- 851 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir
Yeğenlerimden birisinin, Yusuf Ayaz’ın, sevdiği bir bilgisayar oyunu var. Bana korkutucu geliyor. Kendisi de korkuyor ama oynamaktan da vazgeçemiyor. Adını unuttum. Mevzusunu anlatayım: Bir mekanda gece bekçisi olduğunuzu düşünün. Sorumlusu olduğunuz bu yerin tüm odalarını kameralardan takip edebiliyorsunuz. Oyuncakçıya benzer bir yer. Alışveriş merkezi falan da olabilir. Her neyse. İşte bu mekanı kameralardan takip ediyorsunuz fakat odalar karanlık. Hareketleri tam olarak göremiyorsunuz. Detayları seçemiyorsunuz. Ve bu mekandaki bazı oyuncaklar, bu oyuncakların korkunç tiplere sahip olduğunu da belirtmeliyim okuyucu, karanlıkta hareket ediyorlar.
Yani size/oyuncuya doğru geliyorlar. Gerilim tam da burada başlıyor. Onların gelişini engellemenin tek yolu ışıkları yakmak. Onları yakınca duruyorlar. Lakin bu ışıklar da sürekli açık kalmıyor. Süre de sayı da sınırlı. Doğru zamanda doğru ışıkları yakmalısınız. Ve tetikte olmalısınız. (Bir de kapıyı kapatabiliyormuşsunuz ancak onun sistematiğini tam öğrenemedim.) Finaldeyse, eğer yenilmişseniz, oyuncaklardan birisi ’hop’ diye ekranınızın önüne atlıyor. Evet. İtiraf ederim. İşin bu kısmında ben de biraz ürpermiş olabilirim.
Korku filmlerini de sevmem zaten. Hele cinli minli yerli korku filmlerinin kapısının önünden bile geçmem. Bu oyundan size bahsetmemin nedeni ise apayrı. Ben bu oyunun bir şekilde ’yazmakla aramdaki hukuku aydınlattığını’ düşünüyorum. En azından bir yönüyle bunu başarıyor. Evet. Sanki ben de karanlıkta hareket eden şeylerin korkusunu çekiyorum. O yüzden de sık sık ışıkları yakmam gerek. İnsan içinin ışıklarını nasıl yakar? Bana bunun en kolay yolu yazmakmış gibi geliyor. Çünkü yazmanın bir yönü de itirafa bakıyor.
Kur’an-ı Hakîm’de, Yusuf sûresinde, bizzat Hz. Yusuf aleyhisselamın dilinden bize öğretilen bir hakikattir ’nefsini temize çıkarmamak.’ Bediüzzaman da ’Dört Hatve/Adım’ bahsinin birinci adımında bunu "İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir!" şeklinde ifade eder. (Ona göre insanın içinde alacağı yolun, insan-ı kamil yolculuğunun, ilk adımı budur.) Ki zaten Necm sûresinde de benzer şekilde, hatta daha çok emredilerek, buyrulur: "Nefislerinizi temize çıkarmayın!"
Bütün bunlardan kendi payıma şunu çıkarırım arkadaşım: İçimde bir mesele var. Ben kabuğumdan ibaret değilim. Karanlık odalarımda büyük dönüşümler yaşanıyor. Dışımdaki evrenin bir benzeri de içime kurulmuş. Galaksilerim yer değiştiriyor. Gözlerimin baktığı yönle yetinmemeliyim. Kalbimin de ayrı bir gözü var. İçime de bakmalıyım. İçime de dönmeliyim. Karşıdan karşıya geçerken arabalara baktığım gibi içimde de dikkatli olmalıyım. Ve bu dikkati üzerimde tutmanın tek yolu da ’tekinsizliğime inanmam.’ Evet. Ben ancak kendimin tekinsizliğine iman edersem içimi bakmaya değer bulurum. Yani bende bir mesele olduğu ancak bununla ortaya çıkar.
Sıkıntılarım bunun ihtarıdır. Kendimi temize çıkardığım anda mahvolurum. Karanlıkta iyice yaklaşır bana öcülerim. Tıpkı yine Birinci Hatve’de/Adım’da mürşidimin dediği gibi: "İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder. Mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder."
Peki bu bir arıza mıdır? Bediüzzaman’a göre: "Evet." Neden? Çünkü bu seni ’kendi içinde mesafe alamaz’ kılacaktır. Zaten mükemmel olanın kemale yolculuk yapması düşünülebilir mi hiç? İşte, yukarıdaki halde iken, yani ’kendini temize çıkarmışken’ insan da içinde mesafe alamaz. İyileşemez. Yaralarını saramaz. Hatta Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu’nda der: "Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Yani Kur’an-ı Hakîm’in bize buyurduğu, Hz. Yusuf aleyhisselamın bize hatırlattığı, Bediüzzaman’ın nasihatlediği şey hep aynıdır: Sona geldiğini düşünme ki ileriye gidebilesin. Sona geldiğini düşünen orada kalır.
Peki bunun yazmakla ne alakası var? Ben ilişkiyi şöyle kuruyorum: Yazmak insana içini öğretiyor. Eğer bir yazar öncelikle kendisine dürüstse, yani hakkında yalanlar kurgulamıyorsa, o halde içinin fotoğrafını çekiyor demektir. Daha doğrusu: Işıklarını yakıyor demektir. Ben de yazarken böyle hissederim. Yine Kur’an’da Cenab-ı Hakkın kendisini ’kalemle öğreten’ olarak zikretmesi bu açıdan da anlamlı bulurum. Evet. Benim kendimi öğrenmemin tek yolu bu.
Dilim her zaman itiraflarında başarılı olamıyor. Olduğu şeyi olması gerektiği gibi ifade edemiyor. Ama beyaz kağıt? Beyaz kağıtla konuşurken öyle mi? Beyaz kağıtla konuştuğumda daha kolay dökülüyorum. Yazarken ben de öğreniyorum. Sanki dışıma akmasına izin verdiğim şeyler benim oluyor. Yeniden benim oluyor. Tamam. Onlar zaten benimdiler. Fakat kimse bir yazıyı başladığı kişi olarak bitirmez. Yazmak bize içimizde bir mesafe aldırır. Dertlerimizi, ister nesir ister şiir, bir cisme büründürdüğümüzde öncekinden daha aşkın birşey oluruz. Sanki yaralarından da kurtuluruz. Kabukları bir derece kurur. Somutlaştırıldığında soyut sancılarımız hafifler.
Bir de İslam’da tevbenin, istiğfarın ve duanın çokça öğütlenmesine bu açıdan bakmanı isterim arkadaşım. Allah’ın elbette bizim tevbemize, istiğfarımıza veya duamıza ihtiyacı yok. (Onun hiçbirşeye ihtiyacı yok.) Fakat bizim kendimize bakmaya, hakkında itiraflarda bulunmaya ve konuşmaya ihtiyacımız var. Yoksa bu kadar psikolog-psikiyatr ne için? Neden kalbimize mukabil bir kalp arıyoruz söyleşmeye? Demek içimizden dışımıza yollar açmayı sıklaştırmamız gerekiyor. Dökülmemiz gerekiyor. İtiraf etmemiz gerekiyor. Hani Zamanda Kıvrılma filminde, Bayan Kim, Mevlana Celaleddin-i Rûmî Hazretlerinden naklen diyordu: "Yara ışığın bedenimize sızdığı yerdir!" Belki ışığın sızmasının ilk şartı da onların kabullenilmesidir. Pencereler ancak böyle açılır. Yazmak, bu açıdan, biraz da ’içimizde olanı somutlaştırmasıyla’ tam bir ’kabullendirici’ işlevi göremez mi? En doğrusunu elbette Allah bilir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.