- 392 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Pişmanlığı diri tutmak
"Tevbe bir anlamda da iradeyi elde tutmadır. Kişi ’affedilmem’ diye tevbeyi bıraktığında şeytanın kollarına atılmış olur." Ebubekir Sifil, Riyazu’s-Salihîn derslerinden, Tevbe-İstiğfar (1). "Affetmek münkeri onaylamak anlamına gelmez. Affetmek evvelemirde affedilen şeyin münker olduğunu kayıt altına almaktır." Serdar Demirel, Postmodern Çağda Müslüman Bilincin İnşası’ndan.
Tevbeyi ’günahın terkiyle’ kuyruğu birbirine çok bağlı birşey gibi düşünüyordum eskiden. Yani günahı terket(e)miyorsanız tevbe etmeniz de boş gibi geliyordu. Kapağını bile açmamak lazımdı. Dürüstlük adına... Çünkü bazı tevbeler günahkâr hayatlarınızla altından kalkamayacağınız iddiaları da içinde barındırıyordu. Bile bile yalan söylemek gibi oluyordu. (Çünkü ne kadar tevbe etseniz de bırakamıyordunuz.) Sürekli sözümden döneceksem Allah’a tekrar be tekrar söz vermenin ne anlamı vardı? Hem ayıp değil miydi?
Evet, sözüne kıymet verdiğim insanlar, ’yine de tevbe etmek gerektiğini’ söylüyorlardı. Evet, ben de, bu nasihatlerin haklı olduğunun (en azından bir seziş mesabesinde) farkındaydım. Neticede Rahman’ın kapısından başka gidilecek kapı mı vardı? Elbette yüzüm O’nda kalmalıydı. Elim kulpta durmalıydı. Fakat, ne yalan söyleyeyim, yine de tesirini göremedim bu tavsiyelerin. Uygulamaya geçemedim.
Biz, tevbeyi, bir terkin taahhüdü ve bu ahdin dil ile ilanı/iddiası gibi düşünüyoruz sadece. Bu var fakat bu kadar değil. Tevbe aynı zamanda kötünün kötülüğünün de ilanıdır/şahitliğidir. Yani insan, tevbe ettiği herşeyde, aslında o şeyin kötülüğünü diri tutmuş olur. Bu ne demek? Biraz da şu demek: Eğer tevbelerimiz olmazsa kötü ’kötülüğünü’ (bizce) yitirir. Nötrleşir bizim için. Sıradanlaşır. Meşrulaşır. İşte tevbenin hoş zatıdır ki, kötünün ’kötü’ oluşunu hem hatırlayıp hem de ilan/itiraf edişimizle, içimizde ona karşı buğzu diri tutar. Yerinden oynayan taşları tekrar yerine bırakır. Tevbeyle, dilimizle olsun o kötüye ’kötü’ diyerek, yaşam alanımızın algı alanımızı bozmasına izin vermemiş oluruz.
Bu, ’yaşadığımız gibi inanmak’ ve ’inandığımız gibi yaşamak’ arasında çokça sürçtüğümüz ahirzamanda ayrıca kıymetli birşey. İnandığımız gibi yaşayamasak da (Allah cümlemize yaşamayı nasip eylesin) en azından yaşadığımız gibi inanmaya da ’dur’ diyoruz böylece. Her tevbe şöyle bir cümleyi söylemek gibi yani: "Ben yapıyorum, ama doğrusu bunun yapılmamasıdır, yapmamalıyım!" Veya Kenan Demirtaş abinin bir Nur Penceresi’nde ifade ettiği gibidir biraz da tevbe: "Allahım, biliyorum ve kabul ediyorum ki, bu kötüdür."
Yani, yaptığının kötülüğüne, onu yapmış olmana rağmen yeniden iman ediyorsun. Yahut da onu yaparken bozulan dengelerine yeniden itikadî bir ayar çekiyorsun. Hani hadiste vardır: "Zina eden kimse, zina ederken mümin olarak zina etmez. Hırsızlık yapan kimse, hırsızlık yaparken mümin olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen kimse de, içki içerken mümin olarak içmez. Fakat tevbe (kapısı) açıktır." (Tirmizî, İmân 11 (2627)
Bu mana bizi Müsned’de geçen şu hadise de yaklaştıracak belki: "İmanın kulplarının en sağlamı; Allah için sevmen ve Allah için buğzetmendir." (Ahmed b. Hanbel, 30/488)
İtikat dediğimiz şeyin özü bundan başka nedir ki? Sevilecekleri doğru şekilde sevmek, nefret edileceklerden doğru şekilde nefret etmek. ’Emredildiğin gibi dosdoğru olma hali’ Kur’anî ifadesiyle. Allah’ın helal/haram, hayır/şer, iyi/kötü dairesinin O’nun emrettiği gibi olduğunun tasdiki, ancak insanın duası/ubudiyeti ve tevbesi/takvasıyla kendisini ortaya koyabilen birşeydir: Duayla hayırlı olanı isteriz. Tevbeyle şer olandan Allah’a sığınırız. Kötüye kötü ve iyiye iyi demeye devam ederiz böylece. Yaşadığımız/kaçınamadığımız yanlışın itikadımıza tesir etmesine engel oluruz. İnşaallah.
Dua ve tevbe arasında ’kabul edilmek’ mevzuunda da bir benzerlik var. Nasıl ki, dua için ’kabul edilmedi’ demektense ’vakti kaza olmadı’ demek daha doğrudur; ’terkedişi yerine getirilememiş’ tevbelerde de ’vaktinin kaza olmadığına’ inanmak daha doğrudur. Mürşidim bir yerde bu sadedde der: "Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, ’Dua kabul olmadı.’ Belki denilecek ki, ’Duanın vakti kaza olmadı.’ Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı."
Bu meselenin birinci boyutu. İkinci boyutu ise, tevbenin pişmanlığı diri tutması. İnsan tevbe ettiği sürece o günahı terketmeye dair bir kapı açık bulunur. Kötü ancak ’insanın yapmaktan pişman olduğu’dur. Yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi "Pişmanlık tevbedir." Bu noktada artık tevbe araçsallaşıyor. Asıl diri tutulması gerekenin pişmanlık olduğu anlaşılıyor. Kötüye kötü demeye devam etmek de bu pişmanlığın canlı kalması açısından kıymetli. Günahları normalleştirmek belki de önce tevbelerde yaptığımız fireyle ortaya çıkan birşey. İkinci Lem’a’da yer alan ’herbir günah içinde küfre gidecek bir yol’ uyarısı tam da böylesi sakat bir normalleştirme/meşrulaştırma arayışını ifade ediyor:
"Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
Tevvab isminin ’tekrar be tekrar affeden’ manasına gelmesi bu açıdan ne kadar da anlamlı. Hak Teala zaten bizim tekrar be tekrar çukurlara düşesi bir canlı olduğumuzu biliyor. Bizden, birinci derecede onların terkini, fakat ikinci derecede de belki salt şunu itiraf edebilmemizi istiyor: "Allahım, bu çukurdu. Düştüm. Sen beni kurtarmazsan buradan nasıl çıkabilirim? Çıkış da sendendir."
Bu noktada Hz. Yunus’un (a.s.) münacaatı ne kadar manidardır: "Allahım, senden başka ilah yoktur. Seni kusurlardan tenzih ederim. Ben kendine zulmedenlerden oldum!" (Enbiya sûresi, 87)
O dua içinde Allah’ın ’subhaniyetini’ ayrıca vurgulaması, bize, tevbenin bir diğer özelliğini de haber veriyor: Tevbe olandaki kusuru/kiri üzerimize almaktır. Onu normalleştirerek/meşrulaştırarak kusuru Allah’a da (hâşâ) bulaştırmaktan sakınmaktır. Zaten dikkat ediniz: İtikadında tuhaflıklar oluşmaya başlamış insanların ’itirafa temayül gösteremedikleri’ hataları olur. Kendilerini tenzih etmek pahasına itikadlarına ve (kendilerince) Allah’a bulaştırırlar (hâşâ) o çamuru.
Hasılı: Tevbenin bu yönüyle bize vereceği çok dersler var. Ve tekrarı, günahları terkedemesek bile, durduğumuz yerin ilanı açısından kıymetli...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.