- 719 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ben de Mustafa İslamoğlu olsam Bediüzzaman’ı sevmezdim
Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız, çılgınlık peşindeyseniz, Bediüzzaman’ı sevmemeniz normal. Nihayetinde, zikrettiğiniz kişi bu topraklarda bir gemi direği gibi denge unsuru olmuş, yaşadığı coğrafyayı aşırılıklardan korumaya çalışmış ve metinleriyle/talebeleriyle hâlâ çabalayan birisi. O nedenle yoldan çıkmaya/çıkarmaya yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor. Sözgelimi: Anarşiyi de ardından getirecek bir toplumsal stratejiniz var diyelim. Hoppala! ‘Müsbet Hareket’ kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette.
Yahut da milliyetçisisiniz. Yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden sitayişle bahis var. İslam kardeşliğine vurgu var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde ‘Muhammed-i Arabî aleyhissalatuvesselam’ diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Kardeşlik aşılıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî (k.s.) düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir ama öğretisi herkesin anlayabileceği/taşıyabileceği bir öğreti değil. Tezyif etmeyin. Hevesiniz kursağınızda kalıyor.
Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tarikatların alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku. Hop! Yine Bediüzzaman. Kendisi yolunu onlardan ayırıyor ama onların İslam’a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne, kollarınızsa çaresizce iki yanınıza düşüyor.
Avrupa’ya saldıracaksınız. “Avrupa ikidir” diyor. Alevilere vuracaksınız. Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Bir/birkaç kusurunu nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, “Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir” diyor.
II. Abdülhamid’i ‘kızıl sultan’ yapanlar da memnun değil ondan, ‘ulu hakan’ yapanlar da. Çünkü hem veli diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî’ye (k.s.), bir meselede muhalif bir görüş beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali (r.a.) ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle rahat rahat söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan istikametli, temkinli, adaletli. Her adımını insaf ile basıyor.
Sünuhat’ında mesleğini ‘musavvibe’ olarak tarif etmiş. Ehl-i Sünnetin hassasiyetleri gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil. İnsanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır…” diyor.
“Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm’da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.”
Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana’nın (k.s.) körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; “Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey, kocaman bir taştan ibarettir.” Onun bizden Kur’an’ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: “Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var.” Yani özünde “Hak yalnız benim mesleğimdir…” demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde hırs, öfke, aşırıya gitme varsa böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Çılgınlık arzulayanların Bediüzzaman’ı sevmemesi normal.
“Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?”
Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile iyi yönler/huylar olabileceğini söyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu’sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî’yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Mevlana’yı (k.s.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî’yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Ebu Hureyre (r.a.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer (r.a.) denk geliyor bir bahiste, onu öyle; İmam-ı Gazalî’den bir nakil söylüyorlar, onu öyle; İmam-ı Âzam’dan bahsediyorlar, onu öyle… Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe(!), terbiyesizce, onları sözde alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.
Derken Bediüzzaman diye birinden, ona duyulan sevgiden ve duruşundan bahsediyorlar. Bu duruş elbette içinize oturur. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana sancıdır. Doğrunun adı bile şeairidir. Hep doğruyu çağrıştırdığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman’la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.
O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: ‘Parçalarda boğulup’ aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan, yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu ‘parçada boğmaya’ çalışmaktır. Biz de İslamoğlu’nun iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O ‘mahviyet ayağı’ kendisine aittir. Her cümlesine ‘bu fakir’ diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa ‘bu benden de fakir’ diyene (ima edene) sorarlar: “Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir.”
Yazıyı, Bediüzzaman’ın sahabeye dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum. Bence bu ‘küçültme girişimlerinin’ arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:
“Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?
Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar…“
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.