14
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
1996
Okunma
- Git odunluktaki yedek kürek saplarından birini al gel!
Annemin ve ablamın yakarışlarına aldırmayan babam beni önüne katıp arka bahçeye kadar takip etmişti. Güneş, alev almış bir top gibi tepenin ardında gözden kaybolurken, etrafı çürük vişne rengine boyamaktaydı. Kümese girmemekte direnen inatçı tavukların gıdaklamaları, beyhude uçma çabasındaki kanatlarının pat pat seslerine karışıyordu. Onlarla cebelleşen komşu kadının yüksek perdeden çığlıkları; sabah otlamaları için kıra bıraktığı ineklerini, köy içindeki evinin bitişiğindeki ahıra götüren kırmızı yanaklı adamın, onları hizaya sokmak için çıkardığı tuhaf sesleri bastırıyordu. Ön ve arka ayaklarından birer tanesi çapraz bağlanmış zavallı hayvanların böğürtüleri ve yoldan tek tük geçen arabaların homurtuları, günün üzerine eğilmiş akşamın her gün tekrarladığı konçertoya cila çekiyor gibiydi. Az sonra, bu seslere babamın kükremesi de karışacaktı. Çakır gözleri gece çakan şimşekler gibi parlayacak, kaşları birbirine iyice yaklaşacak, alnının ortası şişecek ve benden adam olmayacağını haykırarak, ince bıyıklarının örtemediği ince dudaklarıyla, suratıma öfkesini püskürtecekti. Bu da yetmeyecek, kürek sapını istediğine göre şu meşhur cezasını uygulayacaktı; Durmuş düğümü. Babam öfkelenir, bağırır, aklımı başıma getireceğine inandığı kendi icadı bazı cezalar uygulardı bana ama asla kaba kuvvete başvurmazdı.
Başımı önüme eğmeden, vakur adımlarla ve tam bir teslimiyetle gittim kürek sapını getirdim. Babamın nasırlı parmaklarının arasına uzattım. Pürüzsüz ve dümdüz, kalın bir oklavayı andıran sap, zımparalanmış, bir küreğe takılmayı beklerken benim cılız bacaklarıma ceza olacaktı. Kendimden çok kürek sapının kötü kaderine içerledim o anda. Babam tam önümde çömeldi, kürek sapını bacaklarımın arkasına, dizlerimin iç kısmına yerleştirdi ve tok bir sesle, ‘’Çök!’’ diye emretti.
Başım dik, gözlerimi kırpmadan ama babamın gözleriyle çakışmasına fırsat vermeyen boş bakışlarla emrine itaat ettim. Odunluk kapısının iç tarafındaki kelebi asıldığı yerden aldı. Ucunu çekip bileklerimi sıkıca bağladı ve dizlerimin arasındaki kürek sapına sabitledi. Daha şimdiden bacaklarım sızlamaya, uyuşmaya başlamıştı. Cezanın süresi hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu benim işlediğim suçtan ziyade, babamın öfkesi ile ölçülebilecek bir durumdu ki bu kez bardağı fazlası ile taşırdığımın farkındaydım. Dâhiyane buluşlarım sayesinde kendi hayatımı tehlikeye attığım yetmiyormuş gibi arkadaşlarıma da zarar vermeye başlamıştım. Ah Leyla! Arkadaşım dediğime bakmayın siz. O benim aşkım, adını telaffuz etmek bile kalbimin büyümesine, midemin içindeki yavru kelebeklerin kozasını yırtıp uçuşmasına yetiyordu. On bir yaşında olmak bir kıza aşık olmaya engel olamaz. Tecrübeyle sabittir dostum. Ceza falan da umurumda değildi ayrıca. Ben Leyla’nın benim yüzümden yaralanmış olmasına içerliyordum. Fakat açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki; beni, aklımı kaçırmış olmakla suçladıktan sonra, gittiğim yoldan korkusuzca yürümeyi kabul etmesi gururumu okşamış, egomu şaha kaldırmıştı. Bana, ben de seni seviyorum Kahraman, demese de olurdu artık. Ben üstün zekâmla anlamam gerekeni anlamıştım. Ha tabi ki bu uğurda hayatını tehlikeye atmasını ve sağ bacağını kırmasını ömrümün sonuna kadar affetmeyecektim.
- Sen beni evlat katili yapacaksın Kahraman.
- …
- Ya ölseydi o kız! Yahu kendin yiyosun bi bok bari başka çocukları bulaştırma pisliğine.
- …
- Sen adam olmayacaksın Kahraman. Kitap defter açmak yok! Evde bi işin ucundan tutmak yok! Nerede haylazlık orada sen! Yahu sık dişini ilk mektebi bari bitir şerefsiz.
Şerefsiz!!?
Ben şerefsiz değilim!
Bunu dilim değil yüreğim haykırmıştı. Ses öyle güçlüydü ki kendine bir yol bulup dışarıya çıkmasın diye gözlerimi sımsıkı kapadım, dudaklarımı ısırdım.
Yüreğimin sesi cam bir kafese kapatılmış kuş gibi bir oraya bir buraya uçtu ve içimin duvarlarına çarpa çarpa nihayet sustu. Çünkü biliyordum ki, kendime hâkim olamayıp, bu sesi babama duyursaydım, bedenimin içinde can havliyle kanat çırpan kuşu serbest bıraksaydım da nefessiz kalacaktı zaten. Öfkesi üçe beşe katlanan babam hiç acımadan boğardı onu. Bundan emin olduğum için sustum açıkçası. İçimin kuşu içimde can versindi, babamın ellerinde değil…
Emin olduğum bir şey daha vardı, yaptıklarımın şerefsizlikle uzaktan yakından alakası yoktu. Ben şerefsiz değildim. Küçücük aklımla şeref neydi, haysiyet neydi, onur neydi biliyordum.
En basitinden başlayayım, kopya çekmek bir şerefsizlikti mesela… Tamam kabul, kitap ve defterler evden okula, okuldan eve getirip götürdüğüm, bana göre oldukça gereksiz şeylerdi. Okumayı sevmediğimden değil ama ders kitaplarını hiç ilgi çekici bulmuyordum nedense. Buna rağmen sınavlarda kopya çekmeye yeltenmezdim. Öğretmenin anlattıklarından aklımda kalanları yazar, bilmediğim soruları boş bırakır öyle verirdim sınav kâğıdını. Hak etmediğin halde yüksek not almak şerefsizlikti bana göre. Cami kumbarasını soymak, içkiyi veresiye vermedi diye Ahmet Amcanın bakkal dükkânının camını çerçevesini kırmak, şerefsizlikti mesela. Sokaktaki kedilerin kuyruğuna teneke bağlamak, nasılsa dörtayak üstüne düşer bu nankörler, nasılsa dokuz canlıdır bunlar deyip minareden aşağıya atmak şerefsizlikti. Zavallı hayvanların patilerine içi boş ceviz kabukları zamklamak, yürüyemedikçe, ayaklarındaki dengelerini bozan kabuklardan kurtulmak için kendi eksenleri etrafında pervane gibi dönerlerken, katıla katıla gülmek şerefsizlikti. Karşı komşumuz Hanife Teyze’nin kocası şerefsizdi mesela, her akşam içer, karısını yüzünü gözünü patlatana kadar döver, üç kızına sadece kız oldukları için etmediği hakaret, küfür kalmazdı. Hanife Teyze ve kızları kapı önünde karanlık kış gecelerinde yanmakla sönmek arasında gidip gelen mum alevi gibi mücadele edip, soğuktan ziyade korkudan titrerlerken, kapısını penceresini sımsıkı kapayanlar, bağırış çağırışlarına kulaklarını tıkayanlardı şerefsiz.
Ben şerefsiz değildim. Macerayı seviyordum sadece ve boyumdan büyük sevdam vardı, o kadar.
Babam beni paylamaktan yorulunca bir sigara yakmış, derin nefeslerle çektiği dumanı burnundan vermiş, tam önüme attığı izmariti, ayakkabısının ucuyla böcek ezer gibi ezmişti. Bunun ne demek olduğunu biliyordum, ayağını denk al yoksa seni de bu izmarit gibi ezerim. Belini büktü, benimle göz göze gelecek şekilde hafifçe eğildi, kemikli parmaklarıyla çenemi kavradı ve beni kendine bakmaya zorladı:
- Sana bu akşam yemek yok! Aklın başına gelene kadar burada bu vaziyette kalacaksın. Anlaşıldı mı?
- …
- Sana bi soru sordum Kahraman.
- Peki baba.
Zerre kadar iplemiyordum aslında. Bu peki, aklımı başıma alacağım anlamında değildi.
Dayım bi keresinde bana ilk aşkını anlatırken şöyle demişti; akıl ve kalp en büyük servetidir insanın. İnsan kalbine aldığına aklını, aklını alana da kalbini bağışlar sonucu düşünmeden hem de. Aşkta değişmez kuraldır bu.
Ben de aklımı kalbime ambalaj yapıp Leyla’ya bağışlamıştım ve geri almaya hiç niyetim yoktu. Bu peki, babamı başımdan savmak için söylenmiş, onun kazandığını ima edip içimden, nihayet kendimle baş başa kalabileceğim diye sevinip zafer naraları atmak demekti.
Yalnız kalınca Leyla’yı düşünecektim. Çilli burnunu, kum rengindeki ellerini, okyanus derinliğindeki mavi gözlerini, bebeklerin ellerinde durmadan salladıkları çıngırağın sesini anımsatan o renkli ve her seferinde içimi gıdıklayan gülüşünü, bana ‘’ Sen aklını kaçırmış olmalısın Kahraman! ‘’ derken sesinde hissettiğim endişeyi, korkuyu ve en çok da aşkı… Onu düşünüp havalanmak ve sonra pat diye yere düşerek o elim kazanın tek sorumlusu olmanın verdiği ağırlığın altında ezilmek istiyordum.
Nerden bilebilirdim ki, Leyla’nın da kuyu üstü akrobasi hareketlerine ilgisi olduğunu. Beni kuyunun ağzındaki kalas üzerinde görüp annemce bir tavırla payladıktan sonra, aynı şeyi kendisinin de yapabileceğini, bu cesareti gösterebileceğini nasıl tahmin edebilirdim ki?
Ah Leyla, hayati tehlikesi yoktu ama kırılan bacağının ne durumda olduğunu, yaptığından pişmanlık duyup duymadığını, annesi ve babasının hakkımda neler düşündüğünü, bu olayı bahane edip köyden ayrılıp ayrılmayacaklarını merak ediyordum. Çocuk olduğum için hiç bu kadar öykündüğümü hatırlamıyorum. Büyük olsaydım, kocaman olsaydım en azından sevdiğim kız acılar içindeyken onun hiç olmazsa elini tutabilseydim. Başucunda oturup çektiği ıstıraba ortak olabilseydim. Gerçi böyle bir durumda beni değil Leyla’nın odasına hastaneye bile yaklaştırmazdı babası.
Çaresizdim, dizlerimin arkasındaki kürek sapı her geçen saniye biraz daha sertleşiyordu sanki. Bacaklarım iyice uyuşmuştu ve sağ bacağım Leyla’nın sağ bacağı ile yer değiştirmiş de, birkaç yerinden kırılan kendisiymiş gibi sızlıyordu. Başımı ellerimin arasına aldım, düşüncelerim yüzünden, yüreğimin büyümesine engel olamıyordum. Onu düşündükçe sanki görünmez bir el, bisikletimin pompasını kalbimin ağzına dayıyor, habire hava basıyordu. Minicik yüreğim şişiyor, şişiyor cılız bedenimi patlatacak gibi oluyordu.
‘’Peki, baba’’ yanıtını aldıktan sonra babam, beni orada öylece bırakıp gitti. Uzaktan köpek havlamaları duyuluyordu. Akşam ezanı ivedi makamıyla kulağıma dolmaya başladığında, havlamalar ulumaya dönüştü.
Arka bahçede, çömelmiş vaziyette ‘’Durmuş Düğümü’’ nün mengenesinde ne kadar kaldım hatırlamıyorum. Leyla’yı düşünürken zaman diye bir kavramın olduğunu tamamen unutuyordum. Gece olmuş, hava kararmıştı. Cır cır böceklerinin canhıraş çığlıklarından başka duyabileceğim ses yoktu etrafımda. Dut ağacının gölgesi çok başlı bir canavar gibi bahçeye yansımış, en küçük bir esintide bile hareket eden dalları beni her an kucaklayıp, yutacakmış gibiydi.
Yalnızlık ve çocuk olmanın çaresizliği bir sis bulutu gibi çökmüş olsa da üzerime benim için tek bir gerçek vardı o anda, Leyla ve ona olan aşkım. Üzerime çöken karanlığın aydınlık yüzü Leyla, çocukça korkularımı sihirli değneği ile yok eden peri kızı Leyla, gökyüzündeki yıldızları toplayıp, bakışlarıyla kucağıma bırakıveren Leyla, gülüşünden inci taneleri taşan Leyla…
O yaşta bu nasıl olur diye sormayın lütfen. On bir yaşında değilseniz ve Leyla gibi bir kız yoksa hayatınızda beni anlamanız mümkün değil. Siz o yaşta aşkla tanışmadıysanız bunda benim ne kabahatim var.
Hicran Aydın Akçakaya