- 614 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YIRTIK AYAKKABI
İlçe merkezine yakın, küçük ve sevimli bir Ege kasabasının sağlık ocağına tayin olmuştum. Eşim ise SSK Hekimiydi ve kasabaya otomobille on beş dakika uzaklıktaki komşu ilçenin dispanserinde çalışacaktı.
Sağlık Ocağı, etrafı fıstık çamlarıyla çevrili, iyi düzenlenmiş geniş bir bahçenin caddeye yakın kenarındaydı. Ocağın arkasında kalan, etrafında çeşit çeşit meyve ağaçlarının dikili olduğu yarım dönümlük alan, sağlık memuru Macit’in mesai sonralarını değerlendirdiği hobi bahçesi idi. Bahçenin üst köşesinde ise dış duvarları buz beyazına boyanmış ve çatısı parlak kırmızı kiremitlerle örtülü iki katlı lojman yer alıyordu.
Lojmana yerleşmiş ve uzun arayışlar sonunda en önemli sorunumuz olan, oğlumuzun bakıcı ihtiyacını da nihayet çözüme kavuşturmuştuk.
Lojmanın ön tarafında edalı bir genç kız gibi saçlarını yerlere kadar uzatan bir salkım söğüt vardı. Sıcak yaz günlerinde, bahçede oynaşan çocukları yakıcı güneşten koruyan güvenli bir sığınaktı. Bu geniş bahçenin bir kısmını da yan komşumuz jandarma karakolu içtima ve eğitim alanı olarak kullandığından, lojman sakinleri için gün çok erken başlardı.
Nif dağlarının eteklerine yaslanıp, Küçük Menderes ovasının yılda birkaç kez ürün alınabilen bereketli topraklarına sere serpe uzanan bu kasabaya hemen ısınmıştım. Kısa sürede birçok insanla tanışmış ve yeni dostlar edinmiştim.
Dağın eteklerinden şoseye kadar uzanan bilgeliğin, cömertliğin ve arılığın timsali zeytin ağaçlarını, biraz aşağısında yeşil bir yazmanın kenarlarını süsleyen dantel gibi sıralanmış üzüm bağları ve mandalina bahçeleri kucaklıyordu.
Kasabanın üst tarafında nice ayrılıklara, kavuşmalara, sevinçlere ve hüzünlere tanıklık eden, bir buçuk asra yakın bir zamanın hikayelerini biriktiren küçük, sevimli ve tenha bir tren istasyonu bulunuyordu. Canlılığın arttığı hasat zamanlarında, istasyondan geçen trenlerin coşkulu düdük sesleri kasabaya adeta panayır havası katardı.
İstasyonun karşısında yer alan şehitler anıtı, Büyük Taarruzdan kaçan Yunan askerlerinin öç almak için, yirmi kadar sivil yurttaşımızı acımasızca yakarak şehit ettikleri yerin üzerinde yükseliyordu. Her kurtuluş gününde burada askeri tören düzenlenir, anma konuşmaları yapılır, şehitliğe çelenkler konulurdu. Törenlere halktan da hatırı sayılır bir kalabalık katılırdı. Bir manga askerin hizaya geçip, komutanın “ateş!” komutunu takiben yaptıkları silah atışlarını, kasaba çocukları heyecan ve hayranlıkla seyrederlerdi.
İstasyonun aşağısına doğru uzanan geniş caddenin iki yakasında, varlıklı insanların oturduğu özenle inşa edilmiş bahçeli evler ve apartmanlar, yaşlı ağaçların gölgesinde serinleyen ve etrafı zakkumlarla çevrili küçük bir park, çırçır fabrikaları, bankalar, mağazalar, belediye diğer resmi daireler, meyhaneler ve kahvehaneler yer alıyordu. Ana caddenin sol yanına uzanan sokakta ise kasabanın hareketliliğine bir orkestra edasıyla katılan demirciler, tamirhaneler ve marangozhaneler sıralanıyordu.
Kasabanın merkezinde ikamet eden yerli ahaliden pek çoğunun sayfiye yerlerinde yazlıkları ve şehir merkezinde de evleri vardı. Merkezden uzaklaştıkça, yoksulluk da o nispette artıyordu.
Saz ve toprakla örtülü çatıları, cırtlak renkli duvarları, at arabaları, daracık sokakları, sokaklarda yarı çıplak koşuşturan esmer tenli sümüklü çocukları ve sakinlerinin ikide bir incir çekirdeğini doldurmayacak meselelerden mütevellit, saman alevi gibi parlayıp sönen kavgaları ile kasabadan ayrılan Gülçiçek mahallesinde, roman vatandaşlar meskundu.
Romanların, yorgun yaz akşamlarının dinginliğini delen çalgılı çengili eğlenceleri çok uzaklardan bile duyulur, gelecek kaygısından uzak, her daim günü yaşayan gülçiçek mahallesinin neşesini hiçbir şey bozamazdı. Bir keresinde Hamal Hasan, Zurnacı Raci ve şürekası Gogocu Haydar’ın vasiyetini yerine getirmek için, mezarı başında çalgı çalıp, esrar içmişler ve bu son görevlerini ciddiyetle yerine getirmişlerdi.
Bunların az bir kısmı geçimini çalgıcılıkla temin eder, büyük çoğunluğu ise kış aylarında aldıkları avansların karşılığını ödemek üzere tarlalarda çalışırlardı. Bu ödeme şekli toprak sahiplerinin de işine gelir, romanların iş gücünü kış aylarında bir nevi ipotek altına alarak işçi ihtiyaçlarını gün evvelinden garantilemiş olurlardı. Fakat Roman işçilerin sayısı toprak sahiplerinin ihtiyacını karşılamaktan uzaktı.
Yıllar öce, terörün ve yoksulluğun vurduğu Doğu illerinden göç eden, hatırı sayılır bir nüfus da kasabanın bir kenarında aşiret düzeninin hâkim olduğu bir getto oluşturmuştu. ilk zamanlarda tarlalarda, çiftliklerde ve inşaatlarda çalışan bu insanların kimisi esnaf, kimisi bir zanaat sahibi olmuş, kimisi de dayıbaşılığa soyunmuştu.
Toprak sahiplerinin ırgat ihtiyaçlarının çoğunu, pazarladıkları emeğin karşılığı olarak, mevsimlik işçilerden hatırı sayılır bir komisyon kesen dayıbaşılar karşılardı. Bu durum Doğunun kadim ağalık düzeninin farklı bir kılığa evrilmesinden başka bir şey değildi.
Dayıbaşılar iyi para kazanırlar, emek harcamadan kazandıkları bu paraların çoğunu da içki sofralarına, çalgılı meyhanelere ve aşüfte kadınlara bonkörce harcarlardı.
Bu küçük yerleşim yerinin Türkmenler, Çerkezler, Balkan göçmenleri, Kürtler, Romanlar ve Anadolu’daki geçmişleri on dokuzuncu yüzyıla dayanan Afro-Türkler’den oluşan sosyo-kültürel dokusu oldukça renkliydi.
Aşağı taraflarda, meskûn mahallin bitiminden itibaren, bazı büyük arazilerin içerisine kurulmuş olan, kasaba eşrafına ait büyükbaş hayvan çiftlikleri ve Küçük Menderes ırmağının kollarından beslenen, göz alabildiğine uzanan mümbit topraklar yer alıyordu. Mısır, pamuk, karpuz, domates ve tahıl ekili tarlalardan oluşan muhteşem manzara, gözlere el emeğinin ve alın terinin tarifsiz bir armonisini sunuyordu.
Dayıbaşılar, yazın başından itibaren, giderek artan bir şekilde mevsimlik işçileri kasabaya getirmeye başlar ve yerleşik nüfusun iki katını aşan bir kalabalık oluşurdu. Kasabadaki bu canlılık pamuk ve zeytin hasadının tamamlandığı Kasım ayının sonuna kadar sürerdi.
Terörün ve yoksulluğun vurduğu Doğunun bu bahtsız insanlarını, yüzlerce kilometre uzaklardan, çoluk çocuklarıyla birlikte kurbanlıklar gibi kamyon kasalarına sıkış tepiş doldurarak getirirler, meskûn mahallin birkaç yüz metre uzağındaki boş bir araziye kurdukları derme çatma çadırlara yerleştirirlerdi.
Su, elektrik, hela gibi en temel ihtiyaçlardan mahrum bu mülteci kampını andıran geçici mahallenin hali içler acısıydı. Sulak arazide üreyen sivrisinekler çadırları istila ederdi. Kızamık döküntüsü gibi bedenlerini kaplayan sinek ısırıkları, burada barınanların adeta alamet-i farikası idi. Çadırların aşırı sıcak olması ve yorgunluğun tetiklediği Zona, en sık karşılaştığımız hastalıktı. Sıcak çarpmalarına ve zaman zaman ortaya çıkan ishal salgınlarına karşı her daim teyakkuz halinde olur, sıtma hastalığının görüldüğü şehirlerden gelenlerden, laboratuvara göndermek üzere kan örnekleri alırdık.
Pejmürde kıyafetli, dağınık saçlı, yanık tenli ve çelimsiz ırgat çocuklarının hemen hepsinde bulunan parazit lekeleri, kaderlerinin tezahürü gibi yanaklarında parlar, çocukların eli iş tutabilenleri ana babalarıyla birlikte tarlalarda çalışır, küçük olanlar ise kendilerinden daha küçük olan kardeşlerinin bakımlarını üstlenirlerdi.
Oysa okullar açılmış ve kasabanın çocukları yeni bir heyecanın içine çoktan girmiş olurlardı. Bereketli topraklar üzerindeki zenginlik ve yoksulluğun bu iç içe geçmiş çelişkiler sarmalı ve arkasındaki dram, en çok da yoksul çocukların simalarında belirginleşiyordu.
Günlerden Pazardı, Temmuz sıcağı ortalığı kasıp kavuruyor, yaprak kımıldamıyor, Küçük Menderes ovasını kaplayan nemli havadan dolayı çevredeki köyler ve uzaklarda ovayı çevreleyen Aydın dağları güçlükle seçilebiliyordu.
Böyle zamanlarda sokaklar boşalır, hayat adeta durur, römorklarında işçileri taşıyan traktörlerden ve merkez kıraathanesinin önündeki yaşlı çınar ağacının gölgesinde ezanı bekleyen birkaç ihtiyardan başka ortalıkta kimse görünmezdi. Kasabanın aksine, ovadaki hayat bütün canlılığıyla sürüp giderdi.
Radyo ve televizyonlardan Kuzey Afrika’dan gelen sıcak hava dalgası nedeniyle vatandaşların tedbirli olmalarına dair anonslar yapılıyordu. Eşim Seda hafta boyunca biriken ev işlerini bitirmeye çalışıyor, ben de elimden geldiğince ona yardım ediyordum. Bahçedeki salkım söğüdün gölgesinde oynaşan oğlumuzu arada sırada gözetleme görevini de üstlenmiştim.
Sıcaktan mahmurlaşan gözlerim bir ara uykuya yenik düşmüş, salondaki kanepenin üzerinde uyuyakalmıştım. Birden Seda’nın çığlıyla uyandım, bir yandan üzerimdeki sersemliği atmaya, diğer yandan da sesin ne taraftan geldiğini anlamaya çalışıyordum.
Sesin balkondan geldiğini fark edip, içimi kuşatan endişe ve merakla Seda’nın yanına koştum. Panik içinde ve durmadan “Semih yetiş!” diye bağırıyor, aşağıdan henüz dört yaşını doldurmuş olan oğlumuz Caner’in ağlama sesi yükseliyordu. Sanki bir çift el kalbimi avuçları arasına alıp sıkıyor, nabız atışlarım vücuduma darbelerini indiriyor, üzerimdeki sersemlik ve beynimi zapt eden panikten sıyrılmakta zorlanıyordum.
Seda’nın omuzlarını kollarımın arasına aldım. Rengi bembeyaz kesilmiş ve nutku tutulmuş, gözleri yerinden fırlayacak gibi hareketsiz bir halde bana bakıyordu.
---- ne oldu Seda neyin var? Sakin ol biraz, hadi anlat bana, ne oldu?
Meraktan çıldırmak üzereydim.
Derken kendini biraz toparlayıp, yaşadığı şokun sebebini titrek bir sesle anlatmaya başladı,
---- On yaşlarında bir çocuk az önce Caner’e bıçak çekti ve beni görünce korkup parka doğru kaçtı. Sözünü tamamlamasını beklemeden yerimden fırladım ve merdivenleri üçer beşer atlayıp, telaşla oğluma koştum. Ona sımsıkı sarıldım, ıslak yanaklarından defalarca öptüm. Sonra bir zarar görüp görmediğini anlamak için minik bedenini korku ve endişeyle kontrol ettim. Sorun gözükmüyordu,
---- Şükürler olsun! Şükürler olsun!
---- Tamam oğlum, tamam aslanım benim, artık geçti
Diyerek tekrar sarılıp yanaklarından öptüm ve annesinin kucağına verip, çocuğun kaçtığı tarafa doğru yöneldim.
Bu arada Seda karakola telefon açarak durumu bildirmiş jandarma minibüsü benden önce parka ulaşmıştı. Ancak parkta oynaşan birkaç küçük çocuktan başka ortalıkta kimse görünmüyordu. Bu sırada kısa boylu, yanık tenli, saçları özensiz bir şekilde tıraş edilmiş ve doğu aksanıyla konuşan sekiz yaşlarında bir çocuk uzman çavuşa yaklaştı,
---- Amca, biraz önce bir çocuk şu tarafa doğru koşuyordu. Ben onu tanıyorum sizi ona götürebilirim
Bunun üzerine seyrek ve kısa saçlı, orta boylu, geniş omuzlu, tıknaz görünümlü ve bu görünümüyle çayır pehlivanını anımsatan uzman çavuş, olduğundan daha ciddi bir tavır takınarak,
---- Hadi öyleyse, atla arabaya koçum
Dedikten sonra koltuk altlarından kavrayıp, çocuğu minibüse bindirdi. Sonra bana dönerek,
---- Hocam siz bu sıcakta yorulmayın, biz çocuğu yakaladığımızda size haber veririz
Diyerek, aceleyle harekete geçmeye hazır bekleyen minibüse binerek, oradan uzaklaştı.
Evde merak içinde karakoldan gelecek haberi bekliyordum, kafam allak bullaktı, zihnimde dolaşan sorunun yanıtını arıyordum. Seda evdeki işleri öylece bırakmış, Caner’le ilgileniyor ve onu rahatlatmaya çalışıyordu.
Aradan bir saate yakın bir zaman geçmişti ki, telefonun sesine irkildim. Arayan karakol komutanı kıdemli Başçavuş Hasan’dı.
Buğday tenli, orta boylu, kilosu boyuyla uyumlu, elmacık kemikleri çıkık, gözleri hafif çekik, güler yüzlü bir insan olan Başgedikli Hasan, kasaba halkı ve askerler tarafından da sevilirdi.
Pek çok adli olayda, işim gereği teşriki mesaide bulunmuş olduğum ve bu süreçte aramızda sıkı bir dostluk gelişen Başçavuş,
---- Doktorum geçmiş olsun, sizinki burada, buyurun gelin.
Hemen karakola gittim. On yaşındaki bir çocuğu böyle bir davranışa iten sebebi merak ediyordum.
Duvarları gri renge boyalı soğuk görünümlü tek katlı karakol binasına bahçe kapısındaki nöbetçiyi selamlayarak girdim. Her adımında bir komut içeren levhanın asılı olduğu uzun koridordan geçip, bekleme salonuna yöneldim. Gözlerim çocuğun ailesinden birilerini aradı ama ön duvarındaki küçük pencereden sızan güneş ışığının aydınlattığı loş ve rutubet kokulu bekleme salonundaki tahta sandalyelerin boş olduğunu gördüm.
Sonra kapıyı çalıp, Başçavuş Hasan’ın odasına girdim. Başçavuş odada yalnızdı, masanın üzerinde ve arkasındaki duvarda asılı üniformalı Atatürk portresinin alt hizasındaki raflarda birikmiş bir yığın evrak ve dosya vardı. Yüzündeki yorgunluğu tebessümle maskeleyip, beni odaya davet etti.
Ufaklığa sahip çıkacak kimsenin olmayışı, bize yaşattığı travmaya rağmen içimi burkmuştu.
---- Komutan, nerede şu bizim küçük fail?
---- Arka odada, hele bir oturun doktor bey, birazdan görüştürürüm sizi.
Başçavuş, masanın altındaki butona bastı ve ardından odaya girip topuk selamı veren askere çay getirmesini söyledi. Asker odadan çıktıktan sonra başını yana eğerek,
----aman doktor bey, gözünü seveyim fazla haşlama, başımıza bir iş çıkarma ne olur.
Başçavuşa hayret ve teessüfle baktım, ellerimi yanlara doğru açarak,
---- merak etmeyin siz, o bir çocuk, olur mu öyle şey?
Çaylarımızı içtikten sonra çocukla görüşmek için müsaade isteyip, arka odaya geçtim. Kapıyı açtığımda göz göze geldik. Korkuyla bana bakıyor, solgun yanaklarından yaşlar süzülüyor, gözlerini yüzümle ellerim arasında endişeyle gezdiriyor ve korkudan zangır zangır titriyordu. Üzerindeki rengi sararmış atlet terden sıska bedenine yapışmıştı, ayakkabılarındaki yırtıklardan parmakları görünüyordu.
Bu sırada bana karakoldan hiç kimsenin eşlik etmemesinden rahatsızlık duydum, odanın kapısını açık bırakıp içeri girdim, yavaş adımlarla ilerleyip karşısındaki koltuğa oturup,
----Adın ne senin oğlum
Kısık ve mahcup bir sesle yanıtladı,
---- Salih
----benden korkmana gerek yok Salih, yaptığın yanlış davranış elbette bizi çok üzdü ama senden hesap sormak için gelmedim. Hem öyle bir niyetim olsaydı komutan da buraya girmeme izin vermezdi. Yalnızca biraz konuşmak ve seni tanımak istiyorum, hepsi bu. Burası hem çok sıkıcı hem de çocuklar için uygun bir yer değil. Komutan izin verir, sen de kabul edersen pastaneye gidip orada konuşalım, olur mu, ister misin?
Bir parça sakinleşmiş, ellerindeki titremeler hafiflemiş, göz yaşları da dinmişti. İnce bir tebessümle başını öne eğdi ve korkudan kuruyan dudaklarından ürkek kelimeler döküldü,
---- Olur amca, nasıl istersen.
Başçavuşa seslenerek müsaade istedim, memnuniyetle karşılık verdi ve oradan ayrıldık.
Biraz ötedeki Flamingo pastanesinin önündeki gölgelikli bir masaya oturduk. Pastane sakindi, bizden birkaç masa uzaktaki masada iki delikanlı aralarında şakalaşıp sohbet ediyorlardı. Arada bir de Pastacı Fahri, yan tarafımızdaki dondurma dolabının başına geçip küçük müşterilerine külahta dondurma veriyordu. O sırada altı yaşlarında, sarışın, dalgalı saçlı, mavi gözlü, çilli suratlı ve “r” harfini söyleyemeyen bir çocuk elindeki madeni parayı uzatarak
---- elli kuyuşluk oluy mu?
Diye sordu. Fahri,
---- oluy, oluy. Al bir topta benden olsun.
Diyerek külaha iki top dondurma koyarak ufaklığa uzattı.
Salih’le birbirimize bakıp gülümsedik. Korkusu geçmiş ama üzerindeki çekingenliği henüz atamamıştı.
Ona, canı ne isterse yiyebileceğini, çekinmemesini söyledim. Başını yere eğerek,
---- ama amca ben biraz önce oğluna çakı bıçağımı gösterip, evden para getir bana diye tehdit ettim, şimdi sen bana ne diyorsun! Olur mu hiç! Olmaz, valla yiyemem.
Duymazdan gelip, garsona iki tane keşkül üstü dondurma getirmesini söyledim, ardından
---- İkram geri çevrilmez, ayıp olur
Diyerek rahatlatmaya çalıştım. Tatlılarımızı yerken bir yandan da nereli olduğu, nerede oturduğu, okula gidip gitmediği, kaç kardeşi olduğu gibi sorular soruyordum.
Viranşehirli kalabalık bir ailenin çocuğuymuş. Ailesi mevsimlik işçi olduğundan çadırda kalıyorlarmış. Okula ancak birkaç ay gidebilmiş, rızkın peşinde orası sen burası ben sürekli yer değiştirdiklerinden devamını getirememiş.
Zeki bir çocuğa benziyordu, uzun kirpiklerin arasındaki koyu kahverengi gözleri parıl parıldı. Bugün işlediği cürüme rağmen o bir çocuktu ve bütün çocuklar gibi o da masumdu.
Çocuğun yüzüne tebessümle baktım,
---- Salih sen iyi bir çocuksun, zekisin, akıllısın, bugün yaşadığın olaydan kendine bir ders çıkaracağından eminim, bir daha böyle bir hataya düşmeyeceğine yürekten inanıyorum.
Bu sözlerim onu daha da rahatlatmış, kolları ve bacakları gevşemiş, sarkık omuzları yukarı kalkmış, başı dikleşmiş ve üzerinde büzülerek oturduğu turuncu sandalyede körpe bir çiçek gibi açmıştı. Gözlerimin içine bakarak,
---- yapmam amca, bir daha yapmam
Derken gözleri doldu ve başını yere eğip bir süre öylece durdu. Omuzuna elimi yavaşça dokunup,
---hadi şöyle biraz yürüyelim
Bir süre yürüdükten sonra ayakkabıcı Behçet’in dükkânın önüne geldik. Kapının sol tarafındaki bayan ayakkabılarının sergilendiği vitrini geçip, sağdaki rengarenk çocuk spor ayakkabılarının önünde elini tuttum ve bir süre öylece durdum. Bakışları, üzerinde kırmızı şeritler olan beyaz ayakkabıya takılıp kalmıştı.
----Hadi şuradan sana bir ayakkabı beğenelim
Dediğimde kararlılıkla elini çekti ve
----olmaz amca, masraf etme, babam yevmiyeleri eline geçtiğinde bana ayakkabı alacak zaten
Israr ettim,
----Amca o zaman terlik al yeter
Ama ben o kırmızı şeritli ayakkabıda kararlıydım. Kapıyı araladım, burnumu mis gibi yeni ayakkabı kokuları sarmıştı. Salih’in elinden tuttum ve birlikte içeri girdik.
Aradan birkaç gün geçmiş, yoğun bir günün ardından akşam olmuş, eve gelmiştim. Seda, sevinçli bir ses tonuyla
----bugün çok güzel bir şey olmuş
Dedi ve anlatmaya başladı. Caner bakıcı kadınla beraber bahçedeymiş, o sırada Salih bahçe kapısının demir parmaklıkları arasından Caner’e seslenerek “senden özür dilemeye geldim, bundan sonra seni ben koruyacağım, benden korkma, sen benim kardeşimsin” demiş ve oradan ayrılmış. Anlatılanlar karşısında duygulandım ve
---- Aferin Salih’e, iyi bir insan olacak inşallah. Behçet’in dükkanında bana masraf ettirmemek için çırpınışlarını, mahcubiyetini ve gözlerindeki samimiyeti bir görmeliydin Seda. Mayası sağlam bir çocuk o.
Bu olaydan bir süre sonra oğlumuzun eğitimini de düşünerek, tayinimizi İstanbul’a yaptırmıştık. Aradan uzun yıllar geçmiş, Caner üniversiteden mezun olmuş, İstanbul’da doğan kardeşi ise lisenin son sınıfına geçmişti.
Eşimle tatilden dönüyorduk ve üzerinde seyrettiğimiz otoyol kasabaya yakın bir noktadan geçiyordu. İçimde eski dostlarımızı ziyaret etme arzusu doğdu, birden hoş bir heyecana kapıldım ve otoyoldan ayrılıp direksiyonu kasaba yönüne kırdım.
Cadde sakindi, kenarlarındaki fidanların her biri şimdi koca birer ağaç olmuş, gölgesiyle caddeyi serinletiyordu. Otomobilin hızını yavaşlatıp, bir yandan etrafa göz atıyordum. Merkez kıraathanesinin önüne gelinceye kadar kaldırımda birkaç tanıdık simaya rastladım, Seda’ya dönüp, “yaşlanmışlar” dedim. Onlar beni fark etmemişlerdi. “Fark etselerdi onlar da benim için aynı şeyi söylerdi” diye düşündüm.
Havada Eylül ayının ılık bir esintisi vardı, rüzgâr yaşlı çınarın yapraklarını sürüklüyor, yandaki kara fırından buram buram ekmek kokuları geliyordu. Karşı taraftaki meyhane kapalıydı ve bina harap görünüyordu, sarı renkli belediye binası maviye boyanmıştı. “Çok bir şey değişmemiş” diye düşündüm ve bundan mutluluk duydum.
Arabadan inip, çınarın altındaki masaya oturduk ve siparişimizi verdik,
---- bize iki orta kahve
Biraz sonra garson, yüzüme dikkatlice bakarak kahveleri masaya bıraktı ve düşünceli bir yüz ifadeyle birkaç metre ötedeki masanın yan tarafındaki sandalyeye oturdu. Elindeki kalemle oynuyor ve arada sırada kaçamak bakışlarla beni süzüyordu. İçeriden tavla taşları ve zarların şakırtıları geliyor, birisi “haydi kemik!” diyerek bağırıyor, diğeri “zar tutuyorsun” diye itiraz ediyor, yancılar da tavla oynayanları kızıştırmaya çalışıyordu.
Kahvelerimizi getiren uzunca boylu, gür kaşlı, uzun kıvrık kirpikli, ince bıyıklı, yüz hatları orantılı otuz yaşlarındaki genç adam bir ara içeri girip müşterilerle ilgilendi ve dönüp aynı sandalyeye tekrar oturdu. Bu sefer gözlerini kaçırmıyor, dikkatle yüzüme bakıyordu. Bir an göz göze geldik ve ayağa kalkıp sordu,
----Affedersiniz beyim, siz Doktor Semih Bey misiniz?
-----Evet,
Kollarını yanlara açıp, coşkulu bir ses tonuyla,
---- Doktor amca ben Salih, yırtık ayakkabılı Salih
Diye bağırdı.
Karşımdaki genç adam Salih’ti. Diyar diyar koşturmaktan yorulan babası, sonunda kasabaya yerleşmiş, çocuklarının her birini bir yerlere çırak vermiş, kendisi de akciğer kanserine yakalanıncaya kadar, bir çiftlikte çobanlık yaparak yerleşik hayata tutunmaya çalışmıştı. Salih askerliğini yapmış, evlenip çoluk çocuğa karışmış ve şimdi de bu kahvehaneyi işletiyordu. Üstü başı düzgündü, hali vakti fena gözükmüyordu.
Sonra bana doğru yürüdü. Ayağa kalkıp onu karşıladım, sarıldık ve biraz geri çekilip ellerinden tutup, yüzüne baktım. Bu Salih’i hayatımdaki ikinci görüşümdü. Yine elleri titriyor ve yanaklarından yaşlar süzülüyordu.
Bu sefer ben de ağladım…
ŞAHİN ÇINAR