- 368 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kur'an'ın mucize olduğunu nereden biliyoruz?
Yakınlarda üç akademisyenin beraber yayına hazırladıkları Yedi Askı: Arap Edebiyatının Harikaları kitabını okudum. Prof. Dr. Kenan Demirayak, Prof. Dr. Nevzat Hafis Yanık ve Doç. Dr. Nurettin Ceviz, bu kitapta, İslam’ın gelişinden evvel Arap edebiyatının zirveleri olarak kabul edilen ve bu meziyetlerinden dolayı altın suyuyla yazılarak Kabe’nin duvarına asılan yedi şiirin (muallakat-ı seb’a) kısaca analizini yapıyorlar. "Şairleri kimlerdir? Şiirlerin yazılış hikayesi nasıldır? Böyle iltifat görmeye değer ne gibi özellikleri vardır? Araplarda şiirin konumu nedir?" gibi birçok sorunun da cevaplandığı kitapta mezkûr şiirlerin orijinalleri ve Türkçeye çevirileri de var. Kendi adıma ’istifadeli bir okuma’ yaşattığını düşündüğüm eserdeki emekleri için, Allah, üç hocamızdan da razı olsun. (İsmini ilk kez duyduğum ’Ankara Okulu Yayınları’na da böyle bir eseri ilim dünyamıza kazandırdığı için ayrıca teşekkür ederim.)
Bu kitabın bana kattığı en büyük değer, Kur’an’da geçen, "Biz o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır!" hakikatini bir farklı pencereden daha seyretmeme vesile olmasıdır. Peki bunu nasıl başarmıştır? Bunu o döneme kadar yazılmış Arap metinlerinin zirvesi (diğer bir anlamda da en güzel özeti/seçkisi) olan şiirleri tanımama vesile olmasıyla başarmıştır. Çünkü cahiliyede Arapların edebiyat diyebileceğimiz tek şeyi şiirleridir. Başka bir edebî ürünleri yoktur. (Kitabın giriş kısmında bu konuda yeterli bilgilendirme yapılmaktadır.) Bu noktaya mürşidim bir eserinde şöyle dikkat çeker:
"Ceziretü’l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belâğat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat cazibesiyle eslâftan ahlâfa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belâğat metâı idi.
Hattâ bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâğatte akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, Muallâkat-ı Seb’a namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
İşte böyle bir zamanda, belâğat en revaçlı olduğu bir anda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ aleyhisselâmda tıp revaçta idi; mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir sûresine mukabeleye davet etti."
Peki bu davetin neticesi ne oldu? Onun da cevabını metnin devamında alıyoruz: "İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muâraza edebilseydi, Kur’ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular."
Yani küfürde kalmakta ısrar edenler, Kur’an’ın, "Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’dan şüpheniz varsa haydi bir benzerini getirin!" teklifi karşısında çaresizliklerinden dolayı ’muaraza-i bilhuruf/harflerle karşı çıkmak’ yerine ’muhabere-i bissüyufa/kılıçla savaşmaya’ mecbur oldular. Çünkü ona yetişemiyorlardı. Şiirdeki hünerlerine rağmen şuna muvaffak olamıyorlardı. Benzerini yapamıyorlardı. Bu tıpkı, sözlü atışmalar sırasında, muhatabının delilleri karşısında çaresiz kalan kişinin, işi yumruk kavgasına dökmesi gibiydi. Yani, davasında yenilen, hemen ’karşısındakinin fikrini/beyanını baskılama araçlarına’ sarılıyordu.
Ben, işte bu hakikati, mezkûr kitabı okurken daha iyi kavradım. Zira baktım, bu yedi şiirin hiçbirisinin içeriğinin, hem biçim hem de mana olarak, Kur’an’a yaklaşması mümkün değil. Eğer Arap edebiyatının zirvesi bunlar iseler, ki öyleler, açıkça görmek lazım: Bu malzemeden Kur’an gibi bir yemek çıkmaz. Bu eserlerin en seçkin sebzeleri olduğu bir tarladan Kur’an gibi bir meyve yeşermez. O, bunu netice vermez, veremez. Mevzuyu kalbinizde netleştirmek için birkaç örnekle daha açmayı deneyeceğim:
İki masa düşünelim. Bir masanın üzerinde salatalık, domates, biber var. Diğer masanın üzerinde ise şerbeti yeni dökülmüş bir tepsi künefe. Ve birisi yanınıza yanaşıp kulağınıza fısıldıyor: "İşte bu künefe diğer masadaki malzemeden yapıldı." Nasıl alayla gülümsersiniz. Veya bu masalardan birisinde tarhana, ezo gelin ve yayla çorbaları var. Diğer tepside ise testi kebabı. Yine aynı kişi kulağınıza fısıldasa: "İşte bu testi kebabını yapan şunlardan kopyalayıp aldı." Nasıl şaşkınlıkla inkâr edersiniz. Veya bu masalardan birisinde cetvel, pergel, gönye gibi ölçüm aletleri bulunuyor. Diğerinde ise okunmasına kıyılmaz bir güzel şiir. Yine birisi kulağınıza fısıldıyor: "Bu şiiri şunlardan yararlanarak yazdı." Nasıl ’Hadi ordan!’ dersiniz.
Aynen öyle de, Kur’an’ın içeriğiyle, bu şiirlerin içeriği arasında büyük bir mesafe bulunuyor. Öyle ki: Birisinin diğerisinden yapılması mümkün değil. Hem biçim olarak biri diğerine benzemiyor hem de içerdikleri anlam dünyası arasında bir bağ bulunamıyor. Zira o şiirler ya bir sevgiliden ya bir binekten yahut da savaşlardan bahsediyor. Amma Kur’an’ın kuşattığı anlam dünyasını, insanlık, bırakın yalnızca o dönemi, ondört yüzyıldır tefekkür ediyor da sonuna gelemiyor. Yani Kur’an öyle şeylerden bahsediyor, zikrediyor, tarif ediyor ki, öncesindeki malzemeden bu cennet sofrasının çıkması mümkün değil. Ve dolayısıyla da bu iş ’bir beşerin işi’ değil.
İşte, biraz da bu nedenle, mezkûr kitabı okuduktan sonra "Biz ona şiir öğretmedik!" mübarek beyanının dünyamda yeni bir yansıması var. Evet. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ümmetine buyurduğu şeyler şiir değildi. Zira onlardan ilham almamıştı. Şiirlerin hiçbirisi onun sözlerine yaklaşamıyordu. Onun isabetle her köşesinden haber verdiği, sınırlarını çizdiği, sırlarını söylediği ve ondört yüzyıldır insanlığın anlaya anlaya bitiremediği zengin anlam dünyasının, öncesindeki şu basit malzemeyle yapılabilmesi mümkün değildi. Onun mübarek dili, kalb-i beşere hutur etmemiş, hiçbir insanın daha önce aklına gelmemiş ve vahiysiz bir o kadar zaman daha geçse yine gelmeyecek hakikatlerden haber veriyordu. İşte, bu ’daha öncesinden aşkınlık’tır ki, müşrik Arap ediplerini çaresiz bırakıyordu.
Şimdi, kimin bu yazıdan şüphesi varsa, mezkûr kitabı alıp şöyle bir okumasını tavsiye ederim. Aleyhissalatuvesselamın ümmetine beyanının ’bir beşerin düşünüşü’ olmayacağının en açık delili orada saklıdır bence. Nasıl? Belki biraz şöyle: Beşer ancak öncesindekinin üstüne koyarak yeni birşeyler yapar. Ancak kendisinden önce söylenmişlerin duvarına yaslanarak ilave birşeyler söyler. Esinlenir. Etkilenir. Geliştirir. Kur’an’ın kendisinden önceki Arap edebiyatıyla böyle bir ilişkisi yok. Alın. Okuyun. Karşılaştırın. Siz de o yedi şiirden birinin şairi olan Lebid’in kızı gibi yapmaktan kurtulamayacaksınız. Hani o babasının şiirini Kabe’nin duvarından indirirken demişti: "Ayetlere karşı bunun bir kıymeti kalmadı!" Ve babası da kendisine neden artık şiir yazmadığını soran Hz. Ömer’e (r.a.) şöyle cevap vermişti: "Allah, Bakara ve Âl-i İmran sûrelerini gönderdikten sonra, daha bana şiir söylemek düşmez."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.