ne kadar pis ve kırmızı olursa olsun, izleyenler açısından mahsuru yok. Oturup sadece anlatmam gerekiyor. Masada örtü mavi mi yoksa gri mi; ne önemi olabilir? İşte o çok sevdiğin insanların hepsi burada. Bir zamanlar kırdığın, sonradan barıştığın veya kırıp bir daha hiç görüşmediğin kim varsa burada! Önemsiz bir arama geliyor. Çağrı başlatılıyor. Sinyaller veriliyor. Başım çatlıyor. Pencere ne kadar da kirli ve ruhumu gördüğümü iddia ettiğim aynada izler var. Bu izlerden yola çıkarsam pek çok korkumla karşılaşabilirim. Kaygılarımın pek çoğu bu korkularımı da yenememekten kaynaklanıyor. Bedende belli olan bir yara olsaydı, açıp en azından ‘benim de bir yaram var’ diyerek gösterebilirsin ama bu öyle değil; hiç de olmadı ve olmayacak.
‘Bana birazcık izin verin’ diyorum. Sakinlik aradığım söylenemez. Öyle olsaydı bunu sağlamak için imkânlarım var. Sakinlik tam olarak aradığım ve seçtiğim yol söylenemez. Az önce kurumuş gözlerime baktım. Yakın bir zamanda ağlayabilmenin ardından tekrar eski kuruntularına sahip olduğunu zaman geçirmeden kanıtlarcasına karşımda duruyorlar. ‘Hadi küçümseyin’ diyorum, ‘durmayın, küçümseyin ve daha ne kadar aşağı da kalabileceğimi, sizin için zaten hep aşağıda olduğumu da açıkça söyleme fırsatını benden esirgemeyin.’ Gözlerimin mat bakışının ardından onlarında yapabilecekleri bir şeyin kalmadığını anlıyorum. Bağcıkları bağlamadan elime alıyorum. Önce sağ ayağımda duran kalın kayak çorabının altına bağcıkları sıkıştırıyorum. Aynısını sol ayağım içinde yapıyorum. Uzman bir bağcığı ayakaltına sıkıştırıcısıyım. Sıkıştırıcıyım evet, haddinden fazla sıkıcı ve keder doluyum. Salak muhtar adaylarının salakça sözleriyle dolu kağıtlar ayakkabımın altında eziliyor. Eskiden olduğu gibi, bir dizi karakteri olarak görüp, öyle sevmek isterdim mahallenin muhtarını. Ne mahallenin muhtarını, ne serkeş zabıtalarını, ne gergin polislerini, ne çöpçüleri, ne meyhanelerini, ne köşe bucak avare dolaşan köpeklerini, ne belediye başkanını, ne su faturası yatırırken gördüğüm yorgun suratlı kadını, ne kahpe hırsızını, ne işe yaramaz pezevengini, ne çiğköftecisini, ne marketlerini, ne kaldırımlarını, ne sokaklarını, ne sahile darağacım gibi çakılmış lamba direklerini, ne hep yerinde duran kayıkları, ne aptalca gözüken metal iskeleyi, ne yeni yapılan sikik binayı, ne etrafında yine onun gibi sikik sikik duran yazlıkları ve ne de kedilerin yemek kaplarını ikide bir çöpe atan aşağılıkları seviyorum! Ne kadar çok neyim varmış? Hepsi birden tek bir ‘ne’ içerisinde kaybolabilirler. Yeter ki ‘ne’ düşebilsin. Bırak kaldırmasınlar. Sen de kaldırma. Yerde kan içinde uzanmak, kanlı dudağını dilinle yalamak, elinde sımsıkı tuttuğun sopadan yavaşça kurtulmak, ellerini açıp artık ‘ben de özgürüm’ diyebilmek insana haz verir.
Polykrates gibi yapamam. ‘Yaşasın İyonyalılar! Yaşasın özgür insanlar! Artık tiranınız da bir hasta. Kederinden dolayı attığı yüzüğü Ege’nin soğuk sularından bir balık olarak geri döndü. O bir yalancı. Şimdi de kederinden hasta olduğuna inanıyor. Bırakın, bu dünyada çektirdiği kadar çekeceği acı var. İşte ünlü Pisagor burada! Ona sorun; neden burayı terk edeceğini o size söylesin. Logos öldü. Pathos kirli ellerce yüceltiliyor. Adalet aramayın ey korsanlar! Artık sizin için huzurlu bir ölüm olmayacak. Çağırın tüm düşmanlarınızı. Beni de asacaklar biliyorum ama Polykrates gibi hüzünle ölmek istemiyorum. Ben kederle değil, mutlulukla ölmek istiyorum. Çünkü benim ne bir yüzüğüm, ne kaybedeceğim bir şey ne de mutlu olmamı sağlayacak zaferlerim var!’ Meydandan pazara, oradan da mavi kıyıya doğru yürüyen beyaz bir akın görüyorum. Ne güzel aslında burada yaşayanlar; onları sevgiyle uzaktan kucaklıyor, ellerini ‘oley oley’ diyerek kaldırıyorum. Bir futbol müsabakasında gibi değilim; hayır, ılık bir rüzgâr esiyor. Sırtım sıcak ama bu sefer de göğsüm mutluluktan üşüyor. Titriyor sayılabilirim. İnsanların beyaz kıyafetleri var. Bir adam ve bir kadın el ele az önce yanımdan geçtiler. Adamın üzerinde beyaz bir gömlek var. Altında da beyaz, yarım bir pantolon. Bacakları ne zayıf ve beyaz! Kadının iki omzunda duran iki beyaz ip var. Bir eliyle hasır çantasını tutuyor. Sırtındaki beyazlık bikini ipinden kaynaklanıyor ama şu an içinde de hiçbir şey yok. İzde pek abartılacak kadar değil. Bacakları attığı adımlarının ne kadar da güçlü olduğunu gösterircesine dolgun. Arkalarından ağır aksak yürüyen beyaz bir köpek var. Onun tam karşısında, beyaza boyanmış bir evin kapısı önünde beyaz bir kedi pinekliyor. Mutluluğum kederimden kaynaklanıyor. Birisi dokunsa ya da birisi adımla seslense tüm bu letafet sarsılacak. En ufak iz, karşıt bir ses, amaçsızca dile getirilmeyen söze ait bakış bu güzelliğin sonunu getirebilir. İmgelemem burada başlıyor ve burada bitecek. Bunun için sınırlı zamanda, sınırlı bir mekânın tabiatı estetiğini kavrayabildiği sınırı içerisinde boğulduğum kederle mutlu olmayı arzuluyorum. Rahat bırakın.
Maviye boyanmış bir bankın ortasında oturuyorum. Şairlerin geberdiği kederin kaynağı şu masmavi denizin rengi ne yakışmış kendisine! Elimle cildini okşuyorum. Kütikulam bu. İnce derim. Caro üzerinde sarsıyor. Hatıralarımdan çıkamayacağımın farkındayım. Ne fark eder ki? İnsan yalnız başına kendi kederinden kurtulamaz. Bunun için başka keder sahiplerine ihtiyaç duyar. Tanrı işte burada büyüklüğünü tekrardan gösteriyor. Onun güzelliği tekliğinde. Kimseye ihtiyaç duymamasında. Sarsılıyorum, titriyorum. Üzerimde onun adlandıramayacağım, duyumsamakta sınırlı zamanda hafifleştiğim ve beni sarmalayan apayrı bir tadı olan izi var. Her şeyimle onun bakışına maruzum. Zevkleri ve acıları ardı ardına sıralıyor. Şimdi kederinden daha yüce bir acı çektiğine kendimi inandırabilirdim. Oysa mutlu olduğumu iddia ediyorum. Hayır, iddia tutarsızca olurdu. Ayıp ediyorum bu anın güzelliğine; kısaca geçişken olduğunu fark etmek işime gelmiyor. Birazdan her şey duracak. Duraksayacak olan sadece duygularımın ayrımı olacak. Ne zevk ne de acı duyumsayabileceğim! İki elimi gözlerimin önüne getiriyorum. Parmaklarıma bakıyorum sırayla. Sağ elimin orta parmağı ile yüzük parmağı birbirinden oldukça ayrık bir şekilde duruyor. İşte bir yüzüğümün olmaması için geçerli sebep! Taktığım en büyük halka kendi doğurganlığımı kederimle taşıdığım bedenimden başkası olmamalı. Bu bir şartlandırma değil; parmaklarımın hatıralarından kaynaklanan kahkahadan başkası değildir. Eski Ahit’ten bir söz parmaklarımın arasında karıncalanıyor:’ Gülerken bile yürek sızlayabilir, sevinç bitince acı yine görünebilir.’ Kederin orta yerinde duyumsamaktan zevk aldığım bu şölenin çölleşeceği ana kadar bu söz parmaklarımın hatıralarında canlı dursun. Bu elle, hayır bu elle; bu parmaklarla onun dikiş izleri üzerinde gezindiğim anlar canlansın. Kaç hafta, ay ya da yıl bu hisleri öldürebilir? Yanağım somut olarak var olan bir memesine yaslı iken, soyut olarak varlığını sürdüren ancak tamamıyla somutluğunu yitirmiş memesinden geriye kalan izleri okşarken kaç acı daha bizi mahvedebilir? Ev mi yıkılacak? Katmerleşecek mi sokaklar? Yürüyecek tek bir yol dahi kalmayacak mı? Hastalığını benden neden sakladığını soruyorum. Cevap alamıyorum. Sadece ağlıyor. Uzun zamandır ilk defa bir ağlayış karşısında mutluyum. Ne zaman biri benim karşımda ağlasa, bir kinin bu ağlayışı kirlettiğini hissediyorum. Bana dair olmayan bir kinin, karşımdaki gözyaşlarına karıştığı an ıraksayan yüreğim burukluktan ötelere ağıt duraksamalarıyla yoklaşıyor. Yoklaşan ne varsa benden yana, kederim ya da mutluluğum bile asil vazifelerini yapamayan, iki acemi işçi, iki sersem, iki sakar yavru oyunundan başka bir portre çizemiyorlar. Başımı yasladığım boşluğun ardınca hala güneşin resmi varken, kendime bu eziyeti çektiremem.
‘Bana bırak’ diyorum, ‘kendini bana bırak. Kendini olabildiğinden daha büyüklükte değil ya da kimselere bırakamadığın, bırakmaktan çekinmediğin şekilde de değil; sadece bana bırak.’ Düşeceksek, beraber düşüyoruz. İrkilmenin en kısa yolunu seçiyorum. Tek tek izleri duyumsuyorum. Hissiz tek parça etim yok. Parçalarım bütün haliyle iki dudağıma tutunuyor. Ben ruhumu da çağırıyorum dudaklarımın ucuna. Yanakların doluyken mutlu musun? Ellerim yüzünde. Yüzünden düşen bin parça parmaklarımın zerresine yapışabilir. Tutunabilirsin. Seksen sekiz parçaya ayrılacak bir zerreyken, tek bir parçanın tam kesri, kalbin üzerine hilal çizmiş yaranın esiriyim. Beni buradan çıkarma. Beni buradan çıkarmalarına, güneşin saçaklarına düşen aklardan itilip kakılarak sessiz kalmama sen de rağbet gösterme. Çünkü en sonda bunu seçiyoruz. Rağbet gösteriyoruz. Ya var oluşlara ya da tam tersine; yok oluşlara. Bir sigara yakıyorum. Dudağının ucuna getiriyorum. Dudakların aralanıyor. Solgun yüzlerimiz mat ve kuru gözlerimizin çevresinde aydınlanan karanlığa sesleniyor:’Durun.’ Bu su ile insan ya bahçesini ya da yanan içinin ateşini sulayabilir. Yaralarından başlıyorum; acıyla. Tanıdık bir ses şehri sararken, akşam oluyor. Aydınlanan karanlık saatleri yaklaşıyor. ‘Ne olur…’ Ne, ne olur? Nedenlerden usanmıştım. Burukluk sarmıştı. Marazım kırık kuşun talihine denk geliyordu. Sen bir sineğin ısırışından kıyametin gelmeyeceğine inananlar arasında hiç bulunmadın mı? Nasıl bu kadar kötülüğü farklı sandığımız dimağlar keyifle sahiplenebiliyor? Ben de kötüyüm. Romantik hiç değilim. Kuruyum. Olabildiğince kuru ve matım. Hiçbir şey elime yakışmıyor. Delikanlı bir esaretim bile yok. Direncim zayıflığımdan ötürü daha tutkun görünse de, sevgimin sınırlarında o ters yatmış kayıkların bağrındaki ‘gitme’ arzusuyum. Gideyim, her şey özüne dönsün. Gideyim, herkes o şanlı yitirişi sonrası kazansın özgürlüğünü ve duyumsasın dört mevsim ruh şölenini. İşte sen ellerinle, beceriksiz ellerimi tutuyorsun. Sıkıyorsun. Gözlerinle seviyorsun. Bu duman ruhunun aleviyle beslenmiş. Yak yüzümde biriken sensizliği. Bakışını kapsamayan her kare, bahar yalanıyla sarhoş olmaya namzet genç bir yürek gibi sersem yaşayacak. Bahar diye bir şey yok. Artık bekleyişlerden usandım. Bir gün vuku bulunacak olanın tesiri altında bulunmamak adına inanmamayı seçtim. Tercihim kabahatim değil, kehaneti olacak hislerimin. Çünkü insanı yiyip bitiren yine kendisi. Bundan kurtuluşunuz yok efendim. Sağır sultan duydu, bir siz duymadınız; bırakınız. Beni kucakla. Yalnız bir memenin iştah açıcı kokusudur dizlerimin bağını çözen ve nefesinle sınırları var edip, anı yavaşlatan.
Dünyevi cezalardan iyisini kabul görmüş, pas tutması istenç dışı boyalarla kaplanmış demirlerin arkasında değilim. Demirler benim içimde. Cezamı kendim çekmeye razı göstermedim. Fakat ‘gidiyorum’ diyorsan, bağrından beni koparıp, nüksetmekten korktuğun hastalığının pençesine kendin yol almaya razıysan ne dememi bekliyorsun? Bana adil olmadığımı, seni anlamadığımı, kendime zarar vermekten mi hoşlandığımı yineliyorsun. Yoksa sen de aciz bir şair gibi mi konuşacaksın? Şaka mı her şey ve hepsi. Yaranı kapatıyorum avucumla. Yaslıyorum karın boşluğuna yüzümü. Gözlerin yinelenmekle meşgul kerametin yollarında kendini. Gezgin aradığı bilgeliği olmamakla buluyor. Sen gözlerini kapatarak o düşü hatırlıyorsun. Kuru dudaklarımın, burnumun deliklerinin, gözkapaklarımın etrafında hastalığa yüz tutmuş caro, ürkek bir ceylan başı kadar dikkatli. Dişlerimin arasında. Gözlerini böyle rahatça yum.
Kollarımı yarısına kadar katladığım, ilk üç düğmesinin açık olduğu, omuzlarımın ve sırtımın belirginleştiği siyah bir gömleğin içinde buralı olmadığım aleni. Yabancıyım. Ölüyüm. Beni kurtarmış olmanı dilerdim acınla. Çünkü kederini tanıyanlar, sebebi ne olursa olsun onun dedikodusunu yapmazlar. İnsanlar kendi kederlerine karşı hırsla yaklaşıyorlar. Bir o kadar da kibirle; gururlarının altından çıkamayacağı iftiralar atıyorlar. Hem kendilerine hem de başkalarına. Ne lüzumu vardı bir acının bu kadar değersiz ağızlarda lakırdı haline dönüşmesine? Tereddütsüz bir ölüyüm. Yoksa bilimin kabul gördüğü örneklem ben mi sayılacaktım? Yaşadığını itiraf ederek senin de arkandan mı konuşuyorum? Hayır, acımasızca bir itham ve ben kendi kuruluğumu iftiralarla yontamam.
Acıyan bir duyarlılıkla kendini benden uzaklaştırma yöntemin, ölüm kadar soğuk şimdilerde. Öleceğin günü beklediğimi sanıyorsun. Yanılgı; büyük talihsizlik bu kederden şato içerisinde verdiğim mutluluk adına şölende. Kendi tabiatımın bana kattığı estetiğin güzelliklerden yana çok iç geçirmişliği vardır. Dünya hep aynı atıl ereksiyonla yenilenirken, yorgun düşen ağaçlarsa; yaprakları düşer, hayvanlarsa; deri değiştirir, gökyüzüyse; boşalır suları. Şimdi suları boşalan, kütikulası değişmekte, saçları ve iyi niyetleri yerin izdüşümsel çekimine maruz kalmış bir insanın son sözünü umabilirsin. ‘Ayrıl dünyadan.’ Mutsuzluktan donuklaşmış, ağır gelen gözlerini çerçevelettireceğim duvarımda. ‘Hala acıyor’ diyorsun. Acır. Fiziksel gelen acı, anatominin alfabesinde kadınlığın en uçveren gizeminden kopmuş bir çığdır. ‘Kalbim acıyor’ diyorsun. O da dayanabildiği kadar sevmiş ve ses vermiştir. Doyum acının dönüştüğü yerden biner; öyle gider öteye.
Şimdi beni duymuyorsun. Sadece duyumsuyorsun. Bu da benim tesellim olabilir. Ne kadar uzak kalabilirim ki gözlerinin rengiyle bezenmiş suların kıyısında seni düşünürken? Dişlerim sinir uçlarını tarıyor dudaklarım üzerinde. Gözlerim şöleni arka kapıdan terk eden kaçağın düşürdüğü gölgesine sığınıyor. Sesim boşlukta tutkallanıyor; çatallaşıyor, sönüyor her bir ışığı odaların. Çarşaf mavi bir kuytu. Hangi köşesine çarpsa tenim irkiliyorum. Çeşme su akıtmaya, niyetler paslanmaya ve ellerim korkmaya başlıyor. Mutluluğum işte bu kadardı. Anlatınca hiçbiri gelmeyecekti; gelmeyecek olanın kederini şevkle toz tutmuş iplere asıyorum. Beni buradan çıkarmaya gönüllüler de meyilli bir yoldan başka bir yöne çevirdiler yüzlerini. Şimdi o yüzlerin hayaliyle beslenen bahara inanmayan, asi bir yalnızım.
YORUMLAR
Zihnimizin çizdiği sahneleri izliyor, belki yaşıyoruz…
Hangi ân için şikâyet etmesek de her ânımıza şükretmeli sanki. Bizim için en değerli şeyle sınanıyoruz. Ân oluyor en değer verdiğimiz şeyi feda etmemiz gerekebiliyor.
Evet, Polykrates’in mutluluğunun daimi için o çok kıymetli yüzüğünden vazgeçmesi de yetmedi.
Hep mutlu olmak diye bi şey yok, hep kederli olmak diye de bi şey yok.
Ne için yaşadığımızda “mutlu” oluruz? Bu soruya cevap vererek yaşadığımızda öyle sanıyorum ki esas gayemizin ne olduğunu bize öğretecektir.
,
Bu tarz yazılarını, içten gelen sakin fısıltıyı dinlemeyi -okumayı- daha bi ayrı seviyorum.
Kusursuz yazı için teşekkür etmeli..
Selâm,
hep iyi olasın ve hep mutlu.
Dışından konuşmak diye bir şey varsa fazlasıyla yerine getirmissiniz. En önemli kararları almanızda en önemli yardımcınız belki de.
Acı çeken bir adam ve acıdan hissizleşen bir bedendi sanki konuşan.
Akış çok gÜzeldi, uzun uzun sonu gelmeyecekmis gibi okudum. Ama geldi şükür.
Sabah sabah iyi okudum ama :)