- 1946 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bazı dengesizlikler iyi gelir
Mübarek metinlerin aşinası olanlar bunu zaten bilirler ya, yine de, ’sanki bilmezler de varmış gibi’ girizgâhımızda arzedelim: Kur’an’da ’azap ayetleri ile mükâfat ayetleri’ veya ’cehennem ayetleri ile cennet ayetleri’ veya ’korku veren ayetler ile ümit verici metinler’ birbirlerine çok yakın kullanılırlar. Cennetten bahsedilirken birden cehenneme geçilir bazen. Bazen de cehennemden bahsedilirken birden cennete geçiş yapılır. Müfessirler, Kur’an’daki bu geçişken yapının, tabir-i caizse ’örgü’nün, hikmetini ’celal-cemal dengesi’ veya ’havf-reca ortasında bulunmak’ ile açıklarlar. Peki ne demektir ’celal-cemal dengesi’ veya ’havf-reca ortasında bulunmak?’ Onu da bencileyin şöyle anlıyor/anlatabiliyorum:
Evvelinde İmam-ı Gazalî’nin (r.a.) sonrasında daha birçoklarının ve hassaten Bediüzzaman’ın da altını çizdiği bir mahiyeti var insanın: Üç türlü ’açlık’ sinesine konulmuş durumda. Üç türlü ’dengesizlik’ de diyebiliriz bunlara. Ve ömrü boyunca insan bu bağışlanmış ’dengesizlikler’ ile hayata tutunuyor. (Bediüzzaman bunu ’had konulmamış kuvveler’ diyerek ifade eder.) Onların istikametini tutturmaya çalışıyor. Bununla sınanıyor. Ve zaten şeriat da ona bunu öğretmek için nazil oluyor. Nedir peki onlar? 1) Kuvve-i gadabiye/Korunma güdüsü. 2) Kuvve-i şeheviye/Elde etme güdüsü. 3) Kuvve-i akliye/Zararlıyı faydalıdan ayırabilme güdüsü. Evet, işte, bu üç türlü kuvve ile insan varlığını devam ettirebiliyor.
Ancak, bu güdülerde fıtraten sınır olmayışı bizi, onlarda, bir açıdan kararsız/dengesiz kılıyor. Korunma güdüsüyle ne kadar ileriye gidebiliriz? Ne kadar geride kalabiliriz? İki tarafa doğru da uçlar açık görünüyor. Bize sınır çizecek bir mizana ihtiyacımız var. Akıl? Akıl her yerde işimizi görmüyor. Hayatta öyle şeyler var ki, akıl o an doğruyu-yanlışı kendince tayin etse de, zaman aynasında tecellisi başka oluyor. (Pişmanlıklarımız şahidimizdir.) İşte tam da bu noktada dinlerin lüzumu ortaya çıkıyor. Evet, din, Rabb-i Rahim tarafından kullarına ’akıl gözlerinin yetişemeyeceği yerlere kadar’ eğrinin-doğrunun gösterilmesidir.
Böylece zeka basirete dönüşür. Bu üç kuvvede dengeyi tutturmayı ’istikamet’ olarak ifade ederiz biz. Ve esasında Fatiha-i Şerife’de ’Bizi sırat-ı müstakime ilet!’ derken bu manayı da kastederiz. (Daha doğrusu, şuurunda olmasak bile, kastedilen manalardan birisi de budur.) Bu duamız, bizim, içimizdeki dengesizliklerden, iki uca gidebilirliklerden, yani ifrattan ve tefritten Allahımıza sığınmamızdır.
’Celal-cemal dengesi’ne geri dönelim şimdi. İşte, Cenab-ı Hakkın içimize koyduğu bu kuvvelerin bir özelliği de, ’kendisi ezilip yeniverilince sokmasından şifa bulunan bir böcek’ misali, birbirlerini durdurabiliyor oluşlarıdır. Bir insan kuvve-i şeheviyesi icabınca ’para kazanmayı’ sever. Fakat bu para kazanma hırsı nerede duracaktır? Başkasının cüzdanına da el atmasına sebep olacak mıdır? Tam da bu noktada kuvve-i gadabiye devreye girer. Hırsızlığın bir cezası vardır. Hem bu dünyada hem de ahirette mesuliyeti vardır. Bu mesuliyet hissi insanın vicdanında parlamaya başladığı anda hırsızın şehveti geri çekilir. Yani, tabir-i caizse, kuvve-i şeheviye üzerine biraz kuvve-i gadabiye ekmek onun aşırılığını alır.
Yahut da tam tersi. Kuvve-i gadabiyesi ile insan, aralarında düşmanlık olan birisine karşı, ’ileri gitmek’ arzusuna kapılabilir. Ondan gördüğü herhangi bir zarar için canına kastedebilir. Bu noktada elini bu işten ne tutacaktır? Sadece aklının gücü buna yetecek midir? Hayır. Aklın gücü tek başına buna yetmez. O zaman da kuvve-i şeheviyeden yardım alınır. O insanın ’hayatta kalmaya değer faydaları’ nefse hatırlatılır. Veya o insanın ölümünden görülecek menfaat yitimleri kalbe fısıldanır. Vicdanın telleri onunla titretilir. İyilikleri hatırlatılır.
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir!" buyuran Fussilet sûresi de aslında bu formülü öğütler bizlere. Çünkü, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, muhatabın kuvve-i gadabiyesine kuvve-i şeheviye merhemini çalmaktır. Çok düşmanlık vardır ki bir güzel iyilik hatırına bağışlanır.
Belki biraz da bu hikmetle, Cenab-ı Hakkın Esmaü’l-Hüsnası, ’celalî isimler’ ve ’cemalî isimler’ olarak ikiye ayrılır. Celalî isimlerinden faydalı bir korku alırız. Cemalî isimlerinden bize gerekli bir ümit yudumlarız. Şifanın bizde yaratılması için her ikisinden de aynı ölçüde tadabilmek gerekir. Birisindeki ifratımız, yine Kur’an’da buyrulan, "O çok hilekâr şeytan da Allah’ın kerem ve merhametini ileri sürerek sizi aldatmasın!" veya "Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!" sırlarına masadak olur. Doğrular. Evet. Allah’ın yalnız cemalîni gören, celalîni inkâr eden, günahı günah olarak bilse de sonuçlarından çekinmez. Tersi de mümkündür.
’Havf-reca’ yani ’korku-ümit’ arasında kalmak bu yüzden insan için şifalıdır. İçimizdeki dengesizlikler, işte, bu üçüncü dengesizlik sayesinde dengelenir. Şifalanır. Bu ’arada kalmışlık hissi’ sayesinde diğer iki kuvvemiz bir yere yaslanmışlık kuvvetini tadamaz. İfratına koşamaz. Oraya doğru coşamaz. Bir ona dokunur bir de şuna. Bir ondan kuvvet alır bir de şundan. Bir o ayağına yaslanır bir şu ayağına. Ve bu ağırlık paylaşımı sayesinde, tıpkı sensörleri sayesinde yolun iki kenarını birden hissedebilen bir otomobil gibi, şeridinden sapmadan gider.
Neler neler konuştuk fakat, arkadaşım, ben asıl anlatmak istediğime gelemedim. Bitirirken az da olsa dokunuvereyim. Bu yakınlarda Kur’an’da Fussilet sûresinin 47. ayetini farkettim. Kısa bir mealiyle buyruluyor: "Kıyamet zamanını bilmek ancak Allah’a havale edilir. Onun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz."
İşte, ben, bu ayette yukarıdaki sırrın bir boyutunu keşfettim. (Allahu’l-alem.) Çünkü, dikkat buyurunuz, ayet-i kerime ’kıyameti’ anıp bırakmıyor. Hemen ardından ’meyvenin çıkışını’ ve ’devenin doğuruşunu’ da hatırlatıyor. Bu ne demek? Bence biraz şu demek: Kıyametten onu büsbütün yokluğa gidişmiş gibi görüp korkmayın. O da kainattaki bu tarz tasarruflarımızdan birisidir. Nasıl tomurcuklardan meyve çıkar, bir dönüşüm yaşanır, eşik atlanır; aynen öyle de; dünyanın da meyvesi tomurcuğunu çatlatır, bir dönüşüm başlar, eşik atlanır.
Devenin doğumu gibi bir doğumdur kıyamet de. Mübarek bir sancıdır. Ve aslında böylesi sancılı süreçlerin tamamında benzeri doğumların şahitliği yaşanır. İşte, kanaatimce, ayet-i kerimede kıyametten-meyveye inen bir düzlemde, bize bir kanun öğretiliyor. Ve birisinin korkusu diğerinin ümidiyle dengeleniyor. Aynı kanunun ’en kapsamlı tecellisi’ olan kıyametin celalî korkusuna, ’en küçük tecellilerinden birisi’ olan meyvenin merhemi çalınıyor. Belki, mürşidimin, "Nevide celalîdir, fertte cemalîdir!" cümlesinin bir yüzü de buraya bakıyor. Olamaz mı arkadaşım?
YORUMLAR
Ömrünüz, güzel gönlünüz, güzel gönüllü okuyanlarınız, manaya varanlarınız bereketli olsun inşa Allah.