- 524 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dönemeyen Bir Dönme Dolap-4
Odama girer girmez sinirlerim gerildi, sırtım ter içinde, saçlarım diken diken, ellerim titriyor, ağzım kuruyor. Neden mi? Onun yani Aynadaki’nin yüzünden. Kendimi masa başındaki sandalyeye atıyorum, arkama bakmamaya kararlıyım. Ne zamana kadar? Fazla sürmedi kararlılığım; dönüp arkamdaki duvara daha doğrusu aynaya bakıyorum. Eskiler buna tenakuz diyorlar, yani çelişkiler içindeyim. Bana tutarsız diyen olabilir, bu yüzden kınanabilirim. Olsun. Fark etmez. Ben buyum.
Aynanın içini tam göremiyorum. Ayağa kalkıp gardolaba yaklaşıyorum. O suratsız ihtiyarı göreceğimi umarken duvarlarındaki sıvaları dökülmüş virane bir odanın içinde başları örtülü, şalvarlı iki kadın yere eğilmiş bir şey sarıyorlar. Ne olduğu tam belli değil. Merak ettim. İşleri bitince gördüm: Bir bebeği kundaklamışlar. Burası bir fakir evi olmalı; en azından benim ilk izlenimim böyle. Yerde ne halı ne de kilim var. Eski bir hasır serili, o da yırtık pırtık.
Bebeğin görüntüsü yaklaştı, yüzü kırmızı, gözleri kapalı, ağzı açık, yeni doğmuş olduğunu sanıyorum. Birkaç dakika önce. Konuşuyor. Az önce doğan bir bebek nasıl konuşur? Sesi biraz Aynadaki’ne benziyor. Nefes bile almadan, en ufak bir hareket yapmadan pürdikkat kesiliyorum.
-Niye şaşırdın? Yaklaş yaklaş, biraz daha yaklaş! Sana anlatacaklarım var.
-Aynadaki, konuşan sensin; sesini biraz değiştirip bebek konuşuyormuş gibi göstermeye çalışıyorsun.
-Yanılıyorsun, konuşan bebek, konuşan bir açıdan da hem sen hem de ben...
-Bu da yeni oyunun olmalı.
Aynadaki görüntüde kadınlar ve bebekten başka kimse yok. Kapının arkasına saklanmış olmasın? Ama bebeğin dudakları kıpırdıyor, konuşuyormuş gibi!
-Sana şimdi, sonraki hayatında bilmediklerini göstereceğim ve anlatacağım. Örneğin doğduğun günü bilmiyordun. Bir kış günüydü, Mart ayı olmalı. Annenin sancıları tutunca baban köy ebesini almak için dışarı çıktı. Dedim ya kıştı, her taraf karlı kaplıydı, hem de diz boyu. Arabayla gidemezdi, eşekler bu kadar karda arabayı çekemezlerdi. Mecburen yayan yola koyuldu. Ebenin evine vardığında kadın bu durumdan hiç memnun olmadı. Zaten defalarca baban yumruklamasına rağmen kapıyı da çok geç açmıştı. Mırın kırın etti, gitmek istemediği hareketlerinden belliydi. Buna rağmen babanla birlikte yola düştü. Başka ebe yoktu, çaresiz bu doğumu o yaptıracaktı. Babanı kızdırmaya da gelmezdi; kızınca akla gelmedik şeyler yapabilirdi. O yüzden ebe de ondan çekinirdi.
Birkaç yüz metrelik yeri düşe kalka bir saatte katettiler. Baban birkaç kere de ebeyi sırtına almak zorunda kaldı.
-Az önce “Sonraki hayatın” dedin, öyleyse benim bir de önceki hayatım da mı var? Neler uyduruyorsun sen?
-Var tabii. Önceki bedenin benim. O beğenmediğin, tiksintiyle baktığın, hakaret yağdırdığın ihtiyar beden... Ölünce ruh bedenden çıkıyor. Bir müddet dinleniyor; inzivaya çekilmek gibi bir şey. Bu dinlenme süresi bitince yeni bir bedenin içine giriyor.
-Reenkarnasyondan bahsediyorsun. Ben inanmam böyle masallara.
-Masal değil, gerçek. Sabırlı ol, dinle.
-Bugüne kadar bir ruhun tekrar bedenlenmesi ile ilgili somut bir olay saptanabilmiş değil.
-Sen öyle zannet. Daha önceki bedenleri ile ilgili anılarını hatırlayan çok kişi var. Neyse, ben esas konuya dönüp sana anlatayım; ister inan ister inanma: O gün senin doğumun uzun sürmedi. On-on beş dakika kadar. Bu çabuk doğum ebeyi de sevindirdi. Göbeğini kestiler, yıkadılar ve belediler seni. O iki kadından genç olan annen, diğeri de ninen yani babanın annesi. Annen hayret ki doğum yaptıktan birkaç dakika sonra ayağa kalktı. Ninene bebeği yani seni yıkamada yardım etti. Birazdan yatacak, çünkü bu konuda ninen onu uyardı, lohusanın kendini fazla yormaması gerekirmiş. Baban ebeyle beraber çıktı, kadını evine kadar götürecek.
Midem bulandı. Bir gurultu duyuyorum, banyodan ya da tuvaletten gelen su sesi mi yoksa karnımdan mı geliyor? Mutfağa gidip birkaç parça yiyecek atıştırıyorum. Tezgahın üzerinde yıkanmamış bir su bardağı duruyor. Hemen yıkıyorum. Mutfağım ile odam birbirinin zıttı. Mutfakta düzensiz, kirli, tozlu hiçbir şey yoktur. Çay demliyeceğim. Ocağı yakıyorum çaydanlığı üzerine koyuyorum. Gölgem geliyor aklıma. İşte yanımda. Soruyorum:
-Aynadaki’nin konuşmalarını duydun değil mi?
-Evet, hepsini duydum.
-Saçmaladığını düşünüyorum. İçeri girince aynanın yanına gitmeyeceğim. Sen ne dersin?
-Bana kalırsa anlattıklarını dinledikten sonra karar vermelisin. Dinlersen ne kaybedersin?
Çaydanlıktaki su kaynadı, çayı demledim, ocağı kıstım. Gece bir hayli ilerledi, aksilik bu ya uykum da geldi. Günlerce uyuyamayan, sabahlayan ben şimdi uyumak istiyordum. Aynadakinden kaçışın bir başka yolu olmasın bu? Yatınca gerçek anlaşılacak!
Bir kitap alıp tekrar mutfağa geliyorum. Çayın altını söndürüyorum, bir bardağa çay doldurup içiyorum. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Kitabı üstünkörü karıştırıyorum, okuduğumdan bir şey anlamıyorum. Tekrar odama dönmeye karar veriyorum. Aynanın yanındayım, oradaki konuşuyor:
-Annen seni emziriyor, bak gör! Nasıl hırsla asılıyorsun annenin memesine. İstediğin kadar süt çıkaramamış olmalısın ki başlıyorsun ağlamaya. Kapı açılıyor, içeri girenler senin kardeşin. Üçü de senin gibi erkek. Aranızda ikişer yaş fark var. Yani en büyük kardeşin altı yaşında. Hepsi seni merak ediyor. Uzaktan izliyorlar.
Mutfağa doğru koşturuyorum. Ocağı yanık unuttum sanıyorum. Bakıyorum, düğme kapalı konumda, çaydanlığın altında ateş yok; yani söndürmüşüm. Her ihtimale karşı çaydanlığı ocağın üzerinde alıp tezgahın üzerine koyuyorum. Öyle ya çaydanlık oradayken ocak yanarsa, içindeki su kaynaya kaynaya biter, çaydanlık çatır çatır yanar, en sonunda da kıpkırmızı olup patlar ve evde yangın çıkar... Bu senaryo sadece şimdi değil her gün aklımdan geçiyor.
● ● ●
(Devam edecek)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.