- 475 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GELİNLİK
Uzun zaman olmuştu köyüme gitmeyeli. Nihayet doğduğum ve büyüdüğüm o topraklardaydım. Etraf mis gibi kokuyordu. Ne çok uzak kalmış(t)ım doğanın kokusuna ve renklerine. Yeniden özüme dönmüş gibiyim. Her gelişimde kısa süreli tatlar alarak ve o anlarla vedalaşarak yeniden şehrin keşmekeşine dönüyordum. Şehri ne çok seviyor ne de nefret ediyordum. Oysa köklerimin olduğu bu yeri hep çok sevdim.
Köye ne zaman gelsem aklıma hep o uzaktan sevdiğim çocukluk aşkım gelirdi. Köy meydanına yakın yoldan geçerkende hâlâ kafamı kaldırır o cumbalı eve bakar, havalanan perdeleri görüncede aynı heyecanı her defasında yaşarım.
Bu kez hazırlıklıyım. Her şeye daha bir dikkatle bakacak, elimdeki kompakt makineyle çocukluğumdan kalan ve değişen her ne varsa belgeselleştirecektim. Çünkü köy artık eski halini kaybetmeye başladı. Karşımızdaki Medet Amca’nın tamamı ağaçtan olan evi yok şimdi. Oysa çocukluğumda orası saray gibi gelirdi bana. Evin dışı bir başka, içi bir başka güzeldi. Evin içinde oynarken kaybolurduk. Ve her tarafında ağaçtan bölmeleri vardı. Ah! Şimdi yerine betondan bir kutu kondurmuşlar. Ne kadar soğuk ve sevimsiz… Çok kızıyorum kendime çok. Olanağım olmasına rağmen bu belgeleme işini uzun süredir yapmayışıma.
Köyün meydanına doğru geldiğimde beni bir heyecan sardı. Sanki o da oradaydı. Hep birilerinden haberlerini alırdım. Mimar olmuş hatta evlenmiş başka bir şehre yerleşmişti. Onlardan yana yürürken aaa! Bir de ne göreyim evin yerinde yeller esiyor. Hayatımdan sanki bir şeyler kaymış gibi hissettim. Ve o anda şaşırtıcı bir durumla da karşı karşıya kaldım. Eski evin yan tarafında yapılan bu yeni evde neyin nesiydi? Geleneksel ev tarzlarına benzemiyordu. Tek katlıydı. Yerel taşlardan yapılmıştı. Hatta taşlardan pencerelere cumbalı bir kask oluşturulmuş. Eve yaklaştıkça merakım ve heyecanım arttı. Anladım ki bizim çocuk buralara uğruyor.
Yakın ve uzak açılardan değişik perspektiflerde fotoğraflar çektim. Bir yandan da gözüm pencerelerde. Belki birileri görür de konuşma fırsatım olur diye hayli de oyalandım. Ama nafile kimseler yok. Komşularından Fatma Teyze “Aa! Kızım, hoş geldin. Nasılsın, ne yapıyorsun? O tarihi eser değil, daha yeni yaptılar. İşte bildiğin taştan bir ev! Bizim ev çok eskilerden kalma belki cumbası yok ama mutfakta tereklerimiz var.” dedi.
Fatma Teyze yine beni tanıyamamıştı. Çocukluk yıllarımda okulda aynı sıraları paylaştığım Bilnur’un annesiydi. Bozuntuya vermeden “Teyze, Bilnur nerelerde?” dedim. Kadın Bilnur adını duyunca biraz şaşırdı. Yanına doğru yanaştığımda ise beni tepeden aşağıya şöyle bir süzdü. Gözlerinde, kulaklarına iple tutturulmuş hayli kalın camlı bir gözlük vardı. Bana ağlamaklı bir sesle “A! Kızım, sen bizim Esengül’ün kızı değil misin?” dedi.
“Evet, teyzem benim. Ta kendisi.”
“Ne çok değişmişsin be kızım. Tabii bizim gözlerde hayli ilerledi.” Evinin yanında kurdukları oturağı göstererek “Gel şöyle bir otur yanacağıma.” dedi ve hayli candan sıktı, kokladı, bir daha baktı. “Be! Kızım. Sen daha evlenmedin mi?” dedi.
Be! Teyze. Şimdi sorulacak şey mi diye iç geçirdim. Üzerinde çokça durmadan, hal hatır konu komşu durumları sonrası tekrardan Bilnur’u sordum. Evlendiğini başka bir köye gelin gittiğini öğrendim. Bayramlarda uğradığını, iki çocuğunun olduğunu; belki bu bayramın 3. gününde gelebileceğini söyledi.
Bilnur’u çok severdim ve özlemiştim. Görüşebileceğim için çok sevindim. Bu, harika olacaktı. Merakımı anlamış olmalıydı ki Hasanların evine dair “O evin neyini çekiyordun kızım? Yığdılar taşı. Her taraf taş sanki etrafımızda yokmuş gibi.” dedi.
“Aa! Niye öyle diyorsun ki teyze? Bence çok güzel olmuş; farklı bir mimarisi var. Bak köyün hangi evine benziyor bu taş bina. Sıradan bir ev gibi değil o.” dediğimde;
“Neyi farklı ki evladım. İşte bildiğimiz taş! Taşın nesi farklıymış? Bir şey çoksa o şey sıradandır kızım. Bilmez misin?” dedi.
Onunla neyi tartışıyorduk ki. Teyzenin benim baktığım gibi görmesini mi istiyordum. Olmazdı burada. Uzatmadım. Biraz hoş beşten sonra kalkıp gezmek istedim. Tam müsaade isterken “Kızım yine gel. He! Birde komşularımız bayramın ikinci günü gelirler, evlerini açarlar.” dedi.
Kalbimde küçük bir heyecan pır pır etmeye başladı. Hoşça kal teyzem. ‘Görüşmek üzere.’ diyerek yanından ayrıldım. Nihayetinde yıllar sonrada olsa karşılaşacaktım. Değişmiş miydi? O yakışıklı çocuk neye dönmüştü acaba. Tabii iyi bir mesleği de vardı. Yılların onda bıraktığı izleri tahmin etmeye çalıştım. Bu düşünceler içinde köyün sokaklarına daldım. Kâh evleri, çocukları, ağaçları kâh çiçekleri, koyunu, kuzuyu kısaca önüme ne geliyorsa objektifi doğrulttum. İnanılmaz bir keyif alıyorum her deklanşöre bastığımda. Her karesinde, gözlerimin önünden çocukluğum geçiyordu Bu kelebek uçuşları içinde evimizin önüne kadar geldim. Kapı ağzına kadar açıktı. Alışık değildim kapıların açık olmasına. Oysa annem ‘Kitli kapım, kurtlu kapım.’ derdi. Bazen de ‘Neyimiz var ki ç/alsınlar.’ Her şeye mutlaka söyleyecek bir sözü olurdu. Bu duygularla hızlıca girdim. Evde bir çöl sessizliği! Biraz daha ilerlediğimde yatak odamdan bir tınının geldiğini zar zor işittim. Heyecanla odaya ilerledim. Hay Allah! Evden çıkarken açık bıraktığım kısa dalga FM’den “Sabahtan Esti de Bir Kanlı Sazak” adlı türkü odaya yayılıyor. Radyonun kulağını biraz daha büktüm.
Sonra pencereleri açtım. Akşam rengi sarsın, köy dolsun, ben doyayım tüm kokulara istiyordum. Artık hayal etmiyor, köyümün kokusunu içime her şeyiyle çekiyordum. Her teneffüs edişimde şehrin karmaşası ve oradaki hallerim geliyor aklıma. Koşuşturmacalarım, zamanı kovalayışlarım. Yine Hasan geldi aklıma. Çocukluk aşkım... Artık bir gün kadar yakındı bana. Yüreğimde yer etmiş sevgisi, gözlerimde donakalmış görüntüsü… Onu gördüğümde o büyü bozulacak mıydı? Görüşmesem de hayallerimde yaşattığım o yağız çocuk hep öyle bir fotoğraf karesi gibi kalsa mıydı? Bu duygularla kulağımda uzakların türküsü, pencereden karşıki dağların karanlığına daldı gözlerim.
Annem ve babam karanlığın içinden iki yaban tayı gibi geldiler. Şaşkınlık içinde ışıkları açmış olmalılar ki sese yönelip direk odama girmişlerdi.
“Aaa! Ne yapıyorsun kızım, karanlıkta böyle?”
“Anneciğim, bu ortamda karanlığı dinlemek istedim. Neredeyse şehirlerde bu zaman dilimini unutacağım. Gece gündüz hayat hep ışıklı! Burada öylemi? Bak havaya, suya, dağa, taşa, ovaya, gökyüzüne, yıldızlara. Her şey nasılda yerli yerinde.” dedim. Annem “Kınalı kuzum” dedi.
Evin içinde yarına dair hazırlıklar yapılmış. Mis gibi yemek kokuyordu. Tüm bunları ne çok özlemiş ne çok hasretini büyütmüşüm içimde.
Annem “De bakalım bütün gün neler yaptın? Köyü geze geze bitiremedin sandım, evde ışık olmayınca.” dedi.
Konuyu çocukluk aşkım Hasan’ın evine getirmek istiyordum ama nereden başlayayım bilemedim. Birdenbire döküldü cümleler ağzımdan.
“Köy ne çok değişmiş anne. Evler yıkılmış, sokaklar genişlemiş. Yeni evler yapılmış, değişik tarzlarda,” dedim.
Babam lafa girdi. “Evet, kızım; Ocakların Hasan, değişik bir ev yaptı. Yapılırken başında çok bekledi. Duvar ustaları illallah etti. Hiçbir şeyi beğenmiyordu. O zulmü bir ustalar bir de o taşlar bilir. Taşlara bu kadar eziyet yaptıran bir adam daha çıkmaz. O bildiğimiz taşlar ne biçimler aldı ne çok çatladı, patladı. Bizim fesatlığımızdan değil. Her köşesinde bir kavga gürültü koptu ustalarla. Hatta ustalar bir ara işi bırakıp gitti. Hasan ustaların gündeliklerini artırıp zor dönderdi işin başına. Zavallılar çok eziyet çektiler. O paraya kimse o adamın kahrını çekmezdi ama işte ne yaparsın fukaralık.”
“Ama çok güzel olmuş baba,” dediğimde ikisinin de gözleri çakmak çakmak oldu.
Konuyu uzatmak istemedim. Anlaşılan köyde taş evi kimse beğenmemişti.
Geceyi devirip sabahı beklemek en güzeliydi. Sırtımı yastığa dayayıp radyonun sesini hafifçe açtım ‘Anadolu Türküleri’ programı vardı. Tam gecenin moduna uygun türküler ırlıyordu. Şimdi Neşet Ertaş bozlaklar, gecenin boz ayazını yarılayarak tezenesine vuruyordu. Ben ise belki okurum diye aldığım “Islak Umut” adlı kitabın sayfalarını çeviriyordum. Bir türlü okuma haline giremedim. Kitabın sayfalarını harmanlayarak, kapağın arkasındaki yazıya kadar geldim.
Şöyle yazıyordu: “Islak Umut denildiğinde sanmayın ki sizi gözyaşı denizine götüren bir umut gemisi var karşınızda. Değil... Sadece umudu kuru tutmayın, diyor sevgili yazarın kalemi. Çünkü o biliyor ki insanı sadece umut götürür geleceğe. Elinizdeki kitabın her cümlesinde yazarın ruhunuza nasıl hitap ettiğini hissedeceksiniz. Onunla yanından geçip de varlığını hissetmediğiniz insanların dünyasına gireceksiniz. Ve işte o zaman okumak, gerçek anlamını bulacak.” yazıyordu.
Islak tutmuştum bu zamana kadar umudumu. Ruhuma hitap ettiğini ama gözlerimin ruhuma söz geçirmediğini anladım. Yıldızlara bakarak uyuyakalmışım. Sabah, annemin sesiyle uyandım. “Bugün bayram, erken kalkmak gerek. Birazdan baban bayram namazından gelir. Yoksa kıyamazdım uyandırmaya.”
Kalkıp elimi yüzümü yıkadıktan sonra kahvaltı yapmak için sofraya gittim. Annem bildik kahvaltılıklardan çok uzak keşkek, dolma, tarhana, kavurma… Neler neler bin bir çeşit bayram yemeği hazırlamıştı. Hımmm, anne yemeği gibisi yoktu. Hiçbir şey, anne yemeklerinin yerini tutmuyor ki. Sevgisini, yüreğinin tüm güzelliğini katıyor olmalıydı. Özlediğim tüm yiyeceklerden kocaman bir tabak hazırlayıp hepsini bir güzel yedim. Midem tıka basa dolmuştu ama gözüm hâlâ açtı. Annemin hazırladığı, çocukluğumdan beri alıştığım yörem yemeklerine doyamamıştım.
Artık giyinip kuşanıp bayrama hazırlanmam gerekiyordu. Çocukluğumda bayramlıklarımı giyerken hep gelinlik giymeyi hayal ederdim. O anları yeniden yaşar gibi oldum. Masum küçük kız hayallerim. Oysa artık pek de masum sayılmazdım; büyüdükçe kirleniyordu insan. Bu düşüncelerden arınıp hazırlandıktan sonra kendimi dışarıya attım.
Köyün meydanında okuldan arkadaşlara rastlarım düşüncesini aklımdan geçirdim. Hasanların evinin önünden bir kez daha geçtim. Bir hareketlilik vardı. Gelenler, gidenler… Sanırım heyecanlı geçecekti. Mercan’ı gördüm. Köyde evlenip kalmıştı. Yönüne bakılırsa annesinden çıkmış evine gidiyordu. Arkasından koşarak eteğini çektim. Mercan gözüme yabancı değildi. Korku ve sevinç arası ve bayram havasında kucaklaştık. Yüksek sesle bir kahkaha attım. Bu sokaklar, kadın kahkahalarına alışık değildi.
Mercan “Deli kız o ney öyle eteğimi çekiştirip korkutuyorsun. Bir de arkasından şuh kahkaha atıyorsun. Buralarda kadının kahkaha atanına iyi gözle bakmazlar bilirsin.” dedikten sonra ortamı yumuşatmak için olsa gerek “Bakıyorum çok neşelisin, hayırdır neye yoralım?” diyerek halimi sordu
“Bugün bayram. Müsaade et tadını çıkaralım. Mutlu olalım Mercan’ım.” dedim. Birlikte gülüşüp biraz sohbetten sonra beni evine davet etti. Zaten bende öyle istiyorum, iyi oldu. Eve doğru yol alırken bana küçük küçük soruları oldu. Her zamanki sorular ve ben yine bildik yanıtlar veriyorum. Derdim konuyu Hasan’a getirmekti. Konuyu açmak için “Mercan, köyde bir hayli değişiklik var.” dedim
Mercan önce anlamadı. “Ne değişmiş ki bilemedim. Bildik köy yeri işte. Gelen giden, ölen davarlar, çocukların peşinde geçen bir ömür.”
“Ya, ilginç evler yapılmış. Geçen gün fotoğraf çekmek için çıkmıştım. O zaman gördüm.”
“He anladım. Köy her geçen gün beton yığınına döndü. Ama senin Hasan bir ev yaptırdı biraz o değişik.” dedi.
Aslında benim olmasını ne çok istemiştim ama o benim olmamıştı.
Utana sıkıla, bildiğim kadarıyla Hasan evli. Neden benim olsun ki?” diyebildim.
“Oooo kızım bilmiyon değil mi? O eşinden ayrılalı hayli zaman oldu. Evi de zaten ondan sonra yaptırdı. Evin yapımı sürecinde çok sinirliydi. Birkaç defa konuşma fırsatım oldu. İçine iyice kapanmış. O eski Hasan’dan geriye bi şey kalmamış,” dedi.
İyice merak ettim.
“Nasıl yani? Görüşme fırsatımız olur mu dersin?”
“Tabii ki, herhalde yarın gelir. Bugün ailesi geldi. Evi yaptırdıktan sonra belli aralıklarla gelip gidiyorlar.”
“Yarın bizim dönemimizdeki mezunlarla okulun bahçesinde görüşebiliriz. Hatta bunu geleneksel hale getirerek biraz eğleniriz. Ne dersin?”
“He valla! İş güçte ertelenmişken iyi de olur. Köyle ilişkilerini kesmemiş olanlarla zaten görüşüyorum. O işi bana bırak.” dedi Mercan. Gerçekten adındaki canlığı ve mercanın güzelliğini taşıyordu. Son dönemin üç çocuk kervanına o da katılmış olmasına rağmen tatlılığını koruyordu.
Bu hoşbeş ve geçmiş anılara dönerek hayli zaman geçirdikten sonra onu da köyün diğer konuklarıyla olması için özgür bırakıp evin yolunu tuttum. Yolda akraba ve komşularla bayramlaşma faslıyla yol hayli uzadı. Bir gün daha ertelenmişti Hasan’ı görebilme umudum. Bir an önce gün bitsin ve yarın gelsin istiyorum. Bu rahatsızlığım ya da tedirginliğim annemin gözünden kaçmamış olacak ki “Gül kız hayırdır, eğreti oturuyorsun. Hemen kalkıp gidesin var gibi. Hâlbuki günü sonuna kadar yaşamayı severdin. Sıkıldın mı bizden, yoksa köyden gitmek mi istiyorsun?” dedi.
“Yok, be annem, bu köyü çok seviyorum. Günlerin her saniyesini sindirerek yaşamak istiyorum. Öyle şey olur mu? Kendime geliyorum burada. Anlam veremiyorum ama bayramın birinci gününün kalabalığı sanki biraz yordu beni.”
“İstediğim bir şey var mı?” dedikten sonra odada beni yalnız bırakarak çıktı. Kapının gıcırtısı bu kadar rahatsız edici gelmemişti hiç. Ev iyice yıpranmıştı. Yılların eski ahşap yapısıydı. Bunca yıpranmışlığına rağmen çok seviyordum evimizi ve eski evleri. Kim bilir bizden önce neler yaşanmıştı bu tarih kokan evde. Yüzüme kapanan kapıdan ne bekliyordum sanki…
Gecede Hasan ve gelinlikle ben uzun bir yolda yürüyoruz. Yola kırmızı halı serilmiş. Hasan’ın üzerinde siyah bir takım elbise bende beyaz bir gelinlik. Başımda bir taç. Yolda bir kraliçe gibi yürüyorum. Ama etrafta hiç kimse yok. Ağaçların dalları birbirine yaslanmış bir kemer oluşturmuş. İçlerinde kuş seslerinin melodileriyle yürüdük. Tam tünelin sonundaki ışığı gördüm ki annemin ‘Gül kız’ seni hep erken uyandırıyorum ama kalkma zamanı geldi. Gün seni bekliyor. Belki daha mutlu olursun,” dedi.
Rüyadan uyanmanın verdiği hırçınlıkla ya anne biraz daha beklesen olmaz mıydı? Şurada rüyanın sonunu getiremedin. O merakla tekrar yatağa uzanarak uyumaya çalıştım. Sonunu ısrarla görmek istiyordum ancak nafile devamı gelmedi.
“Kızım, hayatı bir rüya gibi yaşa ve yaşat. Onları, gecenin karanlığında saklanarak ve saklayarak yaşayamazsın ki” dedi.
Sanki içimi okudu. “Pes doğrusu anne sanki fırsatım oluyor da yaşamıyorum. Yaşam bana fırsat veriyor mu ki? Hiç sormuyorsun. Bu sorgulamanı -o bizi çemberine almış zalim feleğe- söyle,” dedim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.