- 483 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hilal Cebeci'ye Çav Bella'yı söyleten Halit Ayarcı'dır
Kendisi denî bir mesele ya, fakat sayesinde güzel şeyler söyleyebilmeye belki vesile olacak, o yüzden yazmak istedim. Hilal Cebeci’nin ’Bella Ciao’ şarkısına yaptığı yorum, elbette çektiği kliple birlikte, epey bir tartışmanın konusu oldu. Hatta, Athena’dan tanıdığımız, Gökhan Özoğuz da bir eleştiri twitiyle meşhur tartışmaya dahil oldu. Sonra ona cevap yazıldı. Sonra o cevaba birçok cevaplar verildi vs. İş uzadı gitti. Biz, hâdisenin bu uzun tarafını bir kenara bırakarak, daha kısa bir yerinden tutacağız meseleyi. Ve diyeceğiz ki: "Özoğuz’un Nazım Hikmet’in ’Geberiyorum!’ şiirine yaptığı besteye çektiği klipte adaleli bir arkadaşa denizde kim kulaç attırdıysa, Hilal Cebeci’ye de Bella Ciao eşliğinde o göbek attırdı." Evet. Kesinlikle. Şunların sorumlularını başka yerlerde aramamak gerek. Eylemin rengi değişse de muktazileri aynıdır.
Ne demek şimdi bu? İşte, arkadaşım, onu bu yazıda biraz açmayı deneyeceğim. Ve elbette hemen mürşidimden bir yardım alacağım. O modern medeniyet ile İslam medeniyetinin etrafında şekillendikleri temel kavramları karşılaştırdığı yerde diyor ki: "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı ’kuvvet’ kabul eder. Hedefi ’menfaat’ bilir. Düstur-u hayatı ’cidal’ tanır. Cemaatlerin rabıtasını ’unsuriyet, menfi milliyeti’ tutar. Semerâtı ise, ’hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid’dir."
Buna karşılık, İslam medeniyetinin üzerinde durduğu esasları da şöyle tarif eder: "Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel ’hakkı’ kabul eder. Gayede menfaate bedel ’fazilet ve rıza-i İlâhîyi’ kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine ’düstur-u teâvünü’ esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine ’rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî’ kabul eder. Gayâtı, hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan eder."
Yani bir medeniyet, yalnız adı İslam olmakla değil, bu sayılı esasların üzerine kurulu olmakla İslamî olur ancak. Evet. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin bir resmini çeken Ahmet Hamdi Tanpınar da, aynı sırrı, Hayri İrdal’ın kendi baldızı hakkında Halit Ayarcı ile girdiği tartışmada ortaya döker. Burada, İrdal eskiyi, Ayarcı ise yeniyi temsil etmektedir. Hayri İrdal’a göre baldızının sanatçı olabilecek hiçbir yeteneği yoktur: "Aman beyefendi, dedim, hangi artist, hangi büyük? Arz ettim, sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz. Sonra cahil. Daha İsfahanla Mahuru, Rastla Acemaşiranı birbirinden ayıramıyor. Hayır. İmkansız. (...) Kulağı yok efendim, hiç yok. Sesleri ayıramıyor." Ancak Ayarcı kesinlikle aynı kanaatte değildir:
"Siz hakikî bir hazineye sahipsiniz, farkında değilsiniz. Toparlamaya çalışalım: Çirkin, diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz diyorsunuz, o halde muhakkak orijinaldir." Başka bir yerde de, Ayarcı, İrdal’ı zamanın realizmini anlamamakla itham eder: "Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir." İşte kitabın burası ’fazilet’ ile ’menfaat’ arasındaki yer değişiminin can yakan teşhisini içerir. Evet. Zaman değişmiştir. Asır başkalaşmıştır. Artık birşeyin kemali ’zatında’ değil ’çıkarında’ aranır. Getirisine bakılır. Menfaatliyse faziletlidir.
Konuyu dağıtmak gibi olacak ama, iki tike dokunalım, ben her türden ideolojilerin/izm’lerin de ’kullanışlılıkla’ ilgili olduğunu düşünürüm. Allah’ın insana yerleştirdiği üç mühim kuvve, yani, kuvve-i gadabiye (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviye (elde etme güdüsü) ve kuvve-i aklıye (faydalıyı zararlıdan ayırma güdüsü) dengeleri bozulursa bizi hikmetten ideolojiye/izm’lere doğru iter. Hatta ideolojiler kendilerini, aklın bir sapması olarak, ’cerbeze’ yamacında gösterseler de esasında onlar öncelikle ’gadab’ ve ’şehvet’ kuvvelerimizdeki sapmaların sonuçlarıdır. Yalnız doğuşlarından ayrı olarak başkasına nakilleri akıl üzerinden olur. Aklî olabilen yaygınlaşır.
Ne demek bu? Onu da açmayı deneyelim. Kanaatimce, dünyada varolmuş bütün ideolojiler iki sınıfa ayrılır. A) ’Arzu’dan doğan ideolojiler. B) ’Korku’dan doğan ideolojiler. Mesela, Hedonizm (Zevkçilik), ’arzu’dan doğan bir ideolojidir. Şehvetin aklı bükmesiyle ortaya çıkmış bir cerbezenin sonucudur. Ancak Sosyalizm ’korku’dan meydana çıkan bir ’izm’dir. Zira o da ezilenlerin yaşama karşı duydukları korunma isteğinden (ve bu istekle birlikte doğan öfkeden) beslenmiştir. Yani, özetle, zalimlerin zulmüne karşı duyulan korku ve bunun korunma güdüsünde tetiklediği öfke, aklın bükülmesini sağlayarak böylesi bir ideolojinin dünyaya gelmesini sağlamıştır.
Bu yüzden kuvveler bahsi mühimdir. O kuvvelerin dengesinin sağlanamaması ister-istemez sapmanın akla/aklî argümanlara bürünmesini sağlar. Ve aklî argümanlara sahip olan bir sapma da insandan insana yayılabilme yeteneğine sahiptir.
Hop, çok dağıldık, toparlanalım. Geçtiğimiz yüzyılda ve hatta halen en çok tartıştığımız iki ideoloji olarak Kapitalizm ve Komünizmin birbirinden ne türden farkları vardır? Siz elbette birçoklarını sayabilirsiniz. Ancak ben, ikisi arasındaki temel ayrımı, işte yukarıda yaptığım tasnifle, dayandıkları sapmada görürüm. Kapitalizm arzuya Komünizm korkuya dayanır. Korkuya dayanan ideolojiler yapıları gereği daha fevridirler. Birden parlarlar. Ve hızlı sönerler. Fakat arzuya yaslanmış ideolojilerin yanması-sönmesi daha ağırcadır. Hatta diğerleri gerekirse döve döve düzeni değiştirmeyi amaçlarken bunlar mevcut her değeri okşaya okşaya sistemi kendilerine doğru bükerler.
Ümit Şimşek’in Uçan Üniversite kitabı incelendiğinde, bu yöntem farklılığının, Polonya’nın son yüzyıldaki değişimi üzerinden okuması yapılabilir. Rus-Alman-Avusturya baskıcılığının/işgalinin yüzyıllarca değiştiremediği Polonya’yı ABD’nin yanak okşayıcılığı birkaç on senede kendisine çevirmiştir.
Çünkü korkudan beslenen ideolojiler, doğrudan mevcut itikatlara/duruşlara saldırarak, hızlı bir dönüşümü dayatırken; arzudan beslenen ideolojiler ihlaslara saldırırlar. Niyetleri dejenere ederler. Eylemlerin içlerini boşaltırlar. Selahaddin Yusuf’un, Sirenleri Taşa Tutun’un başlarında isabetle ifade ettiği üzere, Batı’nın (özellikle Amerika’nın) kendi içindeki uyanışları yutma/yoketme yöntemi de budur. Batı, yoketmek istediği uyanışı ’yasaklayarak’ yoketmez, ihlasını yokederek yokeder. Onu da ’satılabilir hale getirerek’ öldürür. Zira birşeyin ihlasını yoketmek, onun cesedini değil, ruhunu öldürmektir. Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’nde tekrar tekrar vurguladığı üzere, ihlassız amellerin içi boşalır, kurdun gövdeye girmesi böyle yaşanır.
Sizi çokça etkileyen bir hidayet öyküsünü hatırlayın. Çok seküler bir hayat yaşayan herhangi bir ünlünün yolu en nihayet dine/dindarlığa düşüyor olsun. Bu öyküye ne zamana kadar inanırsınız? O adam bunu satmaya başlayıncaya kadar öyle değil mi? Şöyle hemen bir kitap yazar. Kitabı çok satanlara girer. Parayla konferanslara gider. Parayla tivilere çıkar. Parasız adımını atmaz olur. İşte o zaman yaşanan dönüşümün içi boşalır. "Bu da tezgâhını buraya kurmuş!" dersiniz. Yapılan düpedüz satıştır. Bu defa yapılansa, Kur’an’ın ifade ettiği gibi, ’az bir dünya karşılığında ayetleri satmak’tır. İşte Kapitalizm zaferini kazanmıştır.
Kapitalizm, Komünizmin aksine olarak, hiçbirşeyle doğrudan savaşmaz. (Yalnız giremediği pazarlarla açılması için savaşır.) Kullanabileceği son yere kadar kullanır. Kafası tıpkı Halit Ayarcı’nınki gibidir. Masada tesettür mü vardır? Yasaklanmaz. Rötuşlanır. Onun elinden geçtikten sonra boylu-boslu mesture mankenler tüm albenileriyle podyumlarda yürümeye başlar. Masada hac mı vardır? Yasaklanmaz. Rötuşlanır. Onun elinden geçtikten sonra Kabe manzaralı lüks otellerin pencerelerinden çekilmiş selfiler eşliğinde ’like’lar kovalanır. Masada namaz mı vardır? Yasaklanmaz. Rötuşlanır. Onun elinden geçtikten sonra bir namaz kitapları/seminerleri enflasyonu yaşanır. Artık basılmasında aranan, çok defa şahidi olduğum şekilde, istifadesi değil, satılmasıdır. Kapitalizm herşeyin ihlasını onu ’satılabilir kıla kıla’ öldürür. Buna karşı direnmek çok güçtür.
Hatta o kadar güçlüdür ki, ona karşı koymak için üretilmiş argümanları bile, bir şekilde kendisinin malı kılar. Karl Marks’ın Kapitalizmden kurtulmuş olmasının tek sebebi yaşadığı dönemde iyi bir pazarlamacının eline geçmemesidir. Yoksa bebek bezinden parfümüne ’Das-Kapital’ markasıyla yayılmış ürünlerin sahibi olabilirdi. Ne diyelim? Verilmiş sadakası varmış.
Buradan tekrar Çav Bella mevzuuna döneceğim. Çünkü tam da makam ona tekrar dönmeyi iktiza ediyor. Hilal Cebeci’nin gayet Kapitalist bir ’söyleme’ ile Sosyalizmin bu marşını ’tüketmesi’ nasıl mümkün oldu sizce? Yahut da Gökhan Özoğuz’un Nazım Hikmet’in şiirini bir pop-müzik malzemesine dönüştürmesi? İkisi de aynı dönüştürücünün etkisiyle oldu aslında. İsmini yavaşça dillendirelim: ’Sa-tı-la-bi-lir-lik.’ Karşılığında çok şeyler umulan herşey bu kabusun içinde uyanmaya mahkûm olacaktır ve oluyor. Suçlamalar da bir işe yaramıyor. Herkes aynı caddede yürüyor.
Belki biraz da bu hikmetin bize aşılanması için Kur’an’da peygamberler ’tebliğleri karşılığında ücret istemediklerini’ tekrar tekrar beyan ediyorlar. Tekrar tekrar ’korunmanın tek yöntemini’ hatırlatıyorlar. Evet. Arkadaşım. Biz daha dikkatli olalım. Faziletin menfaatten çok daha gerilerde kaldığı bir devrin çocuklarıyız. Daha kolay etki altında kalırız. Şeyleri kendi değerleri üzerinden okuyamayız. Çıkarımızca çıkardıklarımız olur ancak. Ha, Hilal Cebeci gibiler bunu daha göstere göstere yapar, başkaları daha sinsi üstünü örter. Yoksa, 15 Temmuz çok popüler diye, hemen kitabını yazıp herkesten önce piyasaya sürmek isteyen yazarın Cebeci’den hiçbir farkı yoktur benim gözümde. Yalnız o kalemini sallar, öteki başka bir yerini...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.