- 652 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Vadide Bir Ceylan
Alabildiğine uzun dar bir vadinin yamaçlarında kurulmuş bir köyde başladı öğretmenlik yıllarım. Çayla nehir arası debisi olan bir suyun kıvrılarak aktığı vadinin gâh bir kıyısında gâh diğer kıyısında yılan gibi kıvrılarak uzanan oturtulmuş yolla iki saate yakın bir minibüs yolculuğu yaparak köye yaklaştım. Bunun üzerine de tam bir saat keçi yolu ile yürüyüp gençlik yıllarımı yaşayacağım köye varabildim. Fazla büyük olmayan iğne yapraklı orman ve fındık bahçelerinin arasında adeta gizlenmiş birbirine mesafeli evlerden oluşuyordu çalışacağım köy.
Çayın kenarında kurulmuştu köyün ilk evleri. Köyün, yamaca serpili son evleri çayın akağından doksan dakikada zorlukla yülünülecek uzaklıkta son buluyordu. Yüz elli haneye yaklaşan yolsuz, ışıksız bir köy. Öncelikle bir kat yatak, çok az kap kacakla okulun yakınında tek odalı, ortası toprak bir eve kapağı attım. Okulların açılmasına daha birkaç gün vardı. Birlikte çalışacağım meslektaşlarımla çevreyi tanımak için köyün içinde kısa süreli geziler yaptık. Topu topu üç öğretmendik. Tek katlı, sıvasız badanasız evler yeşillikler içinde hiç de hoş görüntü vermiyorlardı.
Boyları iki metreden daha uzun yemyeşil mısır tarlaları, aynı biçimde yaprakları daha sararmamış yeşil fındık bahçeleri manzarayı daha bir alımlı kılıyordu. Köy içinde ve köyün yukarılarındaki köknar kümeleri ve kestane, gürgen ağaçlarıyla zenginleşen ormanlar bir farklı koyu yeşillikleriyle manzaraya ayrı bir güzellik katıyordu.
Köyde, yüzleri, gözleri kapalı şalvarlı kadınlar göze çarpıyordu. Birde yaşlı amcalar sakallı, sarıklı… Genç erkeklerin gurbet günleri tamam olmamıştı daha. Dar pencereli evimde henüz üç gece geçirmiştim. Evimin yakınındaki ormandan gelen kuş sesleriyle uyandım. Epey zamandan beri banyo yapamamıştım. Banyo yapmak güne temiz ve dinç başlamak güzel olacaktı. Güzel de benim su ısıtacak ne tencerem ne de büyük güğümüm vardı.
Evimin yakınındaki tek komşu eve müracaat etmekten başka makbul bir çare yok. Ezile büzüle komşunun evine yaklaştım. Aman Allah, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Yıllar sonra izleyeceğim Selvi Boylum Al Yazmalım Filminden Türkan Şoray çıkıvermiş karşımda duruyordu. Uzak bir vadide nadide bir ceylan, iri yeşil gözleriyle bana bakıyor. Ceylanlar ürkek olur. İnsanlarla karşılaşınca kısa bir an bakıştan sonra yıldırım hızıyla ormanların derinliklerine dalıverirler. Henüz yirmili yaşlarında, öz güvenli tavırlarıyla karşımda duran afetin hiç de ürkek bir hali yoktu. Yeşil gözleri, sarı saçlarını yarım açık bırakan kırmızı yazmasıyla köyde gördüğüm kadınlardan çok farklıydı. Yanaklarının tabi kırmızılığı, yay kaşları ve dolgun dudaklarıyla tam bir şaşkınlık yarattı bende.
İlk kez görüyordum komşu güzelini. Beni daha önce gördüğü belliydi. Söze o başladı:
“Bir isteğiniz mi var? Ekmeğiniz var mı?” sözleri bir çırpıda çıkıverdi ağzından. Köy içinde arkadaşlarla dolaşırken bizi gören kadınlar yüzlerini çevirip bizden kaçıyorlardı. Bu vadi de gördüğüm korkusuz bu ceylanın hiç öyle bir tavrı yoktu. Tencere veya bir güğüm verebileceğini sordum. Muzipçe gülümseyerek evine yöneldi. İstediğim araçlarla az sonra karşımdaydı. Çarpıcı güzelliği vardı. Vücudunun her bölgesi gençlik ve güzellik simgesiydi. Bu kez benim dilim tutuldu. Sözler boğazımda düğümlendi. Orta büyüklükte çevresi isle siyaha boyanmış tencere ve alüminyum güğümü kapıp tek odalı evime döndüm.
Günlerimi yanıma aldığım kitapları okuyarak geçiriyordum. Okullar açıldı ders başı yaptık. Öğrencilerle tanıştık. Zaman su gibi aktı. Velilerimiz ve komşularımızla tanıştık. Komşu güzelin evli olduğunu, eşinin gurbette olduğunu öğrendik. Kendi evi okulun biraz yukarısındaydı. Okulun yanındaki ev annesinin eviymiş.
Eylülü bitirdik. Ekim ayı köyde mısırların kesim zamanıydı. Ellerinde orakları, şalvarlı kadınlar gün gün mısırları kesip sırtlarıyla evlerine taşıdılar. Ağaçlar gazellenmeye başladı. Güneş yüzünü çok az gösteriyordu. Okulun hayli yukarısında açıklık bir meranın ortasında ortalama otuz ağaçlı bir kestane korusu vardı. Köye ilk geldiğimde kestane yaprakları yemyeşildi. Günler geçtikçe yeşil yapraklar yavaş yavaş önce sarı renge daha sonra kahverengine dönüştü. Güzel kestanelik hüzünlü bir hal aldı. Köyde kentlerin insanlara sunduğu olanakları bulmak öğretmenliğimin ilk onlu yıllarında olanak dışıydı. Lakin doğanın bu dönüşümünü her gün gözlemlemek tanımsız hoştu.
Kasımın sonlarına doğru gurbetteki erkekler birer zafer kazanmış lejyonerler gibi köye döndüler. Çoğu takım elbise, kendi deyimleriyle yumruk gibi kravatlarıyla bekleyenlerinin yüzlerini güldürdüler. Uzun yaz günlerinde daha çok inşaatlarda çalışıp biriktirdikleri harçlıklarıyla kalpleri gibi cepleri de sımsıcaktı. O bölgede erkekler uzun kış günlerinde zamanlarını kahvehanelerde harcar. Parasız oyun oynanmaz. Bu bakımdan ilkbahar yaklaşıp havalar ısınırken kahvehane müdavimlerinin ceplerinde karakış rüzgârları eser.
Kasımı yarılamıştık. Okulumuza yirmi yaşlarında şık kıyafetli, uzun boylu, kıvırcık saçlı elmacık kemikleri çıkık bir genç geldi. Tanıştık. Hasan’dı genç köylümüzün adı. İstanbul’da çalıştığını söyledi. Daha sonra konuşkan, sıcakkanlı bu arkadaşın sessiz vadimizin güzel gelinin kocası olduğunu öğrendik.
Çok mal haramsız çok söz olmaz örneği Hasan sık sık okula gelip anılarını anlattı sürekli. Anlatılarının tutarlı bir yönü yoktu. Eşini on yedi yaşında kaçırmış. Ta Zonguldak’a kadar gitmişler kaçak sevdalılar. Başkalarına anlatılmayacak konuları bize okul çocuklarının saflığında anlatıyordu. Mali durumunun yeterli olmadığı kahvehanelere gidememesinden belliydi. Köyün kahvehanelerine gitmeyen erkekleri namazında, niyazında insanlardı. Hasan’ın namazda, ezanda gözü yoktu. Eşinin bin bir zorlukla fasulye ve mısır satarak kazandığı üç beş kuruş parayı alıp kahvehanelerde harcadığını iyi bir iş başarmışçasına biz öğretmenlere anlattı.
Hasan askerlik görevini yapmamıştı. Asker kaçağı diye arandığını duyduk. Vadimizin nadide güzeli Zeliha’nın aklı havalardan bir türlü kafasına oturmayan eşi Hasan’a:
“Git askerlik görevini yap. Kıt kanaat köyde kendimi geçindiririm. Seni beklerim…” diye söylendiğini duyuyorduk. Naçizane biz öğretmenler de köyün bu hızlı delikanlısına aynı öneride bulunduk. Nihayet bir gün Hasan’ın yakalanıp askere sevk edildiğini duyduk. Çok kısa zaman sonra da Hasan’ın askerlik şubesinden sülüsleri alıp izini kaybettirdiği haberi köyde söylenir oldu.
Bu habere güzel Zeliha’nın çok üzüldüğünü işitiyorduk. Kar yağdı. Doğa beyazlara büründü. Derslere aksatmadan devam ediyorduk. Okulda öğrendiğim pratik bilgileri öğretmenlik yaptığım okulda uygulama olanağı buluyordum. Öğrencilerimin çoğunun yaşları büyüktü. Boyları benim boyuma ulaşan çok öğrencim vardı. Okulumuzun az yukarısında Mehmet amcamızın küçük bir bakkalı tek sohbet ettiğimiz mekandı. Katırla beldeden taşıdığı malları pazarlardı. Köyde sadece bu bakkalda oturup velilerimizde muhabbet ederdik.
Yine bir gün öğretmen arkadaşım, birkaç veli bakkalda sohbete başladık. Kahvelerde oynana paralı oyunlardan derken söz dönüp dolaştı Hasan’ın vefasızlığına geldi. Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Eşini doğumda kaybetmiş, bize de iki öğrencisi gelen bir velisi anlatmaya başladı:
“Hayvan oğlu hayvanın biri Hasan’ın eşi Zeliha’yla bizim köy mezarlığında sevişmiş. En ağırıma giden kadını babamın mezarının üstünde karlar üzerinde yatırmış. Zeliha’nın dolgun kalçalarının yeri alenen belliydi.”
Bu habere inanmak istemedik. Mezarlıkta sevişme olayının üzerinden fazla zaman geçmemişti. Köye yıldırım hızıyla bir haber yayıldı. Köyümüzden iki köy ötede evli bir adamın Zeliha’yı ikinci eş olarak kaçırmış! Demek ki, bakkal dükkânında velimizin anlattığı haber doğruymuş.
Öyküm devam edecek.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.