- 386 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Direksiyonu bırakmak...
Fussilet sûresinin 53. ayetinde kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor: "Onun (Kur’an’ın) hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada (ufuklarda) ve hem de kendi içlerinde (nefislerinde) göstereceğiz. Rabbinin herşeye şahit olması yetmez mi?"
İşte, ben, bu ayet-i kerimenin çok hakikatlerinden birisini kendi içimde (nefsimde) görüyorum. Nasıl? Açmaya çalışayım: Kur’an-ı Hakîm’de bazen öyle halet-i ruhiye tasvirlerine rastlıyorum ki, tastamam, o hale düşmüş insanın psikolojisini ortaya koyuyor gibi geliyor. (Yani o karanlığı anlatıyor.) Kendim de (kenarından-köşesinden) o durumlara düşmüşsem (veya düşenle bir şekilde empati yapabiliyorsam) nefsimdeki delilin şahidi oluyorum. Ona resmen dokunuyorum. Rabbimin herşeyin şahidi olduğunu, hatta bu şahitliğinin benim en derinlerime kadar uzandığını, yaşadığım böylesi olaylardan çıkarıyorum.
Bu yazıda, yine bir güzel ayet-i kerimenin yardımıyla, onlardan birisini anlatmaya çalışacağım. O ayet de, yine kısa bir mealiyle, şöyledir: "Allah’a yönelen, Ona ortak koşmayan kimseler (olun). Kim Allah’a ortak koşarsa sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (Kendileri mübarek Hac sûresinin muazzez 31. ayet-i celilesidir.)
Ben, bu ayette tasvir edilen halet-i ruhiyeyi, Allah’tan bihaber yaşadığım yıllarda (ve şimdi de yine gaflete düştüğüm anlarda) çokça yaşıyordum. Hatta bütün hayatım bu psikoloji üzerine geçiyordu. Çünkü, öylesi zamanlarda, tevhidin, insanın en kılcal damarlarına kadar tesir eden pozitif bakış açısından mahrum kalıyordum.
Rızkın tek sahibinin Allah olmadığı, geleceğin tek sahibinin Allah olmadığı, yarının tek sahibinin Allah olmadığı, hastalığın tek sahibinin Allah olmadığı, başıma gelen herşeyin tek sahibinin Allah olmadığı sanrıladığım zamanlarda hayatımın yolunu da şaşırıyordum. Kime gidecektim? Sanki direksiyonum başkalarının eline geçiyordu. O ’başkaları’ da yaşadığım olaylara göre sürekli değişiyordu. Her yeni gün yeni direksiyon ortaklarımla uğraşırdım. Hayat hakikaten bir mücadeleydi.
"Kimden yardım isteyeceğim? Kime emanet edeceğim? Kimden umut alacağım? Kime göre yaşayacağım? Kimi razı edeceğim? Kimin sevgisini kazanacağım? Kimden adalet bekleyeceğim? Kimin yolundan koşacağım?" gibi sorular güne başlar başlamaz beynimin her köşesini sarıyordu.
İşi sebepler üzerinden halletmeye çalıştığımda ise ’gönlü edilecekler’in sayısı çoğalıyor da çoğalıyordu. Şirk bir kere gönle girdi mi putların sayısı artıyor da artıyordu. Sevgisini istediğim her insan hoşnutsuzluk ihtimalini (bazen de bizzat kendisini) sırtıma batırıyordu. Tutunmak istediğim her an beni arkasında bırakıyordu. Aşmam gereken her engelden korkuyordum. Bağlanmak istediğim dengeler, o dengelerin koyucuları da benim gibi ’kanaatleri çabuk değişir’lerden olduklarından, her günüm ’herşeye rağmen ayakta kalınması gereken’ yeni bir kaosa/kavgaya doğuyor gibiydi. Çok şükür. Bu sonu gelmez travmadan beni ’tevhid’ kurtardı.
Herşeyi birlemek ve sevdiğim tüm güzel isimleri, fiileri, sıfatları, yaratışları, tecellileri, yarınları, eserleri vs. Allah’a vermek beni hayatımın direksiyonuna yeniden oturttu. Hayat artık bir uyumdu. Evet. İman, bir açıdan, hayatımın direksiyonunu Allah’a bırakmaktı. Onun koyduğu kurallara/şeriata göre yaşamaktı. Fakat, diğer açıdan, tevhidi kalbimde taşımadığım zamanlarda da hayatımı ben yönetiyor değildim. Bu safsataydı. Yine yönetiliyordum. (Çünkü ihtiyaçlıydım.) Hem de tıpkı yukarıdaki ayet-i celilenin tavsir ettiği bir şekilde.
Sanki gökten düşerken gagalar saldırısına maruz kalıyordum. İnciniyordum. Kapanın ağzında kalıyordum. Sonra ondan bir başkası kapıyordu. Martılar kavgasında bir parça simittim. İsteyen, istediği gibi, kalbimden tutup beni kendisine lokma ediyordu. Beni beğenmesini istediğim her gözün, takdirini beklediğim her sözün, yanımda kalmasını istediğim her yârin, yarına kalmasını istediğim her anın esiriydim. Bin yörüngeye âşık birtek gezegendim.
Evet. Doğrudur. Gerçi imanım da beni bir çeşit esarete aldı. Ama çok şükür. Binlerce kuşun gagasında lokma olmaktan kurtardı. Rüzgârların önünde savrulan, incinen, ’oradan şuraya-şuradan buraya’ giden bir yaprak olmaktan korudu. İşte, arkadaşım, bu benim nefsimde yakaladığım bir delilim. Ben bu delili bir mucize görmüş gibi seviyorum.
Bitmedi. Dahası da var. Bugün de gerek medyada gerek sosyalmedyada maruz kaldığım ’enformatik şirk’e karşı kudsî metinlere sığınarak ayakta kalırım ben. Ne zaman gündemin, çok tanrılı değil ama çok doğrulu, bilgi sağanağından yorulsam ya Kur’an’ı, ya dinî bir eseri veya Risale-i Nur’u açarım. Onu okuyarak rahatlarım. Sıkıntılarım dağılır. Çünkü o, tıpkı daha önce bahsettiğim gibi, çokluk âleminin ’o muydu, bu muydu, şu muydu’ çilesinden kurtarır beni. Tevhid-i kıble eder. İstikamet verir. Üzerine yaratılmamışız çok belli: Çokluk bizi sersemletir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.